Subscribe Twitter Twitter

29 Nisan 2010

"Tercüman"

"Bu nefretin sevgiye dönüşebileceğini düşünecek kadar aptal değilim. Barça'ya saygı duyuyorum ve orada bulunduğun 4 yıl boyunca bana kazandırdıklarını unutmayacağım. Ancak etrafımda olumluya dönmesi imkansız bir hava oluşturuldu. Şu çok açık ki teknik direktörlük kariyerimi Barcelona'yı çalıştırmadan noktalayacağım."

* Fotoğraf the Guardian'dan...

Barcelona 1-0 Inter


Nou Camp'ta önce durgunluk, sonra heyecan ve en son hüzün vardı bu gece. Umut her zaman Katalanların yüreğindeydi ama olmadı. Mourinho, Barcelona'yı durdurma rehberinde ne yazıyorsa aynen uyguladı. Bir teknik direktörün takımına etkisi sorgulanır ya... İşte Portekizli ve Guardiola şu an bu konunun en somut örnekleri. Bir kazanan olmalıydı, o da "Special One" oldu. Barça'nın eski tercümanı, maç öncesi açıklamaları ile finalin Inter için bir rüya olduğunu belirtmiş, kulübünün hislerine bu şekilde tercüman olmuştu. Bir zamanlar onun kaptanı olan rakibi Pep ise, takımının aklındaki tek şeyin iyi futbol olduğunu söylüyordu. İşte şimdi kazanan koltuğunda oturan Mourinho, finalde eski hocası van Gaal'i buldu karşısında.

Barcelona, ilk maçta olduğu gibi düşüncelerini sahaya yansıtamadı. %75'e %25'lik bir pozisyon üstünlüğü kursalar da ilk net gol girişimleri 82. dakikada geldi. Bundan 2 dakika sonra da Pique'nin sınırlarını aşan golünü izledik. Özetle o korkunç topla oynama oranına rağmen 90 dakikayı sadece 4 gol girişimi ile bitirebildi Barça. Bunun da son 62 dakikasının 10 kişi kalmış bir rakibe karşı olduğunu belirtelim. Topu kim ne zaman ayağına alırsa alsın, ip gibi dizilmiş ve çift sıra olmuş çok katı bir savunma buldu karşısında. Inter'in ilk maçtan tek eksiği, bu defansif anlayışın yanına etkili bir kontra atak koyamayışıydı. Buna ister Pandev'in yokluğu, ister Sneijder'in orta sahada daha sert bir dirençle karşılaşması diyelim. Sonuç olarak Barcelona gibi bir ekibi, üstelik turun üçte birini 10 kişiyle oynayarak elemek büyük başarıdır.


Mourinho gibi teknik direktörüm olsa... Medya ve meslektaşlarıyla bu kadar laf dalaşına girip, konuştuğunun altını fazlasıyla doldurabilen adamdan korkulur. Özellikle de başarılı bir adamsa... Sevmeyeni kadar seveninin de çok olması bundandır, ortası yok. Seneye de İtalya'da kalması iyice zordur artık.

Son olarak, geçen sezonu efsanevi 6 kupayla kapatan Barcelona bu sezon sıfır çekme tehlikesi yaşıyor. Real Madrid'in en zor maçı Malaga olarak görünürken, Katalanlar Villareal ve Sevilla deplasmanına uğrayacak. Ama ne olursa olsun, bu sezonu da tıpkı geçen seferki gibi hoş anılarla hatırlıyor olacağız. Şu yurdum insanına futbolu gerçek anlamda sevdirebilen bir kulüpten bahsediyoruz. İlle kupa kazanması mı gerekiyor?

26 Nisan 2010

20 Yıl Önce İtalya...

Futbola olan ilgim, neredeyse tüm çocuklar gibi kendi takımımı tutmakla başladı. Ardından Türkiye futbolu, derken Avrupa ve dünya... İlgi globalleştikçe dünya kupaları da dağılan sisin ardındaki çiçek bahçesi gibi belirginleşiyor. Aslında futbolun malum zirvesine olan ilgim biraz geç başladı. 1990 Dünya Kupası'nda 4 yaşında olduğumdan herhangi bir olayı tecrübe etmek zaten imkansız gibi. Ancak ABD 94'ü çok silik, Fransa 98'i ise nispeten iyi hatırlarım. İşte kanıma o zehrin belki de ebediyen bulaştığı turnuvadır aslında '98. Giderek artan o merakla 2002'yi iple çekmiştim ki ondan sonra futboldan soğumam imkansız gibi oldu.

