Subscribe Twitter Twitter

29 Kasım 2009

Barcelona 1-0 Real Madrid




90 dakika genelinde beklendiği gibi hop oturtup hop kaldıran bir maç olmadı. Özellikle ilk yarı Ronaldo'nun kaçırdığı gol haricinde akıllarda kalan bir pozisyon yoktu. Sahada Ibra ve Benzema da olmayınca oyun kilitlendi. İki takım da rakibin hücum hattından çekiniyordu belli ki. Barcelona klasik oyununu oynamaya çalıştı ama ilk yarı çok defa Real'in kalabalık takım savunmasına takıldı. O bildiğimiz tıkır tıkır işleyen pas trafiğini yaptırmadı konuk ekip. Durum böyle olunca özellikle Messi ve Henry bireysel yeteneklerini devreye sokup sıkça kalabalığın arasına daldılar ama başarılı olamadılar. Top Messi'deyken Madridliler ayrı bir alarma geçtiler maç boyunca; en az üç kişi başına üşüştü durdu Arjantinlinin. O da ekstra bir performans ortaya koyamayınca vasat bir 90 dakika çıkardı. Dani Alves de Barça'nın sahada eriyenleri arasındaydı; Marcelo ve özellikle Arbeloa'nın etkili savunmasından kurtulamadı bir türlü. Xavi ve Iniseta yapmaları gerekeni yaptılar. Adamlar zaten vasat oynadıklarında bile rahatça hücum başlatıp rakipi topun peşinden koşturabiliyorlar, yine öyle oldu.


Real'in kilidini çözmek adına Ibrahimovic'in girmesini bekliyordu herkes. Ben açıkçası Busquets'in çıkacağını, Iniesta'nın da orta üçlüde yer alacağını düşünüyordum ikinci yarı ama kenara gelen Henry oldu. Girdiği gibi de defansın hatasından yararlanarak golünü attı İsveçli. Bu dakikadan sonra da herkes gibi Benzema'nın gireceğini düşündüm ama çıkacak son kişinin Ronaldo olmasını beklerdim. Portekizlinin kenara gelmesi Madrid'in hücumdaki hızını düşürdü. Busquets'in saçma sapan kırmızı kartı olmasa çok daha rahat bir oyun çıkaracaktı Barça ama gereksiz yere oyun riske girdi. Toure ile katılaşan Barça orta sahasına Real üstünlük kuramayınca maç 1-0 sona erdi.

Orta Saha

Aşağıdaki postta ütopik 11'i hazırlarken dikkatimi çekti. Orta sahada oynayan oyuncuların üçü de oynadıkları takımlarda kaptanlık yaptı ve Keane haricindekiler kariyerlerinde gayet iyi yolda ilerliyor. Bu üçlüye kadroda olmayan Dunga, Diego Simeone, Rijkaard, Schuster gibi yeni nesil teknik adamları da ekleyebiliriz. Bu tezden birçok sonuç çıkarılabilir ancak bana göre bugünün futbolunda giderek artan orta saha oyuncularının önemi bir de liderlik ruhuyla birleşince iyi bir teknik adam potansiyeli doğuruyor. Sahanın merkezinde çift yönlü oynayabilmenin neredeyse vazgeçilmez olduğu günümüzde bu mevki, özellikle oyun zekası normalin üstünde olan bir futbolcuya müthiş bir tecrübe katıyor. Çünkü hem takım halinde defans yapmayı, defanstan top çıkarmayı, hücum başlatmayı, defans ile forvet arasındaki mesafeyi gerektiğinde daraltmayı, gerektiğinde oyunu genişletmeyi ve daha birçok şeyi iyi öğreniyor bu oyuncular. Dolayısıyla bundan 10-15 yıl sonra Gerrard, Lampard, Xavi, Iniesta, Mascherano, Ballack gibi oyuncuları, onlardan birkaç yıl sonra da tabii ki Fabregas'ı sahanın kenarında takım yönetirken görürsek şaşırmayalım.

Genç Menajerler

Sigara gibidir futbol; bir defa bulaştıysanız zor bırakırsınız. Oynamışsanız bıraktıktan sonra yazar veya teknik direktör olmaya çalışırsınız, olmadı sevdiğiniz kulübün içinde olursunuz bir şekilde. Sadece izlemekle yetiniyorsanız da her seferinde öyle bir maç çıkar gelir ki o günkü tüm planlarınızı unutur TV karşısına geçersiniz. Aşağıda gördüğünüz "Ütopik 11" birinci türe girenlerden oluşuyor; yakın zamanda futbol sahalarında başarılara koşarken gördüğümüz, şu an teknik direktörlüğe soyunmuş ve 45 yaşın altında olan futbolcu eskilerinden.

Taktik olarak Chelsea'de izlediğimiz ve Fenerbahçe'nin de şu sıralar başarısız biçimde uygulamaya çalıştığı 4-3-1-2'yi tercih ettim. İlk bakışta biraz defansif bir 11 gibi görünüyor. Hücum üçlüsüne diyecek söz yok tabii, yeter ki orta üçlüden yeterli desteği alabilsinler. Bir de sol bekimizin ciğerlerine Allah kuvvet versin artık. Sağ beke de Deschamps'ın ciddi yardımlarını bekliyoruz!

Başlamadan; bir önceki Ütopik 11 için buradan buyurun.

Bogdan Stelea (GK / 41): Kadromuzun hem futbolcu hem teknik direktör olarak en az kariyere sahip oyuncusu. Romanya'nın 1994 Dünya Kupası'nda iz bırakan jenerasyonunun değişmez elemanlarındandı. Ülkemizde Samsunspor'da da forma giydi. Şu sıralar Romanya Milli Takımı'nda yardımcı teknik direktörlük yapıyor.

Alessandro Costacurta (DR / 43): Milan'ın 90'larda fırtınalar estiren altın jenerasyonunun demirbaşlarından biriydi. Futbolu bıraktığında 41 yaşındaydı. Tüm kariyerini tek kulüpte geçiren futbolcu türünün son temsilcilerinden olan Costacurta, Milan'da yardımcı teknik direktör olarak başladığı futbol sonrası kariyerini Serie B'de Mantova'yı çalıştırarak sürdürse de devamı gelmedi.

Leonardo (DL / 40): "Bizim Çocuk" tipi teknik direktörlerin en yenilerinden olan Leonardo, yaş ortalaması kendininkine yakın bir Milan devraldı sezon başında. İlk haftalarda bocalamış olsa da son haftalarda takımı form tutmaya başladı ve Serie A'da beklenenden üst sıralarda. Bakalım bu durum devamlılık arz edecek mi...


Ciro Ferrara (DC / 42): 2006 Dünya Kupası'nı kazanan İtalya'da Lippi'nin yanında oturuyordu. Ranieri sonrasında Juve de modaya uydu ve "eski evladı" Ferrara'ya emanet etti takımı. İtalya'da Milan ile beraber Inter'i zorlamaya, daha doğrusu onun ardından 2. olmaya çalışıyor.

Laurent Blanc (DC / 44): Bordeaux'yu canlandıran adam... Kurduğu takım geçtiğimiz sezon lig şampiyonluğu ve lig kupasının yanında Fransa Süper Kupası'nı da kazandı. Bu sezon başarının devamı geliyor. Bordeaux hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi'nde yoluna hız kesmeden devam ediyor. Blanc, önümüzdeki yıllarda el üstünde tutulan bir menajer olacak gibi görünüyor.

Roy Keane (DMC / 38): Kadromuzun en genç ama kuşkusuz en sert elemanı! Sunderland'i Premier League'e çıkardı ama burada istediği başarıyı elde edemedi. Şu sıralar Ipswich Town'ı Championship'te tutmaya çalışıyor.


Didier Deschamps (MC / 41): Şu ana kadar çalıştırdığı her takımda başarılı oldu. Monaco'ya Şampiyonlar Ligi finali oynattı. Juventus'u şike sonucu düşürüldüğü Serie B'den çıkardı. Şimdi de Marsilya ile lig şampiyonluğunu kovalamaya çalışıyor. Umarız başarılarının devamı gelir.

Josep Guardiola (MC / 38): Geçen sezon bir teknik direktörün yapması muhtemel en iyi kariyer başlangıcını aynı zamanda mükemmel bir futbolla başardı. La Liga birinciliği, Copa del Rey şampiyonluğu, Şampiyonlar Ligi kupası ve Avrupa Süper Kupası. Üstüne üstlük tüm dünyada hayranlık uyandıran bir rüya takım. Dahası ne olabilir ki? Az zamanda yaptığı çok işin karşılığı olarak Pep'e bu takımın kaptanlığını vermek uygun olur sanırım.


Gheorghe Hagi (AMC / 44): R. Madrid ve Barcelona'da oynayan, Galatasaray'a devrim yaşatan bir adamdı. Johan Cruyff'un da övgüyle bahsettiği bir oyuncuydu. Halen ülkemize gelmiş en iyi yabancıdır gözümde ancak her iyi futbolcu iyi teknik direktör olamıyor işte.

