Subscribe Twitter Twitter

28 Şubat 2009

Futbol ve Siyaset

Yerel seçimler yaklaştı da tüm partiler miting derdine düştü ya artık, kim nereye giderse ayrı bir samimiyetsizlik ve sözde "halktancılık" sergiliyor. Kitlelere hitap etmenin en kolay yollarından biri futbol ve Türkiye de malum bir futbol ülkesi olunca, güzel oyun bir anda propaganda uğruna oyuncağa dönüşüveriyor.

Futbolun halka hitap etme yolunda kullanılışına ilk kez tanık olmuyoruz tabiî ki. 1934 Dünya Kupası'nı İtalya kazanırken Mussolini'nin tezgâh altından çevirdikleri halen karanlıkta. Aynı şekilde 1978'de Arjantin'de halkı uyutmaya çalışan dikta rejimi, milli takımlarını şampiyonluğa ulaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Milan'ın sahibi ve İtalya Başbakanı Berlusconi'nin partisinin adı da futbola çok benzer: Forza Italia. Ayrıca Balkanlar'da gördüğünüz ve adı "Dinamo" ile tüm kulüpler, Soğuk Savaş döneminde komünist rejim altındaki "Gizli Servis"ler tarafından açıkça kullanılmışlardır.

Sonuç olarak ne sağcıyız ne solcu!.. Faşist, komünist, veya şimdiki gibi kapitalist hegemonya tarafından maşa olarak kullanılsa da; güzel oyunun teknik anlamda özünün bozulabileceğini, milyonlarca futbolseverin elinden koparılabileceğini veya tadı değişecek seviyede kötüye evrileceğini sanmıyorum. Tüm sistemler doğduğu gibi nihayet ölür ama dünyada futbola aşık tek bir kişi kalsa bile umut vardır. Böyle milyonlarcası varsa da umutsuz olmak için henüz erken!

Fenerbahçe - Sivasspor

Fotoğraf çok şey anlatıyor aslında... İlk devre oynanan ve 2-1 Sivas'ın üstünlüğüyle biten maç öncesinde Bülent Uygun Aragones'in elini sıkmak istemiş, Dede ise onu tanımayarak bu harekete tepkisiz kalmıştı! Bugün ise işler çok değişti tabiî; zira Uygun, bu akşam alabileceği bir galibiyetle İspanyol hocanın Türkiye macerasını, pardon tatilini sonlandırabilir.

Sivasspor ligde tam 11 maçtır yenilmiyor ve bu süreçte sadece 6 puan kaybetti. Fenerbahçe ise ligdeki son 5 maçından sadece 1 galibiyet çıkarabildi, o da Hacettepe'ye karşı oynanan maçta...

27 Şubat 2009

Veteran 11

Yeni bir konsepte başlıyorum bu postla birlikte: ütopik ilk 11'ler. Serinin ilkinde 35 yaşını doldurmuş ve hâlâ aktif futbol hayatına devam eden futbolculardan bir ilk 11 oluşturdum (o yüzden Del Piero ve Scholes gibileri nerede diye sormayın!).

Futbola olan yoğun ilgimi '98 Dünya Kupası'ndan önce ve sonra olarak ikiye ayırabilirim. Öncesinde ilgi alanım çoğunlukla Beşiktaş ve Türkiye ligi üzerineyken, Fransa 98'den sonra bu ilgim yavaş yavaş Avrupa ve tüm dünya futboluna doğru genişledi ve vazgeçilmez bir hâl aldı. İyi ki de aldı!.. Aşağıdaki futbolcular, işte tam bu dönüm noktasında kariyerlerinin olgunluk çağına girmek üzereydi. Kimi genç yaşta yaptığı çıkışı büyük takımlarda zirveye doğru taşırken, kimi de yetiştikleri ve parladıkları takımdan bir basamak atlayarak Avrupa'nın devlerine geçiş aşamasındaydı. Birçoğu halihazırda dünyanın en formda ve önde gelen futbolcuları arasındaydı. Dolayısıyla futbol dünyasına gözümü ilk açtığımda onları gördüm ve halen de yıllanmış şarap misali görmekteyim. Bizde 30 yaşına gelen adama "bırak artık" denirken el oğlu 35'inden sonra neler yapıyor işte...

