Subscribe Twitter Twitter

24 Ağustos 2012

Valdes'in Kaderi


Dünkü El Clasico'yu izleyen 100 kişiden herhalde en az 95'i, maçın özetini "kaleci farkı" olarak yorumlar. Haksız da değil gerçi ama kaleci olmanın en büyük şanssızlığı da bu. FM mantığıyla; maçın başından beri 10 üzerinden 8,2 ile oynasanız bile son dakikalarda yapacağınız bu tarz bir hata, maç sonunda hanenize yine 10 üzerinden 5,2'yi yazdırıverir.

Bu durum dünya üzerindeki tüm kaleciler için üç aşağı beş yukarı geçerli. Yalnız Valdes'in fazladan bir şanssızlığı daha var, ki o da karşısında Casillas gibi bir örneğin bulunması. Rüştü'nün önünde eldivenleri taktığı ilk günden bu yana, klasik bir genç kaleci sorunsalı olarak kulüp genelinde güven kazanma konusunda sıkıntı çekti Valdes. Barcelona'nın döktürdüğü ve kupalara abone olduğu dönemlerde bile çoğunlukla takımın en zayıf halkası olarak görüldü. Bu süreç boyunca iyice palazlanan El Clasico çekişmesi ise aslında ona hiç yaramadı. Çünkü iki takımın mevki bazında tek tek oyuncularını karşılaştırdığınızda beyaz tarafın kesin üstün olduğu tek cephe kaleydi. Ronaldo'nun karşısında Messi, Ramos'un karşısında Dani Alves, Mesut'un karşısında Iniesta, hatta Roberto Carlos karşısında bile bir şekilde van Bronckhorst vardı ama Casillas'ın olduğu yerde Valdes'in adı  bir türlü yetemiyordu.

Neyse ki uzun zaman boyunca göze batan bir hata yapmadı Valdes. Gerçekten de artık olgunlaşan bir kaleci görünümü vermeye başladı. Dün yediği saçma sapan gol de bu olgunluğu ve gelişimi tamamen çöpe atmayacak belki. Ama sadece 30 saniye içerisinde Casillas dördüncü golü önleyip Valdes "o" golü yedikten sonra malum güven sorunu tekrar hortladı kaçınılmaz olarak. Ve tabii ki bu kazanın bir El Clasico'da Casillas'a karşı vuku bulması, Valdes'in tekrar acımasızca sorgulanmasına yol açıverdi.

Onun şanssızlığı, kendi taraftarının gözleri önünde her daim bir Casillas örneğinin bulunacak olması... İkisinin arasında sadece 8 aylık bir yaş farkının bulunduğunu düşünürsek, bu kıyaslama Valdes'in kariyerinin neredeyse son günlerine kadar devam edecek.

21 Ağustos 2012

Lyon, Porto, Arsenal


Bu blogu veya TamSaha'daki yazıları takip edenler, Porto ve Lyon'un uyguladığı "keşfet & parlat & sat" politikasını birçok yerde okumuştur. Sıklıkla değiniyorum biraz çünkü bir türlü gerekli atılımı gösteremeyen bizim orta direk kulüpler için en iyi örnek onlar. Aslında bu ikilinin yanına artık Arsenal'i de eklemek mümkün. O. Lyon, 7 yıl üst üste şampiyon olduğu dönemde saha içi başarının yanına çok verimli bir transfer döngüsünü de ekleyerek finansal anlamda azımsanmayacak bir noktaya gelmişti. Ne var ki bu dönem sona erdiğinde "tok satıcı" kimliğinden ziyade yavaş yavaş alıcı konumuna geldiler. Porto ise herhangi bir dönemden bağımsız olarak artık var oluş sebebini bu transfer döngüsü olarak belirlemiş vaziyette.


Lyon ve Porto'nun ortak noktası, değerinin üzerinde para verilen hiçbir oyuncuyu ısrarla kadroda tutmaya çalışmamaları. Yerine birini bulup oldukça yüksek meblağ karşılığında elden çıkardılar birçok oyuncuyu. Kasa sürekli dolarken saha içi başarı da geldi. Arsenal de pek âlâ bu tarz bir kulüp olabilir. Bunun için ideal teknik adama, scouting sistemine ve altyapıya fazlasıyla sahipler. Hatta yukarıdaki tabloya bakınca son 5 sezonda Lyon'un önünde, Porto'ya gayet yakın görüyoruz Arsenal'i. Yalnız asıl sorun şu: camia olarak Arsenal bu kimlikte bir kulüp olmak istiyor mu? Arsene Wenger'in, yönetimin veya taraftarın böyle bir amacı var mı? Hiç sanmıyorum.

Tablodaki oyuncular arasında belki sadece Hleb haricindekileri satarken gönülsüzdü Wenger. Hatta 10 milyon €'nun altında bir miktara ayrıldığı için burada yer almayan Clichy'yi de sayabiliriz. Bu futbolcuların birçoğu uzun vadede Arsenal'in başarılı olacağını biliyordu muhtemelen. Ama hiçbirinin bu kadar beklemeye tahammülü olmadı. Buna da saygı göstermek lazım. Ama her yükselen bu kadar çabuk kaçtığı anda da o "uzun vade" gittikçe daha da uzadı. 


Bir başka nokta; bu yeteneklerin hepsinin Arsenal forması altındaki gelişimi, takımın ortalama gelişiminden bir hayli yukarıda oldu. Ve her seferinde öyle bir yere gelindi ki, dışarıda Barcelona, M. City, M. United gibileri varken orada kalmak cazip görünmedi. City'ye imza atan Adebayor, Clichy ve Nasri'nin dahi başarı potansiyelini en az parasal güç kadar öncelikli gördüğünü düşünüyorum. Neyse; bu ortamda her ayrılan, bir sonrakini tetikledi. Bir anlamda sürü psikolojisi diyebiliriz.

Arsenal'in şu dakikadan sonra "yetiştirip satan" kimliğinden kurtulmak adına yapması gereken öncelikli şey biraz olsun gösterişli transfer yapmak bana göre. Porto ve Lyon'un stratejisine saygım büyük ama Arsenal bu tarz bir kulüp değil. Olmamalı da... Üstelik finansal anlamda zarar eden bir kulüp de değil. O yüzden hem taraftara, hem de geleceğin yıldızlarına başarının geleceğini sözden başka yollarla anlatmak lazım. Geçen sezon Nasri ve Fabregas ayrıldığında aceleyle bu tarz transferler yaptı Arsenal ama sezon daha en baştan kaybedilmişti bile zaten. Bu sezonki Podolski, Giroud ve Cazorla transferleri bu yönde oldukça umut verici. Ayrıca van Persie ve Song'un yerini doldurmak adına daha 10 gün var. Bu sürede aynı kalitede transferlerin yapılması, en azından son 5 yıldır süren kan kaybını durdurmaya yardımcı olacaktır.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...