Gianfranco Zola (FC / 43): Halen Chelsea taraftarlarının en sevdiği yabancı futbolcudur Zola. Futbolculuğunun ardından İtalya 21 Yaş Altı takımının teknik kadrosunda rol aldı. Geçen sezon West Ham'ın başına getirildi ve takımını kümede tutmaya çalışıyor.

Jürgen Klinsmann (ST / 45): Takımın abisi! Ülkesinde düzenlenen 2006 Dünya Kupası'nda Almanya'ya üçüncülük madalyası kazandırdı. 2 yıllık aranın ardından Bayern'in başına geçse de umduğu başarıyı burada bulamadı. Şu sıralar kazandıklarını Amerika'da yemekle meşgul.

Barça - Real

Bugün El Classico günü. Tarihi açıklandığından beri beklediğimiz, bayram programlarını ona göre yaptığımız bir maç... Dünyadaki tüm futbolcuların hayallerini süsleyen takımlar bellidir. Kimi Man. Utd. der, kimi Liverpool aşığıdır. Paraya bakan Chelsea'yi, kendi gelişimine önem veren Arsenal'ı ister. Halen biraz nostaljik takılan da İtalya'ya göz kırpar. Neredeyse istisnasız tüm futbolcuların akıllarının bir köşesinde yer alan iki kulüp varsa da bunlar Real Madrid ve Barcelona'dır. Çünkü önce saydığım takımlardaki futbolcular da eğer belli bir seviyeye gelmişlerse o noktadan sonra illaki İspanya havasına merak salmaya başlar; C. Ronaldo, Beckham, McManaman, Owen, Zidane, Ibrahimovic, Cannavaro, Thuram, van Nistelrooy vs... Kısacası futbolun zirvesi diyebiliriz El Classico için. Öyle bir derbi düşünün ki, adının "derbi"olması için o iki takımın aynı şehirde bile olması gerekmesin... Altında sağlam bir politik temel olsun, ayrıca iki takım da dünya devi olsun... Celtic - Rangers (dinsel nedenler) veya Boca - River (sosyal gerekçeler) derbilerine de aynı manalar yüklenmiş durumda ama hiçbirinin çapı El Classico kadar değil kesinlikle. Çünkü hiçbirinin etkisi onun kadar globalleşebilmiş ve ilgi çekici hale gelebilmiş değil.

26 Kasım 2009

Devler Ligi'nde Beşiktaş


Şampiyonlar Ligi'ne tarihi boyunca 5 defa katılma başarısı gösterdi Beşiktaş. Bazılarında fiyasko sonuçlar alınsa da ilginçtir ki her defasında illaki bir büyük kulübe karşı zafer kazanıldı. 1997/98 sezonundaki ilk katılımda İnönü'de Paris St. Germain'e karşı alınan 3-1'lik galibiyet bunlardan ilkiydi. Bu sezon Göteborg'u arkada bırakarak 3. olmuştu Beşiktaş. 2000/01 sezonundaki ikinci Şampiyonlar Ligi macerası aynı zamanda en çalkantılı olanı. İlk maçta Milan'a İtalya'da 4-1 yenilmek ne kadar normalse, ardından Barcelona'ya İstanbul'da 3 atmak o kadar anormaldi bizim için. Daha da sıra dışı olanı ise bir sonraki maçta Leeds'ten 6 gol yemekti, ki 7 yıl sonra bundan bile kötüsünü göreceğimizi bilemiyorduk! Neyse, 6 maçta atılan 4 gol ve yenen 17 gol ile grup sonuncusu olduk en nihayetinde.


III. Avrupa seferimiz en başarılı olandı. 2003/04 sezonundaki turnuvada en akıllarda kalan maç şüphesiz Stamford Bridge'deki 2-0'lık Chelsea galibiyetiydi. Son maçta tam 2. tura çıkmak üzereyken S. Prag'ın Lazio'ya son dakika golü tüm hayallerimizi yıkmış ve 3. sıraya yerleşerek UEFA Kupası'na katılmakla yetinmiştik.


2 sezon önceki grubumuzda bu sefer Liverpool vardı. Siyahla beyazın en net görüldüğü karşılaşmaları gördük orada. İngilizleri sahamızda 2-1 yenerken gözlerimiz dolu halde ne kadar eğlendiysek (Çarşı da sağ olsun tabii), birkaç hafta sonraki Anfield Road ziyaretinde bir o kadar da karın ağrısı çektik. Sonuçta 8-0'lık rekor mağlubiyete rağmen son maçta Porto'yu deplasmanda yenebilseydik gruptan bile çıkabiliyorduk, olmadı.


Ve bugün... Avrupa'nın en prestijli turnuvasına 5. katılışımızda CV'mize bir de Manchester United galibiyeti eklemiş olduk, hem de Old Trafford'ta. Son maçta CSKA'yı da geçip bu zaferi anlamlandırabilmek dileğiyle...

Obertan, Deli İbo, Batuhan, Ertem Şener

Dün gece maçtan sonra uzun uzun yazma fırsatım olmadı. E böyle bir maçtan sonra insanın aklına daha bir ton şey geliyor. Maçın analizi dışında dikkatimi çeken iki nokta vardı. İlki futbolumuzun temel eksikliklerinden biri hakkında; "Genç Manchesterlılar" ile bizim topçularımız arasındaki fiziksel farklılıktı. Önce bir Obertan'a, Gibson'a ve Macheda'ya baktım; ki adamlar 19-21 yaş aralığında olmalarına rağmen mükemmel bir vücut yapısına sahipler. Belli ki planlı çalıştırılmış, kendi akışına bırakılmamış birer vücuttu hepsi. Bir de aynı yaşlardaki bizim İsmail'e baktım. Oyuna girseydi Serdar'da da görürdük ki bizimkilerin vücutları pek de çalışılmış gibi durmuyor. Maç sırasında Obertan ne zaman İsmail'le ikili mücadeleye girse topu ayağında tutabildi ve aradaki fark çok bariz biçimde görüldü. Deli İbo'ya hiçbir sözüm yok, zira onun da vücut yapısının çok görkemli olduğunu söyleyemiyoruz ama o üstün "rakibe yapışma ve n'olursa olsun onu yıldırma" taktiği sayesinde neredeyse geçit vermedi Fransız'a! Aynı konuda Arsene Wenger Walcott'u 16 yaşında transfer ettiğinde oyuncu gayet çelimsizdi. Şu anda 20 yaşında ve son 4 yılda özel olarak nasıl çalıştırıldığı çok belli.

Maçta gözüme çarpan ikinci detay Batuhan'dan geldi. Dakika 85 ve televizyon karşısında artık tırnaklarımı kemiriyorum. Rakibin geçmişi belli; yeri gelir 90-92 arası 2 gol atar maçı da çevirir. Bizim Batu oyuna girdiği gibi pozisyonda buldu kendini ve hakemin ofsayt düdüğünden sonra neredeyse sıfır noktasından kaleye bir şut... Haliyle sarı kart... Hadi genç çocuk diyoruz ama bana öyle geldi ki Manchester'ın gençlerinden daha çok Batuhan göstermeye çalıştı kendisini Ferguson'a! Bu olayın birkaç dakika sonrasında bu sefer taç atışı kullanmaya yeltendi, biraz sonra başkasına devretti. Hakem gayet zaman kaybettiğinden ötürü ikinci sarı kartı gösterebilirdi. O an da soğuk terler döktük ama korktuğumuz olmadı neyse ki.

Sonuçta detay olarak bu ikisi ve tabii ki Ertem Şener'in eşsiz (!) anlatımıyla Rüştü'yü her yerinden öpmesi akıllarda kaldı.

25 Kasım 2009

Man. Utd. 0-1 Beşiktaş


Bundan 5-6 hafta önce Beşiktaş'ın 4 gün içerisinde önce Fenerbahçe'yi çok zorlanmadan, sonra da Man. United'ı deplasmanda yeneceğini, hem de iki maçı da gol yemeden tamamlayacağını söyleseler "hadi oradan" derdim sadece. Genel olarak baktığımızda takımın şablonu oturmaya başladı. Ernst & Fink ikilisiyle birlikte Ferrari & Sivok (Toraman) zaten formdaydı. Bu isimlere hücumcular da yavaş yavaş eklenince ve artık herkes kendi yerinde oynamaya başlayınca son 1,5 ayda azımsanmayacak bir galibiyet oranı yakalandı. Bugünkü maçta derli toplu hücum organizasyonları yapamadık ve oyunu kontrol edemedik belki ama takım savunmasını iyi yaptık diyebiliriz. İstatistiklere baktığımızda topla oynama oranımız %37. Kaleye çektiğimiz şut sayısı 6 ve bunların sadece 3'ü tutmuş. 90 dakika genelindeki pas yüzdemiz ise %63 (İngilizlerin %80). Açıkçası oyunun kontrolü ev sahibinin elindeydi ve rakibin sadece ismi ile stadın atmosferi bile Beşiktaşlı futbolcuları bir adım geride bırakıyordu. Keza son yarım saatte sürekli üstümüze geldiler ve bu baskıya sadece kontrolsüzce top şişirerek karşılık verebildik.