Belirtmeden olmaz; taktiğimiz klasik 4-4-2 ve bildiğimiz FM jargonuyla mevkileri de yazıyorum:



Edwin Van der Sar (GK / 38 / Man. Utd.): United'ın ligde gol yemeden oynadığı 14 maçın tamamında kaledeydi. Tek gol yedikleri son Blackburn maçında da kaleyi Polonyalı Kuszczak korudu! Kısacası Hollandalı lige hâlâ gol yemeden devam ediyor ve kariyerinin zirvesinde.

Javier Zanetti (DR / 35 / Inter): Inter'de Moratti'nin FM oynar gibi kurduğu kadroda yıllardır sayısız futbolcu değişti ama kaptan değişmedi. Sağ kanat, orta saha, sol bek gibi çeşitli yerlerde oynadı ama ben onu ilk tanıdığım sağ beke layık gördüm! Şimdilerde Inter'de o mevkide Maicon oynasa da Arjantinli kendine orta sahada yer bulmayı başardı.

Fabio Cannavaro (DC / 35 / Real Madrid): Fransa 98'de Nesta ile birlikte İtalyan savunmasını geçilmez kılmışlardı. Kaptan olarak 2006'da Dünya Kupası şampiyonluğun da tattı. Aynı yıl FIFA Yılın Futbolcusu ve Ballon D'or ödüllerinin de sahibi oldu. Halen Madrid'te savunmanın değişmez isimlerinden.

Paolo Maldini (DC / 40 / Milan): Bu kadro açıkçası onsuz düşünülemezdi. Giriş paragrafında yazdıklarımdan fazlası geçerli onun için. Hatta Maldini'yi takım kaptanı ilan ediyorum! O günlerden beri kariyerinin sonlarına yaklaşan futbolcu modeliydi ama o her geçen yıl daha da gençleşti. Fazla söze gerek yok sanırım...

Roberto Carlos (DL / 35 / Fenerbahçe): Mahalle maçlarında genelde abanmak yoktu bilirsiniz! Kaleye abanan adam da çoğu zaman dağları taşları bulurdu, "Carlos musun oğlum" sözleri geç kalmazdı. O günden beri ne zaman sol bek dense akla ilk R. Carlos geldi işte.



Pavel Nedved (AMR / 36 / Juventus): Tanıdığım ilk birkaç yıl boyunca solak sandım onu, olmadığını öğrenince de çok şaşırdım. Çek futbolcu iki ayağını da aynı oranda muhteşem kullanırdı, ki hâlâ da öyle. Juve Serie B'ye düşünce takımı bırakmayarak yüreğinin de yeteneği kadar büyük olduğunu kanıtlamıştı.

Claude Makelele (DMC / 36 / PSG): Real Madrid onu Chelsea'ye yolladığı için halen bin pişman olmalı. Oynadığı sürece 10 numaraların arkasını çok güzel topladı, takımın işçiliğini yaptı. Defansif orta sahanın devri kapanırken neslinin son temsilcisi olarak kariyerine Fransa'da devam ediyor.

Luis Figo (AMC / 36 / Inter): Forvet arkası, sağ kanat, sol kanat derken keriyeri adam geçmekle ve ince ayar pas atmakla geçti! Galacticos'un ilk üyesiydi ve ona verilen paranın hakkını her zaman verdi. Her zaman en beğendiğim futbolcular listesinde başlarda yer alır.