Tam 20 yıl geçti İtalya '90 Dünya Kupası üzerinden. Futbola yeni başlayanı bugün emekli edecek, tecrübeli olanı teknik direktör yapacak, belki de biraz yaşlısını bu dünyadan gönderecek bir süre... Yıldız olanı söndürecek, silik olanı da bugün parlatabilecek bir zaman dilimi... O günleri yaşayamadık ama en azından şu Panini albümü sayesinde zamanda yolculuğa çıkabiliyoruz. Yavaş yavaş incelemenizi tavsiye ederim. Çok söze hacet kalmıyor, şaşırıveriyor insan. Maldini'nin tüyü bitmemişliği, Vialli'nin bonusu, Caniggia'nın feminenliği, Popescu'nun saçları, Gerets'teki Kadir İnanır havası, Gascoigne'in asilliği, Rijkaard'ın omzunda rap çalan koca bir teybin eksikliğiyle pozu vs... Hey gidi...

22 Nisan 2010

(T)ROY

21 Nisan 2010

Inter 3-1 Barcelona

Barcelona'yı mat etmenin yolunu bir tek Hiddink'in bulduğu söylenirdi. Hollandalı, geçen sezon Chelsea ile mükemmele yakın katı bir takım savunması yaparak elemek üzereydi Katalanları. Bu gece Milano'da tek yolun o olmadığını gördük. Maçın kısa özeti budur.

Mourinho, bu sezon büyük maçlarda sıklıkla uyguladığı hücum pres sayesinde Nou Camp'a avantajlı gidiyor. Eto'o, Milito, Sneijder ve Pandev'den oluşan ileri dörtlü, Barcelona'nın oyun kurmasını zorlaştırdı. Öyle ki, top Barça yarı alanındayken bu dörtlü adeta o delici pas gücüne daha başlamadan set çekti. Bu yoğun hücum presin yanı sıra, ceza sahası çevresinde Messi ve Ibrahimovic'i de etkisiz hale getirince gece Inter adına pembe bitti. Yaptıkları birkaç defans hatasından en önemlisinde golü yediler. Pozisyonunu kaybeden Maicon'a Cambiasso & Lucio anlaşmazlığı eklenince bu hatayı affetmedi Barça.

Golden sonra konsantrasyonunu kaybetmedi Inter. Rakibi hataya zorladılar. Topu kaptıktan sonra etkili ve hızlı hücum yapabildiler çoğu zaman. Bu noktada Milito müthiş işler başardı. Bahsettiğimiz hücum preste etkili olmasının yanında aldığı topları da verimli kullandı. Nitekim 2 asist ve 1 golle bitirdi maçı.

Barça cephesinde Messi ve Ibra beklenen performansı çizemedi. Tabii bunda başarılı Inter savunmasının da rolü büyük. Top Messi'nin ayağına geldiği anda savunmacılar, özellikle Lucio hemen yanında bitiyordu. İşte bu anlarda, Inter defansı arasında kaybolan Ibrahimovic'in yerine ileri uç elemanı olarak Messi geçmeliydi. Zira Arjantinli, hareketli stiliyle zaten Inter defansını üstüne çekerek dolaştırıyordu ve bu sayede arkasındakilere yer açabilirdi. Onun pozisyonuna da bir kanat oyuncusu alınmalıydı. Nitekim Guardiola bunu gördü ama sanki 61. dakikaya kadar beklemekle hata etti. Ibra'nın çıkıp Abidal'in girmesi (Maxwell sol açığa, Abidal beke geçti) ilk anda çoğu kişiye tuhaf gelse de aslında olması gereken buydu diğer bir deyişle. Tam değişiklik yapılacakken 3. golün yenmesi de bir şanssızlıktır Barça için.