Rakibin eksik olması tabii ki bir etken ama ne olursa olsun Manchester deplasmanında bu kadar baskı yenmesine rağmen takım savunmasından ve disiplinden kopmamak, hele gol yememek bir başarıdır. Maçın yıldızını seçemiyorum çünkü olması gereken bir taktikle takım olarak iyi iş çıkardı Beşiktaş. 8 Aralık'taki CSKA maçı tadından yenmez artık, bize de İnönü yollarına düşmek var...

Liderlik


Geleneksel olarak biz Türk milletinin gözünde çocuklarımız hiç büyümez. Neredeyse 30 yaşına merdiven dayamış adamlara aileleri halen 12 yaşındaymış gibi davranır. Onun bir türlü büyüyüp birçok şey hakkında kendilerinden daha mantıklı karar verebileceğini kabullenmezler bir türlü. Bu nedendendir ki çoğunlukla kendine güvensiz, yeni bir ortama girdiğinde eli ayağı dolanan, düşündüklerini adamakıllı söyleyemeyen bir gençliğimiz var. Böyle bir ortamda o gencin kişiliğini oturtması normalden çok daha fazla zaman alıyor ve işin kolayına kaçarak bulunduğu yerdeki büyüklerinin ağzının içine bakıyor. Bu durum tabii ki futbol takımlarımıza da yansıyor. Özellikle genç futbolcular memleketlerinden uzaktaki bir takıma gidince kendisini her türlü kollayacak bir "abi" arayışına giriyor. Avrupalı ve Güney Amerikalı bir sürü gencecik adam daha 17'sindeyken evini terk edip hiç bilmediği diyarlara gidiyor. Alışma sürecini elbette yaşıyor ama ille de adapte oluyor, sudan çıkmış balığa dönmüyor genellikle. Bizim buralarda ise Semih 25 yaşına kadar "genç" kaldı. Arda takım kaptanı olduğundan beri o kamuoyu baskısını kaldırmakta güçlük çekiyor ve normalde yapmayacağı şeyler yapıyor. Kısacası daha bir sürü genç oyuncumuz zaten yeteneklerini sergilemelerinin kısıtlı olduğu bir ortamda bir de özgüven sorunuyla uğraşıyor.


Bir futbol takımında gençliğin dinamizminin biraz da tecrübe ile birleşmesi önemlidir. Tecrübeden de önemli olan bir şey varsa lider oyuncu sayısıdır. Bir takımda liderlik vasfı taşıyan oyuncu ne kadar çoksa o takım hem taktiksel hem de psikolojik açıdan ne yaptığını grup olarak daha iyi bilir. Rakiplerinden bir adım öndedir çünkü sahada bir robot gibi hareket etmez sadece. Gerektiğinde insiyatif alır, baskı hissettiği anda nasıl davranacağını daha iyi bilir ve kolay kolay dağılmaz. Chelsea'ye baktığımız zaman ilk 11'de oynama kapasitesinde bir sürü oyuncu görüyoruz. Terry zaten hem Chelsea'de hem İngiltere'de kaptan ve 22 yaşından beri takımında bu görevi yapıyor. Lampard da Terry'nin yokluğunda kaptanlığı devralıyor ve doğal liderlik ruhunu saha içi liderliğe çok güzel yansıtıyor. Onunla yan yana oynayan Ballack da aynen bu özellikleri taşıyor ve o da Almanya Milli Takım kaptanı. Son olarak Drogba da kendine has ve özgüveni çok yüksek bir oyuncu, aynı zamanda da Fildişi Sahilleri'nin kaptanlığını üstleniyor. Hal böyle olunca saydığımız oyuncular Chelsea'nin sahada taktikse ve ruhsal anlamda bütünleştiricisi oluyor. Bu durum, akıllı ve iletişimi iyi olan bir teknik direktörle (Mourinho, Hiddink, Ancelotti) birleşince de başarı geliyor.

23 Kasım 2009

Yahşi Batı


Fragmanından da anlaşıldığı gibi yine film boyunca gülmekten kıracak bizi Cem Yılmaz. Filmografisine baktığım zaman, Hokkabaz ve Her Şey Çok Güzel Olacak duygusallıkla beraber komediyi birleştiren türdendi. Gora ve Arog ise anlık ve insanı gülmekten yerle bir eden esprilerden ziyade, film boyunca az az ama kesintisiz güldüren türden filmlerdi. Yahşi Batı da tıpkı son ikisi gibi olacak belli ki.

Bi Dur Tottenham!

Tottenham 9-1 Wigan Ath.

Son yıllarda herhangi bir Türk televizyonunun naklen yayınlamadığı ve "ah keşke" dedirten en bomba maçlardan biridir bu herhalde. Sinan Engin'in dediği gibi: "adamlar durmuyor kardeşim; 5, 6, 7 neyse atıyorlar işte!". Wigan kalecisi Kirkland'a acıdım resmen. Yenen gollerin birçoğunda (bu nasıl bir jargonsa artık varın siz düşünün) hatası olmamasına rağmen insan psikolojisini ne olursa olsun alt üst edecek bir sonuç. Aynı durum Türkiye'de olsa Fanatik-Fotomaç-Fotogol üçlüsünün manşetlerini duyar gibiyim. Yaratıcılıklarının (!) yanına yaklaşamam bu konuda ama "Wigan 9 doğurdu", "9 aylık" gibi türevleri olabilirdi.

Ve işte o goller:

22 Kasım 2009

Dön Gel

2006 yazında Juventus'un küme düşürülmesini görmek tüm futbolseverler adına şok ediciydi. Haklı bir karardı ama böyle bir durumu ilk defa gören ve memlekette belki de hiç göremeyecek olan benim gibiler için fazlasıyla değişik bir durumdu. Her ne kadar tam bir yöneticilik skandalına kurban gitmiş olsa da Juve bizim gözümüzde halen saygı duyulan bir kulüptü ve Serie B'de çok zaman kaybetmeden gerçek yerine dönmesini istiyorduk. Keza umduğumuzu da bulduk. İlginçtir ki o sezondan günümüze dek Juventus gibi bir şekilde küme düşen veya 2. ligde yer alan, ancak 1. ligi daha fazla hak eden takımlar görüyoruz. Bahsettiğimiz şike olayının devamındaki 2006/07 sezonunda Juventus Serie B lideri olurken, bu sefer de İspanya'da Celta Vigo küme düşmekten kurtulamıyor. 2008 mayısında ise Parma ve Real Zaragoza'yı beyaz mendil sallarken görüyoruz. Neyse ki ikisi de alt liglerinde oyalanmayıp 2009 yazında ana sahneye geri dönüyorlar derken bir de bakmışız ki Newcastle, Middlesborough ve Real Betis çökmüş. Hem de Tuncay'ımız ve Aurelio'muz oralardayken! Bu sezon ne olur bilinmez ama en azından, her şeye rağmen, Newcastle'ın Premier League'e tekrar çıkmasını görmek isterim. Yazık o güzelim taraftarına. Son olarak Hertha Berlin bu sezon sonunda konumuzun devamını getirecek gibi görünüyor.

Beşiktaş 3-0 Fenerbahçe


Tıpkı Mustafa Denizli'nin maçtan sonra söylediği gibi "bir galibiyetten daha fazlası" idi bu gece Beşiktaş için. Mücadele edilen tüm kulvarlarda havlu atmak üzereyken takımın artık en azından lige tutunuyor olması tüm kulüp adına çok motive edici bir durum. İlk yarıda başa baş giden bir oyun vardı sahada ancak ikinci yarının başında art arda gelen iki golden sonra Fenerbahçeli oyuncuların ne derece bir çöküş yaşadığı her hareketlerinden belliydi. Topa koşmaya tahammülleri kalmamıştı; keza üçüncü golün gelmesi kimseyi şaşırtmadı, asıl farkın artmaması beklentilerin dışındaydı. İlk golde İbrahim Üzülmez'in sağ ayakla yaptığı ortayı görünce "bir şeyler olacak sanki" diye geçti içimden. Kaptan'ı oyuna bu kadar damgasını vururken son gördüğümde kulübün yüzüncü yılı kutlanıyordu. Bir de 9 yıl önceki Barcelona zaferindeki performansını hatırlarım en fazla. Neyse, o sıradışı (!) ortaya da ancak öyle bir gol yakışırdı. Taraflı tarafsız (Fenerli hariç tabii ki) her izleyeni ayağa kaldırabilecek türde bir gol... İkinci gol ise tam anlamıyla genç bir forvete örnek gösterilecek türden derslik bir hareketti. Bir santrforun nasıl sırtı dönük top alacağını, yüzünü nasıl kaleye dönüp rakibini saf dışı bırakacağını ve son vuruşu kalecinin uzanamayacağı noktaya nasıl atacağını çok güzel özetleyen bir andı. Sonuncusu ise artık maçtan umudunu kesen bir takıma karşı çok da zorlanmadan atılmış bir goldü.