Ryan Giggs (AMR / 35 / Man. Utd.): Hayatımda aldığım ilk formanın arkasında onu ismi yazıyordu. Takımı ile alınmadık kupa bırakmadı Galli futbolcu. Bu yaşına kadar Premier League gibi mücadeleci bir ligde sezonluk 30 maç gibi bir ortalamayla oynaması, profesyonelliğini anlatmaya yeterli sanırım.



Henrik Larsson (FC / 37 / Helsingborg): Tam anlamıyla efsane bir kariyer... Gittiği her takımda illaki kendinden iz bırakabilen bir futbolcu. Futbola veda etmeden önce kendisini yetiştiren takıma vefa borcunu ödüyor ve 2010 Dünya Kupası için İsveç Milli Takımı'nda yer alabileceği konuşuluyor.

Filippo Inzaghi (FC / 35 / Milan): Açık konuşayım, bu futbolcuyu hiçbir zaman sevemedim. Bir kez bile samimi gelmedi bana ama insan her oynadığı takımda da leblebi gibi gol atmaz ki! 2007 Şampiyonlar Ligi finalinde de kupayı getiren 2 golün sahibiydi. Şu aralar Milan'da Pato'nun arkasında yedek bekliyor.

26 Şubat 2009

Son 16'da İlk Ayaklar

Chelsea - Juventus: 1-0
Villareal - Panathianaikos: 1-1
Sporting Lisbon - Bayern Munich: 0-5
Atletico Madrid - Porto: 2-2
Lyon - Barcelona: 1-1
R. Madrid - Liverpool: 0-1
Arsenal - Roma: 1-0
Inter - M. United: 0-0

Kuralar açıklandığında tur atlayacağını tahmin ettiğim takımlardan Juventus, Atletico ve Villareal haricindekilerin işi yolunda gitti. Rövanş maçlarının çok daha zevkli geçeceği kesin, hele Old Trafford'ta ve Anfield Road'ta ev sahiplerine sürekli saldıran birer Inter ve Real Madrid izlemek çok güzel olacak.

25 Şubat 2009

Real Madrid 0-1 Liverpool

Tam dünkü maçtan sonra bugünkünde de mi gol göremeyeceğim derken Benayoun imdada yetişti. Gerçi iki maçta da seyir zevki aşağılarda kalmadı ama futbolda golün yeri her zaman bir başka.

Açıkçası Liverpool sempatizanıyım ve bu maçta da doğal olarak onları tuttum dolayısıyla. Artık Benitez yönetiminde alıştığımız o kontrole dayalı, disiplinli, alan daraltan ve bol paslı sistemini sahaya yansıttı Kırmızılar 90 dakika boyunca. Şampiyonlar Ligi'nde yıllardır istikrarlı biçimde başarılı olmalarının altında da bu oyun sistemi yatıyor zaten, çünkü bu turnuvaya çok uygun. Takım halinde bu disiplini korumayı başarınca da genel olarak sahada ön plana çıkan isim olmuyor (Benitez'in Valencia'dayken uyguladığı sistem de aynen bu şekilde disiplinli takım oyununa dayalıydı zaten). Yalnız F. Aurelio 90 dakika boyunca o kanatta Robben'e nefes aldırmadı ve sürekli top kaybı yaşattı, bunu da ayrı olarak belirtmemek olmazdı.

Sonuç olarak kaptan Gerrard'ın da sahada olacağını düşünerek Liverpool'un Anfield Road'ta çeyrek finale yükseleceğini düşünüyorum.

Kalemtıraş


Inter 0-0 Man. Utd.