Kısacası güzel bir taktik savaşı izledik Guiseppe Meazza'da. Akıllı hücum presi ve takım savunmasıyla Barcelona'ya pas yaptırmamaya çalışan Mourinho, bu kıskaçtan çıkmanın yolunu bulmakta zorlanan Guardiola'yı şimdilik mat etti. Haftaya Nou Camp'taki rövanşta bakalım kimin kalesi düşecek...

20 Nisan 2010

Suç ve Ceza


Baştan belirteyim, yukarıdaki iki olayı da savunduğumu söyleyemem. Hele alttakini hiç... İlkinin tarihi 20 Nisan 2003. Beşiktaş, şampiyonluğa adım adım yürürken 28. haftada Fenerbahçe'yi İnönü'de ağırlıyor. 7. dakikada takımını öne geçiren Nouma, gol sevincini bu şekilde amatörce kutluyor. Beşiktaş maçı 2-0 kazanıyor ama yönetim taraftarın taptığı Pascal'ı ertesi gün kapı önüne koyuyor.

İkinci fotoğraf daha sıcak. Tarih 18 Nisan 2010... Aradan neredeyse 7 yıl geçmiş. Aynı takımlar bu sefer Kadıköy'de karşılaşıyor ve liderliğe biraz daha yakın taraf Fenerbahçe. Amatör bir hamleyle penaltıya sebep olan Bilica, bu tavrını sürdürerek penaltı noktasını darmadağın ediyor. Maç sonunda teknik direktör Daum, Bilica'nın sinirini penaltı noktasından çıkardığını iddia ederek futbolcusunu koruyor.

Hemen hemen aynı haftalarda oynanan iki kritik maç... İki amatör hareket... Hangisi daha itici, hangisi daha sempatik? Hangisi sporcu ruhuna daha çok ihanet ediyor? Ve bu hareketlerden sonra kovulmayı kim daha çok hak ediyor?

18 Nisan 2010

Fenerbahçe 1-0 Beşiktaş

Büyük bir maçı kazanmak adına en ölümcül unsur nedir? Sadece savunmayı veya hücumu iyi becermek olmasa gerek. Her ikisini de dengeleyerek, gerektiği anda vites değiştirerek oyuna hükmetmektir aslolan. Bunları özellikle son haftalarda iyi kotaran bir Fenerbahçe ile sezon boyunca sadece savunması ile akıllarda kalan Beşiktaş’ın mücadelesi beklenenin aksine dengeliydi.

Saraçoğlu’ndaki karşılaşmaya kadar FB son 5 lig maçında gol yememişti. BJK ise 180 dakikadır gol atmak bir yana pozisyon bulmakta bile güçlük çekiyordu. Sahada tamamıyla Fenerbahçe lehine işleyen bir anahtar – kilit modeli vardı. 2. dakikada gelen gol ibreyi hepten ev sahibine çevirdi. Böylece hücum kapasitesi kısıtlı Beşiktaş karşısında üstün oynama imkanı buldular. İlk devre boyunca çok koşmadan, top rakipteyken doğru yerlerde durarak konuk ekibin geriden top yapmasını engellediler. Sezon boyunca bunun sıkıntısını çeken Beşiktaş bu savunma karşısında 3. bölgeye geçmekte zorlandı. En uçtaki Bobo sıklıkla orta sahaya gelmeye başladı. Zaten defans yapma eğiliminde bir 11’le sahaya çıkan Beşiktaş iyice geriye yaslanmak zorunda kaldı. Bu da oyunun kontrolünü tamamen Fenerbahçe’nin eline verdi.

İkinci yarıda Uğur İnceman’ın girişiyle güçlenen Beşiktaş orta sahası toparlandı ve daha iyi pas yapmaya başladı. Penaltı pozisyonuna kadar rakip defansı bunalttılar adeta. Bu sefer Fenerbahçe’nin ağırlık merkezi, oyun dengesini rakip alana taşıyabilen Beşiktaş karşısında geriye çekilmek zorunda kalmıştı. İşte bunu da kontrollü yapınca rakibini kale önünden uzakta tutabildiler ve bir derbiden daha zaferle ayrıldılar.

Sonuçta büyük maçların temel kuralı olan savunma - orta saha bütünlüğünü sağlayan ekip yoluna devam etti. Bloklar arası denge, Fenerbahçe’ye sadece oyun kontrolünü değil şampiyonluk iştahı da kazandırdı.