Denzli'nin özellikle büyük maçlardaki Serdar Özkan ısrarını anlayamıyorum. O da istikrarını bozmadı ve her seferinde olduğu gibi bitiş düdüğünü göremedi. Yerine giren Tello "daha ölmedim" dedi 45 dakikalık performansı ile. Demesi lazım zaten, keza önümüzdeki yaz Şili ile G. Afrika'ya gitmeyi istiyordur malum. Sivok-Ferrari ikilisi sezonun başından beri büyük güven veriyor, yine öyle oldu. Hele önlerinde Fink ve Ernst varken rakip hücumcuları için önemli engel teşkil ediyorlar. Bir de kenarlarda Toraman ve formda bir Üzülmez varken iyice alan daraltılıyor ve ters kademe sorunu da azalıyor. Kısacası, özellikle bu altılı sahadaysa takım olarak iyi defans yapılacağını biliyor artık Beşiktaşlılar. Yalnız hücum açısından aynı şeyi söylemek halen zor, henüz tam form tuttuklarını söyleyemiyoruz. Ligin ilk yarısında kalan 4 maçta sadece Bursaspor karşısında zorlanacak gibi görünüyor Beşiktaş. İkinci devrede Delgado, Nihat ve Holosko'nun iyileşmesinin yanında bugünkü gibi bir Bobo gördüğümüz takdirde çok daha umut dolu bir lig bizleri bekliyor olacak. Umarız ki uzun yıllar sonra üç büyük kulübün de ligi son haftalarına kadar başa baş zorladıkları bir sezon olsun bu artık.


Son olarak taraftara da bir şeyler söylemek gerek; yine mükemmeldiler. Takımı baskı altına almadan desteklemeyi ve bir itici güç olmayı bildiler. Durum 3-0 iken bile Demirören aleyhine "küfürsüz" tezahürat yapmaları ise kalitelerinin altını çizdi. Demek ki sadece işler kötü giderken protesto yapılmıyormuş, hak edene her durumda müstahakmış. Birinin bunu başkana hatırlatması gerek...

21 Kasım 2009

7 Fark: Türkiye & Rusya


  1. Rusya'da lig şampiyonları genelde Moskova'dan çıkarken, özellikle son yıllarda bu ezberi Zenit St. Petersburg ve Rubin Kazan bozdu. Türkiye'de ise 6 Trabzonspor şampiyonluğu hariç tüm birincilikler İstanbul'a gitti.

  2. Sovyetlerin ardından futbolda Rus devrimi, bir zamanlar Fenerbahçe'yi de çalıştırmış olan Guus Hiddink'in milli takımın başına geçmesiyle başlar. Türkiye'de ise bu yolda ilk adımları atanlar milli takımda Sepp Piontek ve Galatasaray'da Jupp Derwall olmuştur.

  3. Türk takımları Avrupa'daki ortalama futbolculara gereğinden fazla para verir (Matteo Ferrari, Güiza, Juanfran, Jardel vs...). Sonuç olarak özellikle büyük kulüpler sürekli yüksek borç içinde yaşar. Ruslar ise Türkiye'de kariyeri vasat giden oyuncuları yüksek ücretle transfer eder (Fatih Tekke, Gökdeniz, Hasan Kabze, Stepjan Tomas). Belini petrol krallarına bağladığı için çok da sorun yaşamaz.

  4. Türkiye'de Galatasaray'ın UEFA Kupası şampiyonluğuna kadar uzanan patlaması, uzun vadede tüm lige ve milli takıma yansıdı. Rusya'da ise milli takımla paralel olarak (biraz da parasal destek ile) CSKA Moscow, Zenit ve R. Kazan gibi takımlar ön plana çıktı.



  5. Rusların öyle ya da böyle bir Şampiyon Kulüpler Kupası ve son 5 yılda 2 UEFA Kupası şampiyonlukları var. Bizimse tek UEFA kupamız, Şampiyonlar Ligi çeyrek finalimiz ve Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı finalimiz var.

  6. Türkiye 2000'de UEFA Kupası şampiyonluğunun ardından 2002'de dünya 3.sü oldu ve "artık zirveye gidiyoruz" havası esti. Bu başarıyı artırarak devam ettirecek bir genç nesil varken plansızlık yüzünden bu fırsat değerlendirilemedi ve 2004'te Letonya önümüze engel koydu. Rusya ise CSKA ve Zenit'in UEFA şampiyonlukları sonrasında 2008 Avrupa Kupası'nda yarı finale çıktı. Bizimkinden de daha yetenekli bir jenerasyonu varken Slovenya'ya elenerek 2010'daki Güney Afrika biletini kaçırdı.

  7. Türkiye liginin toplam değeri yaklaşık 758 milyar €; bu da ortalama bir kulüp değerinin 42 milyar € olduğunu gösteriyor. Bu rakam, en değerli dört kulüp (sırasıyla Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor) söz konusuyken 100 milyar €'ya yükseliyor. Rus liginin toplam değeri ise 720 milyar € iken ortalama kulüp değeri 45 milyar €. İlk dört kulübe baktığımızda (yine sırayla Zenit, CSKA Moscow, Kazan, Spartak Moscow) ortalama değerleri 93 milyar €.

19 Kasım 2009

İyi Kötü Çirkin

Fransızların yaptığına bir sıfat bulmak zor. Spor ahlakına uzaktan yakından hiç yakışmayan bir davranış diyelim kısaca. Topu elle kontrol eden kişinin Henry gibi örnek bir profesyonel olması, ayrıca onun da bu hareket hakkında sadece "sonuçta finallerdeyiz, önemli olan da bu" diyebilmesi olayı futbolseverler adına 2 kat daha üzücü hale getiriyor. Futbol işte, bazen adaleti yok. Bir tarafta Domenech geldiğinden beri irtifa kaybeden Fransa, öteki yanda da Trapattoni'nin gelişiyle önemli yol kat eden İrlanda... Daha önce İrlandalıların çıkmasını dilediğimi ancak bunun zor olduğunu belirtmiştim. Mutlu sona bu kadar yaklaşılmışken sözde "Tanrı'nın eli" araya girdi ve Trapattoni ile öğrencilerinin bir daha yaklaşmasının zor olduğu rüya gerçeğe dönüşemedi.

Tanrı'nın eli demişken, olaya bu açıdan yaklaşmak tam anlamıyla zavallılık. Tabii ki o da çirkin bir davranıştı ama en azından Maradona bu hareketinden 3 dakika sonra Dünya Kupası tarihinin en mükemmel golünü atarak İngilizleri her anlamda susturmayı başarmıştı. Dünkü olay ise denk giden bir maçtaki "iyi, kötü, çirkin" üçlemesine örnekti resmen. Bu durumda Fransa kötü, Henry ise çirkin duruma düştü. 1998 Dünya Kupası'ndan önce bırakın dünyayı, kendi halkı bile Fransa Milli Takımı'na saygı duymuyordu. Zidane, Thuram ve Barthez'in başını çektiği ekip ülkeyi futbola ve milli takıma tekrar ısındırmakla kalmadı; aynı zamanda tüm dünya tarafından soğuk ve antipatik olarak bilinen Fransızları birden sempatik hale getiriverdi. Hem sahada hem de saha dışında oldukça pozitif ve ılımlıydı çünkü bu ekip. Nitekim başarının devamı da geldi ve Euro 2000 kazanıldı. Bundan sonrasıysa tufan... O sıcak jenerasyonun en nadide parçası olan Zidane'ın önderliğindeki 2006 finali haricinde elle tutulur bir başarı yok. Akıllarda kalan bir teknik direktör hamlesini zaten ara ki bulasın. Kısacası artık kendi halkı tarafından sevilmiyor yine Fransa ve boş tribünlere oynuyor.

18 Kasım 2009

10 Numara

Forma numaralarıyla özdeşleşen futbolcular vardır bilirsiniz. Günümüzde 1'den 99'a kadar numara almak mümkün ancak eskiden ne forma arkasında isim yazardı, ne de futbolcuya özel numara vardı. 19. yüzyılın son zamanlarında doğan futbolda sırt numarası hepsinden ziyade mevki belirtmek adına vardı.

4-4-2 mi, 3-5-2 mi? Yoksa 4-3-3 mü, 4-2-3-1 mi? Tartışılır durur futbolda taktik konusu. Hepsi belli zamanlarda belli takımlara başarılar kazandırdı ama futbol ilk yıllarını yaşarken hiçbir taktik şimdi göründüğü gibi değildi haliyle. Güzel oyunun ilk düzgün oturtulmuş taktiği, yaklaşık 130 yıl önce yaygın biçimde (tabii o yıllarda yaygın kavramı Ada civarına denk) kullanılan ve görünüşü itibariyle "Piramit" adını alan dizilişti. Aşağıda da görüleceği üzere günümüzde oynanması neredeyse imkansız bir taktik. Kırmızı renkli oyuncuların ne görev yaptıklarını anlatmaya gerek yok, zira onlar adına çok da değişen bir hedef yok. Yalnız ilk bakışta şimdinin stoperi olarak görünen full back'ler, bu taktikte rakip kanat oyuncularını tutmakla görevliydiler. Özellikle FM'ciler bilir; şimdinin bekleri de her ne kadar görevleri sadece bu olmasa da aynı biçimde adlandırılır. Halfback'ler ise kalan hücumcuları durdurmakla görevliydi ve ortadakinin görevi aynı zamanda defans & hücum dengesini sağlayarak bir anlamda atak başlatmaktı.