Maçın ilk yarısı Kızıl Şeytanlar'ın hakimiyeti aldında geçti diyebiliriz. Sir Alex 5'li ve çok varyasyonlu bir orta sahayla çıktı Guiseppe Meazza'ya. Defansın önünde Carrick ve Fletcher, onların biraz önünde Giggs, kanatlarda da Ronaldo ve J. S. Park yer aldı. Özellikle Giggs ve Fletcher'ın maç içerisinde kanat adamları ile sık yer değiştirmeleri, buna ek olarak Berbatov'un da ileride çakılı kalmayarak orta sahaya fazlasıyla yardım edişi Inter'i maçın büyük bölümünde zora soktu. Ferguson, Park'ın yerine Rooney'i oyuna sokunca bu planın biraz daha agresif versiyonunu sahaya yansıttı, ama durumdan çok da rahatsız değildi ki bu değişikliği ancak 77. dakikada yaptı. Inter ise kendi sahasında oynamanın avantajını kullanamadı. Julio Cesar'ın kritik kurtarışları olmasa ne olurdu bilinmez. Ibrahimovic ise hayal kırıklığı yarattı bende açıkçası, yorgunluğu her halinden belliydi. Özetle, turu geçen tarafın United olacağına dair fikrimi halen destekliyorum.

Bu arada Ertem Şener gerçekten insanın maç izlerken konsantrasyonunu dağıtıyor, bir kez daha farkettim! Meğer Berbatov İngilizce'yi, Godfather'ı defalarca izleyerek öğrenmiş... Maçın en hararetli anında ne yapayım şimdi ben bu bilgiyi?

23 Şubat 2009

Türk Futbolunda Kurumsallaşma

Alex Ferguson, Inter'le oynanacak Şampiyonlar Ligi maçından önce, Mourinho'nun dünyanın en iyi teknik direktörleri arasında olduğunu söyledi. Çok da tartışılır bir yanı yok açıkçası, zira karşı çıkanı da az bu söylemin. Yurt dışında gözlemleyip Türkiye'de eksikliğini hissettiğimiz durumlardan biri de, bu gibi maç öncesi, maç sonrası veya "takım" hakkındaki herhangi bir olayda sözü geçen kişinin, o takımın teknik direktörü olduğudur. Maç öncesi takımını gaza getirmeye çalışan, rakibini sözleriyle etkilemeye çalışan; maç sonrası hakemden başka bir konuda bir şeyler söyleyebilen, takımını "iyi günümüzde değildik"ten daha mantıklı ve açıklayıcı bir şekilde basına değerlendiren; transferler ve takıma dair diğer olaylarda ipleri elinde tutup kararları veren teknik direktördür. Peki, Türkiye'de transferleri tamamıyla kendi iradesiyle yapan teknik direktör sayabilir misiniz? Takım ne kadar kötü oynasa da soyunma odasına inmeyen bir Aziz Yıldırım, hakemden dert yanmayan bir Yıldırım Demirören, federasyona sallamayan bir Adnan Polat düşünebilir misiniz? Bu duruma istisna olabilecek Fatih Terim ve Bülent Uygun'u sayabilirim sadece. Ancak Terim, olması gerekenden daha bağımsız gibi hareket ederek, kendini "sorgulanamaz, ders almaz, her şeyi bilir" olarak gördüğünden ipin ucunu kaçırıyor. Uygun da Terim'in izinden gidiyor besbelli...

Tüm bunlar halen futbolumuzda kurumsallaşmadan neredeyse eser olmamasından kaynaklanıyor. 600'den fazla yıl boyunca padişahlık sistemiyle yaşayan bir toplumun 86 yıl içinde demokratik, sorgulamasını bilen, haklarını savunabilen, kendi kararlarını verebilen bir topluma dönüşmesini bekleyemeyiz. Durum böyleyken "kulüp" hakkında konu ne olursa olsun başkanın ağzına bakılıyor. Halbuki o kulübün kararlarını kamuoyu ile paylaşan bir basın sözcüsü, takım hakkında özgür kararlar alabilen bir teknik direktörü, onunla ortak hareket edebilen ve yönetim ile köprü görevi üstlenen bir futbol direktörü olmalı. Kulüp CEO'sunu ve onun bağlı olduğu kulüp sahibini hiç saymıyorum bile, zira ülkemiz bir futbol kulübünün bir sahibi olması durumuna henüz hiç de hazır değil.