17 Nisan 2010

Kuranyi İstanbul'a Gelir Mi?

Dün bazı kaynaklarda flaş haber olarak "Kuranyi Beşiktaş'a" diye yazıyordu. Worldsoccer'a göre ise Alman futbolcu İstanbul'a gelebilir ama İnönü'ye değil. Habere bakarsak, sezon sonunda sözleşmesi bitecek olan Kuranyi'nin 3 ciddi talibi Juventus, Dinamo Moskova ve Fenerbahçe. Sunderland de ihtimaller arasında yer alıyor. Her sisteme uygun bir ileri uç oyuncusu denebilir Kuranyi için. Zira farklı tarzları az çok benimseyebilmiş ve gol kokusu sağlam bir forvet. Bundesliga'da Schalke forması ile 5 sezonda toplam 158 maça çıktı ve 71 kez golünü yazdı. Stuttgart yıllarını da eklersek, 28 yaşındaki futbolcu Almanya'daki 8 yılında sezon başına ortalama 14 gol attı. Gayet istikrarlı bir grafik...

Kuranyi'yi isteyenlere bakan çoğu kişi doğal olarak Juve'yi bir adım önde görür. Ancak işin aslı öyle değil. İtalya'da futbolculardan alınan vergi oranı %43 iken, bu rakam bizde sadece %15. Şimdi kısa bir hesap yapalım. Kuranyi'nin bonservisi elinde. Bu demek oluyor ki yeni kulübü ona normalden biraz fazla para ödeyecek. Eski kulübüne vermediğinin biraz azını futbolcuya verecek win&win hesabı. Diyelim ki Kuranyi yılda eline net olarak 3 milyon € geçmesini isteyecek; ki Emre'nin 3,5 milyon aldığı yerde iyimser bir tahmin oldu. Bu parayı (vergileri dahil) karşılamak için Fenerbahçe'nin cebinden sadece 3,5 milyon € çıkacakken, bu rakam Juventus için 5,2 milyon gibi tuzlu boyutlara ulaşacak. Buyrun ülkemizdeki vergi avantajına...

14 Nisan 2010

Dünya Kupası Bilet Reyonu

FIFA'da belki hiç rastlanmadık bir telaş var son zamanlarda. Dünya Kupası'na sayılı günler kaldı ama satılan 2,2 milyon biletin yanında halen sahibini bekleyen 500.000 bilet var. Final karşılaşması hariç tüm maçlar için yer bulabilmek mümkün ama Güney Afrikalıların alım gücü ortada. Kişi başına düşen ortalama yıllık geliri 5.600 $ dolaylarında olan bir ülkeden söz ediyoruz. Hal böyle olunca bilet fiyatları halka 'tuzlu' geldi. FIFA da çözüm olarak, boştaki biletleri süpermarket kanalında satışa sunma kararı aldı. Zira koskoca dünya kupasını boş tribünlere oynamak hiç de prestijli olmayacak.

Yukarıdaki tabloda 2010 Dünya Kupası'nın bilet fiyatları $ cinsinden görülebilir. İlk kategori, buralarda 'kapalı' diye adlandırdığımız tribün oluyor. 2. kategoride ise köşe gönderlerinin civarındaki tribünler yer alacak. Bir alt kategori olan 3, kale arkalarının köşeye yakın taraflarını kapsayacak. Son kategoride de 'açık' tribün olarak bildiğimiz kale arkaları olacak ve bunlar sadece yerel halk için satışa sunulacak.

FIFA şimdiye dek bilet satışlarını internet sitesi üzerinden ve kredi kartı aracılığıyla yapıyordu. İlk kez Siyah Kıta'da düzenlenecek olan dünya kupası, böylece süpermarketlerde satılan biletler sayesinde bir ilk daha yaşayacak.