Özellikle ilk yıllarında hızla gelişen futbolda bu modanın çok uzun sürmesi beklenemezdi. Zamanla "Piramit"in yerini Herbert Chapman'ın meşhur WM'si aldı, onun rüzgarı dinerken WW geliverdi. Bir zaman sonra Brezilya 4-2-4 ile efsane dönemine imza attı ve bu yıllardan sonra taktikler genel anlamda oturmaya başladı. Kısacası ilk yıllarından günümüze futbolda bloklar arasındaki tek yönlü futbolcuların yerini daha değişik varyasyonlara uyum sağlayabilen ve daha çok yönlü olanlar aldı. Böylece günümüzün 4-4-2'si ve 4-3-3'ünün temelleri atılmış oldu.

Şimdi de ilk paragrafa dönelim ve Piramit üzerinde sırt numaralarını gözlemleyelim. Kaleci haliyle 1 numara. Ardından fullback'ler 2 ve 3 numarayı alıyor. Halfback'lerden ortadaki çift yönlü arkadaş 4, diğer ikisi de 5 ve 6'nın sahipleri. Hücum hattı ise sağdan sola 7-11 arası sıralanıyor; yani en uçtaki forvet 9 numara, arkasındaki destekçi forvetler 8 ve 10, kanatlar da 7 ve 11 numara. Bu taktiğin yılların yardımıyla şimdiki 4-4-2'ye evrildiğini hatırlayalım ve o şablonu aklımıza getirelim bir de. Fullback'ler zamanla daha da kenarlara çekiliyor ama numaraları gelenekselliğini koruyor. Gary Neville, Ashley Cole, Glen Johnson, R. Carlos ve daha bir sürü bek oyuncusu halen 2 ve 3 giyiyor. Keza 5 ve 6 numaralı halfback arkadaşlarımız da yine zamanla stopere dönüşüyor; ki bunun örnekleri çok daha fazla. 4 numaralı olan yerinde kalıyor gibi. 8 numaralı eski "insider forward"ımız hemen 4'ün önüne yerleşiyor ve ikincil orta saha oyuncusu oluyor (Scholes, Gerrard, Lampard gibi). Bu ikilinin sağında 7 (Beckham, C. Ronaldo), solunda da 11 (Giggs, Duff, Riera) yer alıyor malum. Ve günümüzde de halen giymesi adeta zorunluymuş gibi pivot santrfor 9, onun arkasındaki anlı şanlı destekçi forvet de 10 giyiyor.

16 Kasım 2009

Ayıp

Ulusal Takımlarda Sakatlık

Önce Lampard'ın İngiltere Milli Takımı ile Katar'a giderken uçakta sakatlandığını öğrendik. Koskoca FA, ulusal takımını ekonomik sınıfta uçurmaya kalkışınca birçok futbolcunun bacaklarına kramplar girmiş, Lampard da neredeyse 3 hafta sahalardan uzak kalacak. Futbolda top yuvarlak demekle de yetinemiyoruz artık; takımıyla art arda 164 lig maçına çıkarak rekor kıran adam, federasyonun ihmalkarlığı yüzünden uçakta otururken sakatlanıyor! Bir başka sakatlık haberi de cumartesi akşamı Hollandalı Van Persie'den geldi. İtalya ile oynanan hazırlık maçında bacağını sahada bıraktı ve 6 hafta yok. Bu iki oyuncu, şu anda Premier League'te şampiyonluğun en büyük üç adayından ikisine mensup. Bugüne kadar aynı ekipler milli takımlara yolladıkları oyuncuların geri dönüşlerinde, pardon dönemeyişlerinde, büyük sıkıntılar yaşadı birçok kez. Bildiğim kadarıyla da federasyona yapılan bir itirazdan öteye gidilmedi. Şu kriz döneminde kulüpler "nereden kıssak" diye yoğunlaşmışken, sakat oldukları süre boyunca oyuncularına ödedikleri yüz binlerce Sterlin'in hesabını tabii ki yapacaklar. Sonuçta milli takımlar artık özellikle Avrupa'da ve nispeten gelişmiş ülkelerde milliyetçiliğin dışa vurulduğu bir mecra olmaktan iyice uzaklaştı ve bir prestij aracı haline geldi. Bu durumda federasyonların kulüp haklarına saygı göstermesi gerekir bana göre. Hiçbir kulüp sakatlanma riski hayli yüksekken oyuncusunu ulusal takıma göndermek istemiyor ve bunun karşılığında en azından riskini karşılayabilecek bir yaptırım sahibi olmak en doğal hakkı. Tabii bu durum için özellikle "baba" kulüplerin topluca hareket etmesi şart görünüyor. Zamanında elit bir "Avrupa Ligi" kurmak için toplanan ve UEFA tarafından kapatılan G-14 bu doğrultuda hareket etseydi çok daha farklı olabilirdi.

14 Kasım 2009

Çarşı Demirören'e Karşı

Bugünün en dikkat çekici haber başlıklarından biri, başını Alen Markaryan'ın çektiği 36 Beşiktaş taraftarına 1 yıl süreyle İnönü Stadı'na giriş yasağı konmasıydı. Sebep ise, İnönü'de oynanan son iki maç olan Denizli ve Wolfsburg maçlarında bu kişilerin çıkardığı olaylar ve yaptığı çirkin tezahüratlar. Genel olarak ele aldığımızda tribünlerdeki taşkınlıklara, sahaya yabancı cisim atılmasına, organize şekilde ve sürekli küfür edilmesine tabii ki karşıyız. Bunları yapan kişilerin bilhassa tespit edilmesini ve diğerlerine örnek teşkil edecek şekilde onlara yaptırım uygulanmasını da destekliyoruz. Yalnız bu sefer durum bu kadar saf değil. Öncelikle Alen liderliğindeki Çarşı, benim gözlemlediğim kadarıyla bu maçlarda öyle uzun uzun ve birilerini hedef alarak küfürlü tezahürat yapmadı veya bu derece men cezasını hak edecek kadar olay çıkarmadı. Demirören'i hedef aldılar elbette ama onun da kişilik haklarına veya itibarına (!) zarar verecek bir hakaret etmediler. Sadece onun istifasını isteyen, haklı olarak onu o koltukta görmek istemeyen, bu hakkı da arayabileceği tek yerde ve gerektiği şekilde arayan bir grup Çarşı. Sırf bu yüzden stattan men cezası almaları kabul edilecek bir durum değil. Bu durum sadece Demirören'in vasıfsızlığını ve çaresizliğini bir kez daha gözler önüne serdi ve onu daha da zayıflattı.

İkinci olarak Çarşı zaten birçok maçta küfürlü tezahürat yapan; özellikle de Fenerbahçe, Galatasaray, federasyon ve hakeme demediğini bırakmayan bir grup. Demirören bugüne kadar bunları görmedi de şimdi iğnenin ucu kendine dokununca mı akıllandı? Kendisi M. Denizli gelene kadar her sene takımın başarısızlığını gölgelemek adına federasyona ve hakemlere saçma sapan savlarla yüklendi, hatta komik bir sunum da yaptı kamuoyuna! Bu propagandaları sözde güçlendirmek için de tribünleri gaza getirmeye çalıştı ve onların bu yöndeki kötü tezahüratlarını görmezden geldi. Yani bir anlamda onları kullandı. Yazık, şimdi kendini kurtarmak için giriştiği bu hamle gerçekten acınası bir durum; yine ve yine "Beşiktaş Başkanı"na yakışmayan bir hareket.

Kulüp başkanları Anadolu'da genelde para ve nüfuzları sayesinde başa geçerler. Fenerbahçe ve Galatasaray'da bunun için kongrede yoğun manipülasyon gerekir; bürokrasiye bakar kısacası. Beşiktaş'ta da diğer iki büyük kulüpteki durum mevcuttur ancak o koltuğa oturmanız için taraftarı almanız şarttır. Diğer bütün kulüplerden çok daha gereklidir hem de. "Ahmet Dursun, Seba gitsin" diyen taraftar Serdar Bilgili'nin önünü açmıştı. Bilgili Çarşı'nın bulunduğu kapalı tribünü loca yapıp, Demirören de seçim döneminde bu durumu tersine çevireceğini vaad edince taraftarını arkasına alabilmişti. Anlaşılacağı gibi, Beşiktaş camiasında Çarşı zaman geçtikçe güçlenen bir unsur haline geldi. Bu güç büyüdükçe futbolcular ve kulüp başkanı üzerinde baskı kurma kapasitesi iyice arttı. Aziz Yıldırım kulüp çıkarları (ve tabii ki kendi çıkarları) için taraftar gruplarını karşısına alabilirken, Beşiktaş başkan adayı öncelikle tribünün de desteğini almak zorunda.

"Çarşı'nın istediği her zaman olur" demiyorum tabi ama onu arkasında hissetmek önemlidir Beşiktaş başkanının. Her zamankinden daha rahat iddia edilebilecek ve önlem alınmadığı takdirde daha da güçlenecek bir sav var ki; Beşiktaş başkanlığına taraftarla gelen yine onunla gidecek.