Bülent Korkmaz Florya'da

Beklenen oldu ve Skibbe gönderilip yerine Bülent Korkmaz getirildi. Yalnız sözleşme 2010 Haziran'ına kadar, ki ben Korkmaz'ın daha uzun vadeli bir sözleşme isteyeceğini ummuştum. Kulübün bayrak adamlarından olup teknik direktörlükte de iddialı olduğunu savunuyorsa biri, o takımın başına geçerken de kısa vadeli düşünmemeli. Hele bir de "Üstümde kimse olamaz" gibi bir açıklama yapıyorsa o adamın kendine olan güveni de az buz değildir, ki bahsi geçen şahır Bülent Korkmaz, malum...

Bu arada yukarıdaki açıklamayı yapan Korkmaz'dan sonra Kalli ne olacak merak ediyorum, herhalde kısa sürede durum netleşir. Bundan daha fazla Adnan Sezgin'le nasıl geçinecek o da bir soru işareti...

Edit: Bugün imzalanan sözleşmeye göre 1 yıllık da opsiyon eklenmiş.

1001 Football Moments

Kitabı D&R'da gördüğüm anda aşık oldum diyebilirim, verdiğim paraya da hiç acımadım açıkçası. 1863'te futbolun ilk kurallarının belirlenmesinden 2010 Dünya Kupası'na kadar futbola dair aklınıza gelebilecek her ayrıntının resimli kısa anlatımları yer alıyor bu kitapta. Her anlatımda da benzerlik bulunan başka bir sayfadaki başka bir olaya referans verilmiş "See also x" şeklinde. Dolayısıyla okumaya başladığınız anda sayfalar arasında gezinip durmaktan alamıyorsunuz kendinizi. Son birkaç gündür canım sıkıldığında kitabı elime alıyorum ve böyle oluyor işte.

İsteyenler için amazon.com linki şurada.

3-5-2


Galatasaray'ın Kocaeli'ye yenilmesini herkes gibi ben de beklemiyordum, ama 5-2'lik skor da tam bir sürpriz oldu. Bu kadro ile neden 3-5-2 oynanır, bir kere her şeyden evvel bu sorulmalı. Tam anlamıyla tank gibi ve taç çizgizi civarını komple koridor gibi kullanan iki kanat adamı lazım bunun için. Tıpkı R. Carlos, Cafu, Dani Alves, Maicon, hatta eskilerden rahmetli Fachetti gibi... Mustafa Denizli de bu sene ilk maçlarında bu taktiği denemişti ama onun elinde Serdar Kurtuluş, İ. Üzülmez, Ekrem gibileri vardı en azından ve idare ediyorlardı yine de. Skibbe'nin Kocaeli karşısına çıkardığı kadroda bu görevi üstlenenler, pardon üstlenmeyi deneyenler, Kewell ve Sabri idi! Onların yerinde Arda da olabilirdi hatta. Bu noktadan sonra daha fazla söze gerek yok sanırım...

22 Şubat 2009

Deloitte Football Money League

Aceto bayağı ayrıntılı değinmişti blogunda bu konuya. Son birkaç yıldır benim de olabildiğince yakın takip ettiğim bir rapor olduğundan kısaca değinmek istedim.

Deloitte firması 1997 yılından bu yana futbol ekonomisine dair çok güzel ve ayrıntılı bir rapor yayınlıyor. Deloitte Football Money League adlı raporda her yıl futbol kulüpleri, sezonluk gelirlerine göre detaylı biçimde araştırılıyor. Manşetlerden de takip edebildiğimiz üzere, 2007/2008 sezonunu kapsayan ve yeni yayınlanan raporda Fenerbahçe 19. sırada kendisine yer buldu.

Peki, Money League’in altında yatan önem ne? Öncelikle bu raporda futbol kulüpleri sezonuluk kârlarına göre değil, gelirlerine göre sıralanıyor ve sadece futbol gelirleri hesaba katılıyor. Yani Boca Juniors’un meşhur oteli veya Arsenal’in Highbury’deki konutlarından kazanılan gelirler bu raporda yer almıyor. Ayrıca transfer gelirleri de yine Money League’te kendine yer bulamıyor. İşte saydığımız tüm bu unsurlar, raporu her şeyden önce adil bir değerlendirme yapma imkanı sağlıyor.

Raporda gelir kalemleri de üçe ayrılmış durumda. Maç günü gelirleri bilet ve kombine satışlarını, yayın gelirleri tüm sezon boyunca yurt içi ve yurt dışı TV yayın gelirlerini, ticari gelirler ise sponsorluk anlaşmaları ve merchandasing’ten doğan gelirleri hesaba katıyor. Maç günü gelirlerinde İngiliz kulüpleri; modern stadları, kulübüne bağlı taraftarları ve yüksek bilet fiyatları sayesinde genel olarak önde. Alman kulüpleri ise kurumsallaşma adına attıkları müthiş adımlarla ticari gelirler kaleminde önde. İtalyan ve Fransız kulüpleri ise, bu ülkelerde büyük kulüplerin lehine işleyen ve hiç de adil olmayan yayın geliri dağılımı sayesinde çok avantajlı konumda.

Money League’in ilk kez yapıldığı tarihten bu yana İngiliz kulübü Manchester United zirvedeki yerini sürekli korumuştu ancak 2004′ten bu yana Real Madrid ilk sırayı kapmış durumda. İspanyolların 2007/2008 sezonundaki futbol içi gelirleri tam 365,8 milyon Euro. Bu arada Sterlin’in malum kriz yüzünden Euro karşısında 1 sezonda yaklaşık %15 değer kaybettiğini ve bu durumun İngiliz kulüplerini sıralamada bir hayli zora soktuğunu da belirtmek gerek. Zira 2. sıradaki Manchester’ın geliri 324,8 milyon Euro iken, bu meblağ sezon başındaki Sterlin/Euro paritesine göre hesaplandığında 381,9 Euro’ya yükseliyor; yani lider Real Madrid’i de geçiyor. Ayrıca raporda 3, 4 ve 5. sırada Barcelona, Bayern Munich ve Chelsea bulunuyor.

19. sıradaki temsilcimiz Fenerbahçe’nin gelirleri 111,3 Euro. Tabii bir önceki paragrafta değindiğimiz kur değişikliği Fenerbahçe’ye olumlu yansımış durumda, zira 2007/2008 sezon sonundaki Euro/TL paritesi, sezon başındakinden yaklaşık %10 daha fazla. Bu durum da gelirleri sanal olarak artırıyor. Fenerbahçe’nin malum sezondaki gelirlerinin %51′ini ticari gelirler oluşturuyor. İşte bu noktada, son yıllarda Fenerium mağazalarına yapılan yatırımların karşılıksız kalmadığını görebiliyoruz. Sarı Lacivertliler’in gelir pastasındaki bir sonraki dilim ise %25 ile maç günü gelirlerine ait. Şükrü Saraçoğlu gibi bir stadtan ve yüksek kombine satış oranlarından sonra bu rakam da şaşırtıcı değil açıkçası. Son olarak yayın gelirleri %24′lük kesimi oluşturuyor. Dikkat çekici olan, bu kesimin %64′ünü Şampiyonlar Ligi gelirlerinin oluşturuyor olması. Bu da, Avrupa’daki uçuk yayın ihalelerinin yanında Süper Lig maç yayınlarının ne kadar değersiz olduğunu gösteriyor bir anlamda.