Milli Takım Kültürü

Halen Milli Takım'ın hocası belli olamadı ama federasyonun bundan sonra ince düşünülmüş ve iyi planlanmış hamleler yapması gerek. Kısa vadede herhangi bir turnuvaya katılabilmek yerine, uzun vadede ses getirecek bir ekol oluşturmak bunların en önemlisi. Tarihteki köklerine baktığımız zaman Hollanda denince “total futbol”u, İtalya’yı düşündüğümüzde ise katı defansif “catenaccio”yu anımsıyoruz ilk anda. Keza Almanya mücadele etmeyi, Brezilya takım hücumunu, son dönemdeyse İspanya üstün orta sahaya dayalı oyunu hatırlatıyor. Bu ülkeler sadece birkaç turnuvalık başarı hedeflemedi; daha geniş düşünerek akılcı bir ekol sayesinde başarıyı uzun yıllara yaydı. Milli Takımımız ise katıldığı finallerde anlık zaferler elde etti ama sistemsizlik sayesinde hiçbirinin devamını getiremedi. Terim’in istifasından sonra sağlam bir ekol planlayabilecek bir teknik direktöre ihtiyacımız var. Özellikle de hücum futboluna inanan, topu defanstan kontrollü biçimde çıkarabilen, mutlak orta saha hakimiyeti ile oyunu istediği gibi çift taraflı yönlendirebilen, sahanın her yerini kullanarak pas yapabilen ve top rakipteyken ona boş alan bırakmayan (sadece çok koşarak değil, iyi yer tutarak) bir felsefe hiç de fena olmazdı.

Son 8 Bilet


Yerküre üzerinde bir sürü futbol manyağı var ve hepimiz her hafta bir sürü maçı ya canlı ya da geniş özet halinde izliyoruz. Bazıları canımızı sıkıyor geçiyoruz; ama hepimizin hiç of çekmeden izlediği, TV başından kalkmak istemediği turnuvalar var: Dünya Kupası ve Avrupa Kupası. Hangisinin daha çekişmeli ve zevkli olduğu tartışılır da, Dünya Kupası hem tarihi hem de çeşitliliği açısından her zaman bir adım öncedir bana göre.

Ön elemelerde tüm dünyadan 23 ülke turnuvaya katılma hakkını kazandı şimdiye kadar. Ev sahibi Güney Afrika'yı saymazsak bugün Afrika'dan 3, çarşamba itibariyle de Avrupa ve G. Amerika'dan toplam 5 ülke daha bileti cebine koyacak. Katılma hakkı kazanan ülkeleri saymaya gerek yok, zaten tüm spor sitelerinde var. Bu arada hemen az önce Yeni Zelanda, Bahreyn'i eleyerek kupaya katılma hakkı kazandı.

Katılamadığımız Play-off'lara değinelim biraz da. Aşağıda koyuyla yazdığım ekiplerin turu geçeceğini düşünüyorum:

Rusya - Slovenya
Yunanistan - Ukrayna
İrlanda - Fransa
Portekiz - Bosna Hersek
Kosta Rika - Uruguay


Daha renkli bir turnuva olması açısından bu takımlar aynı zamanda gönlümden geçenler, İrlanda hariç... Fransa'yı geçip finallere dahil olmalarını isterdim ama imkansız olmasa da zor gibi gözüküyor. Bu arada Bosna da kusura bakmasın! Ne olursa olsun Ronaldo'lu bir Portekiz, böyle bir turnuvanın olmazsa olmazı.

Son olarak Afrika'da son grup maçları oynanıyor bugün. Gana ve Fildişi zaten finalleri garantilemişti. Kalan 3 gruptan Kamerun, Gabon, Tunus, Nijerya, Cezayir ve Mısır'dan üçü sevinen taraf olacak. Aralarından sadece Kamerun'u görmek isterim, diğerlerinden hangisi gelirse bana hava hoş.

11 Kasım 2009

Karaman Olayı

Hikmet Karaman'ın başına gelen son olaylara yaklaşımını takdir etmemek elde değil. Tamamen kuklalardan oluşan ve ne yaptığını kendisi de bilmeyen bir yönetim anlayışı... Ülkede futbol, kulüpleri kendi malları, aşiretleri veya siyasi rant unsurları olarak gören yönetimlere teslim edilmiş durumda. Duruma o kadar amatörce yaklaşıyorlar ki, karşılarına 40 yılın başı da olsa profesyonelce yaklaşan bir teknik direktör çıktığında iyice çaresiz kalıyorlar.

"Türk teknik direktörlere yeterince değer verilmiyor" diye bence doğruluk payı çok fazla olmayan bir tabir var. Daha doğrusu, asıl Türk antrenörler bu değeri yükseltmek bir yana, bu kirli sisteme boyun eğerek dolaylı yoldan kendi kendilerini değersizleştiriyor. Hiçbiri idealist davranıp uzun vadeli düşüneyim demiyor ve bir kulübe imza atarken kendini koruyacak maddeleri koydurtmuyor. Tüm bunların yerine neredeyse hepsi sisteme ayak uydurup "nasılsa buradaki ömrüm birkaç ay" mantığıyla hareket ediyor ve kısa vadeli hedefler koyuyor. Kapı önüne koyulunca da hiç sesini çıkarmadan kısa süre içinde sitemin başka bir çarkına doğru yol alıyor.


Sonuçta Karaman'a yapılan büyük haksızlıktır. Ankaragücü'nün resmen cezasız kalıp fesatlıkla sürdürdüğü lig macerasına yakışan bir davranış olmuştur. Umarım Hikmet Karaman yönetimin baskılarından yılmaz ve bundan sonra tüm "yeterince değerli olmayan" Türk antrenörlere güzel bir örnek teşkil eder. En nihayetinde her zaman teknik/taktik anlamda değil, biraz da sosyal anlamda devrimcilere ihtiyacı var futbolumuzun.

10 Kasım 2009

Karizma

Fazla söze gerek yok; böylesi bir üstün karizmaya sahip, bir oturuşu ve bakışıyla "bu ortamın lideri benim" diyebilen biri daha gelmedi 71 yıldır...

9 Kasım 2009

Avrupa'da Gol Krallığı

An itibariyle Avrupa'nın 5 büyük liginin gol kralları:

Torres (Liverpool) 10 gol
Kiessling (Leverkusen) 8 gol
Di Natale (Udinese) 9 gol
Nene (Monaco) 9 gol
Ibrahimovic & Messi (Barcelona) 7 gol

Söylemeden geçmeyelim; Barça'daki takım oyunu burada bile kendini gösteriyor. Adamlar gol krallığını bile paylaşarak oynuyor! Bu arada bizim büyük (!) ligimizin en golcüsü de Kayserili Makukula.

7 Dakika

Tuncay'ın dünkü Hull City - Stoke City maçında oyuna 81. dakikada girip 88'de oyundan alınması gündemde bugün. Olaya taktik açıdan bakmak yerine hakkaniyet (!) ve duygusallık karışımı bir çerçeveyle durum değerlendirmesi yapan medyamız da haliyle Tuncay'ın hocası Tony Pulis'e yükleniyor. Tuncay Türkiye'nin en yetenekli futbolcularından biri, bunda da herkes hemfikir. Hangi futbolcu olursa olsun o durumda sinirlenir ama Pulis de günün sonunda takımını ve o deplasmandan alınacak puan(lar)ı düşünmek zorunda. Adam oyunun son birkaç dakikasına 1-1'lik skor ile girerken defansından bir oyuncu kırmızı kart görüyor. Yapacağı şey basit; halen oyuncu değişiklik hakkı varsa hücumdan birini çıkarıp defans adamı sokar ve mümkün olduğunca topu ileride tutmaya çalışır. O anda Tuncay ile birlikte Dave Kitson da sahadaydı ve ilk bakışta o da oyundan çıkabilirdi dakikalar 88'i gösterirken. Ancak fiziği ve top tutma meziyetleri bakımından 10 kişi girilen son dakikalar için Tuncay'dan daha idealdi, çünkü FM tabiriyle Tuncay'dan daha fazla "target striker" idi. Durum bu kadar basit.

Muhsin Ertuğral #2


''Benim futbolcularımın bu olayda bu kadar sinirlenmelerine bir anlam veremiyorum. O insanlar da buraya geliyor ve burada deşarj oluyor. Ben de kulak misafiri oldum, o kadar ağır konuşulmadı. Bu, dünyanın her tarafında olan birşey. Biraz duygusal yaklaşılıyor. Her zaman söylediğim gibi duygusallık Türk futbolundan biraz daha inmezse hepimiz sorun yaşayacağız. Başarılı olmak istiyorsak biraz bu duygusallığı kenara atıp, işimize bakıp profesyonel olmak zorundayız.''

Ertuğral, takımının 4-2 mağlubiyeti ile sonuçlanan Sivas - Kayseri maçının ardından futbolcuları ile bazı taraftarlar arasındaki tartışmayı değerlendiriyor. Geçen haftaki Galatasaray maçının ardından bu hafta da ligin "farklı" renklerinden biri olduğunu belli etti. Böyle mantıklı düşünebilen adamlar lazım bize; keza körü körüne bencillikten ve gereğinden fazla "taraf" olmaktan bir fayda görmedik bugüne kadar.

8 Kasım 2009

Mazi

Efsane menajer Brian Clough'ın efsane takımı Nottingham Forest, halen futbol tarihinde birinci lig şampiyonluğundan daha fazla Avrupa Kupası sahibi olan tek takım! Clough ile Premier League'deki ilk yılları olan 1977-78 sezonunda ligi şampiyon bitirmişlerdi. Ardından gelen iki sezonda şampiyon olamamış, ancak ikisinde de Şampiyon Kulüpler Kupası'nı almayı başarmışlardı bilindiği üzere.

Clough'ın 1993'teki istifasına kadar parlak günlerinden uzaktılar, o bıraktıktan sonra da küme düşüp bir daha toparlanamamışlardı. 2008'de Coca Cola Division 1'ı (3. lig gibi yani) 2. bitirip Championship'e yükseldiler. Geçen sezonu inişli çıkışlı idare edip 19 bitirdiler. Bu sezon daha da iddialılar; 16 maçta toplanan 25 puan ile ligin 8. sırasındalar.

Geçmişte bu derece anlatılacak hikayeleri olan bir kulübün Premier League'e yükselmesi ne kadar güzel olurdu. Keşke yine gelseler de ligin zirvesini onca yıl sonra tekrar karıştırsalar, ancak büyük kulüplerin diğerleriyle aralarındaki uçurumun eskisinden çok daha açık olduğu günümüzde bu tip şeyleri başarmak o kadar da kolay değil işte...

Tam bu noktada; biz Baba Hakkı'yı, Metin Oktay'ı, Lefter'i ve daha nice efsaneyi ne kadar yüceltebiliyoruz? Bu devlere dair ne kadar yazıyoruz, ne kadar kitap çıkarabiliyoruz? Nesilden nesile ne kadar örnekleyerek iletebiliyoruz? Halbuki futbola yeni başlayan bir gencin ruhunda bu devleri hissetmesi onu mesleğine ve kulübüne daha da aşık etmez mi? Onlar için oynamaz mıydı ne kadar yorgun olsa da?


Her takımın köklerinde illaki bir kahraman, bir ilham verici lider vardır. Büyüklüğü tartışılır, ama o vardır... Ve her takım şampiyon olacak diye bir durum yoktur ama bazen öyle bir an gelir ki, oynanan maçın ne kadar önemi olmasa da futbolcu o dev için döker terini. Geçmişini hatırlar, kulübünün köklerine uzanır ve bu değerleri korumak adına savaşır. Tabii bunun için öncelikle o geçmişin güzelce bilinip değerlendirilmesi gerekir, umarım Nottingham'lı oyuncular bu sene bu ruhu taşıyorlardır...

IMF

"Yorum Farkı"

Chelsea - Man. Utd. maçı az önce bitti ve 1-0 ev sahibi lehine sonuçlandı. Ada'da "Big Four"un kendi arasında oynadığı maçların zevksiz geçmesini hiçbir futbolsever beklemiyor artık. Tıpkı Eduardo Galeano'nun dediği gibi, bir futbol dilencisi edasında ekranın başına geçip ülkemizde eşine zor rastladığımız "rally"lere, mücadelelere, taktiksel tutarlılıklara hayran hayran bakıyoruz. Yine öyle oldu, az gollü ama gayet çekişmeli bir maçtı.

Maçın gidişatı bir yana, en çok dikkatimi çekenlerden biri Melih Şendil'in İbrahim Altınsay ile ortaklaşa anlatımıydı. Pozisyonlar hakkında gayet subjektif yorumlara girdi, fikrini belirtti ve Altınsay ile zaman zaman şaka yollu anlatıma girmekten de kaçınmadı Şendil. Yani zaten zevkli geçen bir mücadeleye ayak uydurup hem kendi zevk aldı hem de ekran başındakileri sıkmadı.

Ligimizde zaten maç öncesi ve devre arası haricinde yorumcuyu olaya dahil etme gibi bir durum yok. Spikerlerimiz de (Şendil dahil) kuru kuruya maç anlatıyor. "X aldı, pasını verdi, Y'den hoş bir çalım, vurdu ve aut..." Maç anlatımında tüm olay bundan ibaret olmamalı halbuki, tıpkı Okay Karacan'ın Aceto'da bahsettikleri gibi. Gerçek şu ki, Türkiye'de teknik direktörler ve futbolcular kadar olmasa da spikerler ve yorumcular da yoğun baskı altında aslında. Herhangi bir yerde topluca maç izleyen herkes şahit olmuştur buna: takımın yenikse veya kötü oynuyorsa yapılan her yoruma adeta havadan nem kaparcasına paranoyakça yaklaşır burada insanımız. Spikerin (ve varsa yorumcunun) söylediği her söz onun takımının aleyhinedir (!) çünkü.

Kısacası kamuoyu baskısı yüzünden memlekette maç anlatımı da dolaylı yönden kısıtlanmakta. Bununla kalsa yine iyi, Şampiyonlar Ligi'nde veya Doğan Medya Grubu'ndan herhangi bir kanalın yayınladığı her maçta İlker Yasin, Emre Tilev, Ertem Şener gibilerine mahkum kalmak daha da kötü. Halkın geneli buna daha alışkın ve bunu istiyor çünkü. Buna göre; yapılan yorumlara kafa yormak ve düşünce üretmek kenarda dursun, bağırıp çağıran ve sözde heyecan yaratan spikerler iş görür işte...

Abdullah Avcı


Hiç taraftarı olmayan bir futbol takımını düşünün. Tek bir taraftarı bile olmayan, hatta yöneticileri bile belki de aynı şehre mensup üç büyüklerin taraftarı olan bir takımı... O ülkenin en yetenekli, karakterli ve gelecek için umut veren teknik adamlarından birinin neden o takımdaki art arda 4. sezonuna başladığını düşünün bir de.

Bahsettiğim teknik adam, İstanbul B.Ş. Belediyespor teknik direktörü Abdullah Avcı. Bundan bir önceki durağı ise bilindiği gibi U-17 Milli Takım teknik direktörlüğüydü, şanssız bir biçimde dünya 4.lüğü ile biten. Henüz kısa kariyerini incelendiğinde Avcı'nın halen Belediyespor'da bulunmasının tek bir sebebi göze çarpıyor: baskıdan uzak kalmak. 46 yaşına gelmiş bir antrenör için biraz uzun görülebilir bu süreç, ancak bahsettiğimiz ülke Türkiye olunca aslında o kadar da yanlış bir karar değil.

Ne olursa olsun, futbol ne kadar endüstriyel hale bürünse de, bir kulübün tüm çarklarının dönmesini sağlayan temel etkendir taraftar (teknik teknik bazda değil tabii). Taraftar olmadığı sürece 34 haftanın tamamı deplasman havasında geçtiğinden motivasyon bir kat daha zorlaşır. Bunun yanında kulüp, ticari anlamda gerek ürün satışlarından, gerekse maç hasılatlarından doğacak olan gelirden mahrum kalır. En önemlisi de, kulüp lehine kamuoyunun neredeyse hiç olmaması yüzünden ne TV geliri olur, ne de popülaritenin sözü edilir.


Bu tarz bir kısır döngüden kurtulmanın anahtar rolü, 1987 yılında O. Lyon mucizesinin temellerini mükemmel biçimde atan Aulas modelini uygulamaktır. O sıralarda Lyon, pek de fazla taraftarı olmayan bir ikinci lig kulübüydü. Aulas'ın uzun vadeli akıllı hamleleri ve Lyon şehrinde başarılı sayılabilecek bir futbol takımı bulunmaması sayesinde kulübün popülaritesi yıllar geçtikçe arttı. Önce şehrin, sonra da Fransa'nın en saygın ve takip edilen kulüplerinden biri haline geldi. İşte tam da bunu global bazda pekiştirmek için önemli fırsatları varken Avrupa'daki başarının Ş.L.'de çeyrek finalden öteye gidememesi sonucu şimdilik duraklama dönemindeler.

Buraya kadarki kısım işin futbol kulübü bazındaydı. Lyon'daki gibi uzun vadeli başarı planları kurulmadığı sürece Abdullah Avcı gibi birinin İ.B.B'de çalışması, onun kendi gelişimine büyük önem verdiğini gösterir. Yukarıda bahsettiğim kamuoyu eksikliği tam da bu noktada teknik adamın lehine oluyor işte. Takımı birinci lige çıkarıyorsunuz ve sonrasındaki 2 yılda ligi 12. ve 9. bitiriyorsunuz. Orta sıra takımısınız yani. Avcı bu sezonları 15. sırada tamamlasaydı da takımın başında kalırdı büyük ihtimalle, çünkü onun performansı üzerinden memnuniyetsizliğini dışa vuracak bir taraftar/medya kamuoyu yok etrafında. Yani çalışma ortamı özellikle Türkiye standartlarında çok çok sakin ve rahat aslında. Kendine güvendiği ve gelişiminin sürdüğüne inandığı sürece, takımla da sefilleri oynamıyorsa devam etmesi çok doğal Avcı'nın.