10 Numara


Ülkemizde futbol trendleri geriden takip ediliyor olduğundan, Avrupa'da millet çift yönlü orta saha kullanıp verimi maksimuma çıkarmaya çalışırken biz hâlâ bir iki savaşçı takoz kesici orta sahanın önüne "10 numara" yerleştirip oyun oynamaya çalışıyoruz. İlginçtir ki üç büyükler bu konuda ısrarcıyken, ligin ilk iki sırasındaki Trabzon ve Sivas kabuklarını kırmış gibi görünüyor bu konuda. Fenerbahçe'de bu futbol doğrusunu İspanya'da mükemmel biçimde işleten Aragones takımın başına gelince Alex bu yüzden verimsizleşti. Brezilyalı, top almak için her maç iyice gerilere gelip duruyor eli kolu bağlı! Beşiktaş, ki itiraf etmek gerekirse Mustafa Denizli geldiğinden beri ne sistemle oynadığımızı anlamadım son 2 maça kadar, Delgado ve bu devre Yusuf'a bakıyor oyun kurma konusunda. Elindeki 10 numarayı en iyi kullanan ekip ise Galatasaray oldu diyebiliriz bu sezon, zira Lincoln-Kewell-Baros üçlüsü gerçekten müthiş bir uyum yakaladı. Arkalarında da oyunu iki yönlü oynayabilen Ayhan ve M. Topal varken işleri çok daha kolaylaşıyor açıkçası...

Peki Fenerbahçe ve Beşiktaş bu noktada çuvallarken Galatasaray nasıl başarılı oldu? Sorunun cevabı bu oyuncuların yeteneklerinde değil, arkalarında oynayanların niteliklerinde saklı. Fener'de Alex'in arkasında Selçuk-Maldonado oynadı çoğu maçta. Malum, ikisinde de oyun kurma ve yönlendirme yeteneği pek de fazla değil.S on haftalarda Maldonado'nun yerinde bu yeteneğe sahip olan Emre oynuyor ancak onun da form durumu ortada. Beşiktaş'ta ise takımın en zayıf halkası burasıydı ilk devrede. Nitekim en çok transfer de o bölgeye yapıldı, başta Ernst olmak üzere. Yine de Delgado veya Yusuf'un arkasını toplayacak bu oyuncuların (Cisse de dahil) iki yönlü olduklarını söylemek zor. Galatasaray'da ise Ayhan ve M. Topal (bazen de Barış) bu işi layıkıyla yapıyor. Bu durumda Lincoln'ün, veya ara ara o bölgeye geçen Kewell'ın top almak için ta gerilere gitmesine gerek kalmıyor. Çünkü arkasında, kestiği topları iyi kullanıp oyuna sokabilen ve ona aktarabilen birileri bulunuyor mutlaka.

Beşiktaş'ın son oynadığı Gaziantep maçına parantez açmak gerek bu konuda. Delgado ve Yusuf olmadan Antep'e sahayı dar etti Beşiktaş. Yalnız burada da ana etken ortadaki Cisse ve Ernst'in çift yönlü müthiş performansı değil, ileri ikilideki Bobo ile Nobre'nin müthiş uyumu ve arkalarındaki Tello ve Serdar'a alan açabilmeleriydi. Tandemdeki Sivok-Gökhan Zan uyumunu da es geçmemek gerek tabi. Kısacası çift çapalı klasik 4-4-2 ile gayet iyi iş çıkardı Beşiktaş.

11 Şubat 2009

Hiddink Chelsea'de


Muhtemelen Scolari kovulmadan anlaşılmıştı zaten. Abramovich, Rus Milli Takımı için parasını ödediği adamın karnını şimdi de oyuncağı Chelsea'de doyuracak! Hollandalı için bu yaşta (62) enteresan bir deneyim olacağı kesin, çünkü aynı anda Rusya'yı çalıştırmaya da devam edecek.

Önümüzdeki aylarda Arsenal ve Tottenham ile oynanan maçlarda Arshavin ve Pavlyuchenko Hiddink'e rakip olacak, belki de attıkları / attırdıkları gollerle zaten çok zora giren şampiyonluk yarışında ayağına çelme takacaklar. İnsan bir garip hisseder canım, dövsem mi sevsem mi diye!..

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...