Özetle, Belediyespor'un Türkiye'nin Lyon'u olacağını iddia edemeyiz, ama Abdullah Avcı'nın ülke futbolunun geleceğinde büyük bir rol üstleneceğini söylemek ütopik olmaz. Şu ana kadar kariyerinde hep teknik/ticari anlamda kısıtlı imkanlara sahip ama baskıdan uzak ortamlarda çalıştı. Önümüzdeki dönemlerde de kendi gelişimini daha ileri taşımak adına imkanları daha fazla olan kulüplere geçiş yapmasını bekliyoruz, tabii ki kamuoyu baskısını idare edebilmeyi göze alarak. Kaldı ki kendisinde o karizmanın yeterinde var olduğunu görmek zor da değil.

5 Kasım 2009

Arsenal Kimin Olacak?

İyiden iyiye endüstriyelleşmiş Ada futbolunda son kale de yıkılmak üzere. Roman Abramovich'in başlattığı "moda"nın ardından Manchester United Malcolm Glazer'ın, Liverpool da Gillett&Hicks ikilisinin himayesi altına girmişti. Arsenal'in de bu akıma çok uzun süre dayanmasını düşünmüyordu sanırım hiç kimse.

Arsenal'in sahibi olmak için yarışan üç aday var. Birincisi, son bir yılda yaptığı üst üste alımlarla bu yarışta en iddialı duruma gelen Amerikalı iş adamı ve Arsenal Yönetim Kurulu Üyesi Stanley Kroenke. Resimde görülen soldaki bıyıklı amcadır kendisi. Yaklaşık 1 yıl önce hisslerdeki payı %12'lerdeydi, ancak son yatırımlarıyla beraber bu rakam tam %29,6'ya çıktı. İngiltere borsasında kurallar gereği hisselerin %29,9'una ulaşan kişi/kurum, kalan hisseleri de satın almak için teklifte bulunmak zorunda kalıyor (muhtemelen tekelleşmeyi engellemek adına bir kanun). Kroenke'nin hedefinin de bu olduğu açık; hisselerin tamamını almak için parası varsa da, ki zaten vardır, bu noktadan sonra işin peşini bırakmaz.

Hisse çoğunluğu açısından Kroenke'yi takip eden kişi ise %25 civarındaki payıyla Rus iş adamı Alisher Usmanov. O da son zamanlarda Amerikalı'nın hamleleri karşısında sessiz kaldı, halbuki geçtiğimiz yıla kadar bu yarışta en çok adı geçen kişiydi. Üçüncü yarışçı ise artık pek de hevesli olmayan ve %16 civarında payı bulunan Lady Nina Bracewell-Smith.

3 Kasım 2009

Beşiktaş 0-3 Wolfsburg


Tahminlerim arasında bir galibiyet şansı azdı bizimkiler için ama bu kadarını da beklemiyordum. Kısaca ön plana çıkanları değerlendirmek gerekirse, Ernst'in takım için önemi bir kez daha anlaşılmış oldu. Orta sahaya ve takım geneline olağanüstü değer katan bir oyuncu. Wolfsburg'ta da bugün mükemmel oynayan ve takımına iki yönlü katkıda bulunabilen bir Misimovic olunca orta saha hakimiyetini tamamıyla rakibe kaptırdı Beşiktaş. Hatta 26. dakika itibariyle tam %100'lük bir pas yüzdesiyle oynuyordu Wolfsurg; yani Beşiktaş orta sahasının dirençsizliği o dakikada belli etmişti kendini. Kanatlar her zaman olduğu gibi etkisiz, bekler de yine her zamanki gibi hücuma desteksizdi. Tabii bu noktada Wolfsburg'un etkili takım savunmasını ve alan paylaşımını da göz ardı etmemek gerek. Zaten formsuz olan hücum oyuncularımızı iyice etkisiz kıldılar bu sayede.

İlk golde Misimovic'in neredeyse 3-4 metre etrafında hiçbir Beşiktaşlı yoktu. Çok rahat bir şekilde uzaktan güzel bir şut attı Bosnalı ve başarılı oldu. İkinci gol ise tam saçmalık. İlk pozisyondan sonra Hakan'ın yerinde kalması gerekirdi. Bu dakikada oyun zaten bitti; takım motivasyonu sıfırlandı, taraftar yine (haklı olarak) yönetime yüklendi ve üçüncü gol geldi.

Olumlu bir nokta; Fink'in performansı arttıkça takımı daha iyi etkileyecek gibi geldi bana. Atağa verdiği destekle takımın ağırlık noktasını zaman zaman ileri taşıyabildi. Ernst ile birlikte çok daha dirençli, dengeli ve çift yönlü bir BJK orta sahası oluşturacakları kesin.

Günün diğer ilgi çekici sonuçlarına gelince... Man. Utd. evinde CSKA'dan zar zor 1 puan kurtarabildi. Bordeaux Bayern'i Almanya'da da geçti ve 2 maçta puan koklatmadı. Fransız ekip geçen seneki performansının da üstüne koydu bu sezon. Grupta 10 puanla lider durumdalar. Marsilya Zürih'i topa tuttu; 6-1. Bir sonraki maçta Milan deplasmanına gidiyorlar, grubun gidişatını belirleyen çok önemli bir 90 dakika olacak. Milano'da ise devler yenişemedi. Bu grup çok enteresan oldu. Zürih sonuncu olur da, ilk üç nasıl sıralanırsa sıralansın şaşırmayacağım. Son olarak olaylı maçta Chelsea A. Madrid'e kaybetmedi ve Porto'yla birlikte 2. turu garantiledi.

2 Kasım 2009

Diyarbakırspor ve Açılım

Kimse kusura bakmasın ama Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer'in kararı tam bir aşiret ağasınınkini andırıyor. Olayların olduğu akşam (dün) konu hakkında yönetim kurulundan genel olarak ters yönde fikir geldiği bilgisini almıştık, ancak başkan diretmişti "yönetim kurulunun tam desteğiyle alınmış bir karardır" diye.

Olayın iki boyutu var: tribünlerden gelen ırkçı tezahüratlar ve hakemlerin genel olarak Diyarbakırspor aleyhine kararları... Ligden çekilme gibi önemli bir kararın alınmasında bu iki etken öne çıkıyor. İlki tartışılır ama hakemleri bu işe karıştırmak biraz acizlik ve tecrübesizlik gibi geliyor bana. Olayın etkisiyle ve tetiklemesiyle söylenmiş bir söz olarak algılıyorum.

Ligden çekilme kararının arkasındaki asıl etken ırkçı tezahüratlar, malum. Hiçbir şekilde hoş görülür yanı yok tabii ama bu kadar kolay pes edilmemeliydi, ligin başı-sonu-ortası fark etmez. Siyasetin futbola karışmasına kesinlikle karşıyım, illaki karışıyor maalesef. Ancak sonuçta nasıl ki her Anadolu kulübü barındığı şehri temsil ediyorsa, Diyarbakırspor da Kürt nüfusun yoğun yaşadığı Diyarbakır'ı temsil ediyor. Trabzonspor denince Karadeniz sempatikliği aklımıza geliyor. Eskişehir maziyi, Kayserispor ise haliyle girişimci Türk insanını hatırlatıyor belki de. Diyarbakırspor ise siyasi gündemden ötürü Kürt sorununu akıllara getiriyor hemen. O tezahüratları yapan birkaç kendini bilmez, maçın da verdiği heyecanla söylediler o sözleri belki de ama Diyarbakırspor'u dışlamak, bir halkı ve bir şehri Türkiye'den dışlamakla eşdeğer (Mehmet Demirkol'un dediği gibi).


Sonuç olarak, Kürt sorunu hem siyasette hem sporda bu kadar gündeme çıkmışken Diyarbakırspor ileri adım atmak yerine geri çekilince önemli bir fırsatı kaçırıyor bana göre. Sadece kendi adına değil, Türkiye adına bir fırsat belki de. Halbuki bundan sonra her maçına inadına bir fair-play ruhuyla çıkıp, "ben de çemberin içindeyim, dışında değilim" diyebilmeli Diyarbakırspor yönetimi. Tüm çirkinliklere kulağını tıkayıp ayakta durabilmeli, geri adım atmamalı. Ligden çekilme kararı hiçbir şey kazandırmıyor nitekim, puandan öte şeyler kaybettiriyor hatta.

Son olarak futbol dışı bir yorum yapmak gerekirse, çok hassas bir dönemden geçiyor Türkiye. Doğu'daki ekonomik, sosyolojik ve altyapısal sorunlar çözülmediği, en azından bu alanlarda yol katedilmediği sürece Kürt sorununun ortadan kalkacağına inanmıyorum. Kürt açılımı bu soruna yalnızca destek verecektir ama özellikle ekonomik problemler çözülmediği sürece açılım da kısa vadeli etki gösterecektir kanımca. Hükümet tarafından atılan adımlara hem DTP hem de muhalefet kanadından art niyetle yaklaşan da az olmadı ama her kesimi tatmin edecek bir çözüm yolu varsa, o da bu açılımı ekonomik ve altyapısal açıdan destekleyebilmektir. Uzun vadeli ve kalıcı çözüm ancak bu şekilde sağlanabilir gibi geliyor bana.

1 Kasım 2009

Dostoyevski

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...