12 Nisan 2010

Barcelona, Barcelona

Nasıl oluyor da, o altyapıdan birbirinin aynı felsefede ama farklı kişilikte İniesta’lar, Xavi’ler, Busquets’ler, Fabregas’lar çıkıyor? Nasıl oluyor da beceri farklarıyla aynı tarz oynamaya çalışan Messi’ler, Bojan Krkic’ler, Pedrolar, Jeffren’ler, Giovanni dos Santos’lar yetişiyor? Nasıl oluyor da bunların en iyileri, büyük hedeflere oynayan Barça gibi bir takımda ilk 11’e yerleşiyor, vasat olanlar önemli liglere gidiyor? Nasıl oluyor da bu futbolcular geleceğin futbolunu bugüne getiriyor? Önce bunları anlamaya çalışmak gerek. Sonra da hüküm kesmeyi bırakıp bizde olanı anlamaya çalışmak gerek. ‘Ön libero’ , ‘pivot santrfor’, ‘playmaker’, ‘az forvet-çok forvet’, ‘önce gol yemeyeceksin-önce gol atacaksın’, ‘puan futbolu-güzel futbol’, ‘hocaydı, değildi’, ‘şunu sok, bunu çıkar’ skolastiğini bırakıp olgularla yüzleşmek gerek.

İbrahim Altınsay

Avrupa'da Gol Krallığı

Luiz Suarez (Ajax) 32 gol
Leo Messi (Barça) 27 gol
Wayne Rooney (ManU) 26 gol
Antonia Di Natale (Udinese) 23 gol
Edin Dzeko (Wolfsburg) 19 gol
Mamadou Niang (Marsilya) 15 gol

Listemizde Messi ve Suarez insan üstü performanslarına devam ediyorlar. Tabii Suarez'in basamak atlayarak kalitesini bir de büyük liglerde göstermesi gerektiğini de belirtelim. Messi'ye ne yazsam az geliyor, beğenmiyorum ve siliyorum. Bildiğiniz gibi işte... Rooney'nin sakatlık derdi olmasa belki de 30'u bulmuştu şimdi. O olmadan ManU'nun hücum hattı yarı yarıya zayıflıyor. Niang ligde en son 7 Mart'ta gol attı ama halen Fransa'nın en golcüsü durumunda. Artık ülkedeki rekabetin boyutlarını siz düşünün... Dzeko coştu bir kere; son 6 lig maçında 9 gol. Kaldığı yerden devam... Di Natale ise bu sıralamanın en "zoru başaran" oyuncusu kesinlikle. Ligde sadece 43 golü bulunan Udinese berbat bir sezon geçiriyor ve bunların 23'ü Di Natale'ye ait. Lippi'ye bu yaz için göz kırpıyor kısaca.

Bizim buralarda Makukula artık gol kralı diyebiliriz. Onun ardından Julio Cesar ve Bobo geliyor. En golcü yerli oyuncu ise sadece 10 golle Umut Bulut. Sahi, Milli Takım Güney Afrika'ya gidecek olsa nasıl bir forvet sıkıntımız olacaktı acaba?

4 Nisan 2010

Wenger'in Kelebeği

Chelsea 1-0 Man. Utd.
Man. Utd. 1-2 Chelsea
Chelsea 2-0 Arsenal
Arsenal 0-3 Chelsea
Man. Utd. 2-1 Arsenal
Arsenal 1-3 Man. Utd.

Büyük maçlar, hiç olmadığı kadar önem taşıyor günümüzde. Özellikle bir ligin son haftalarında zirvede kümelenmiş takım sayısı ne kadar azsa, aralarında yaptıkları maçlar birkaç kat daha kritik oluyor. Yani o ligdeki kalite uçurumu ne kadar çoksa, büyük takımların diğerlerini yenme ihtimali o kadar fazla. Dolayısıyla devlerin arasındaki karşılaşmalar şampiyonluk yolunda daha belirleyici durumda. Yukarıdaki maç listesinden bu tarz bir 'kelebek etkisi' sonucunu çıkarabiliriz. Premier League'de haftalardır şampiyonluk yarışına aralarında devam eden üç takımın birbirleriyle mücadelelerini görüyoruz. İlginç olan, Chelsea bu kapışmalardan tek bir fire vermezken, Arsenal'in bir puan dahi alamaması. ManU ise görüldüğü üzere %50'lik bir performans sergilemiş. Bu skorlar, bana göre üç büyük kulüp arasındaki önemli bir farkın bire bir yansıması. O da defans ve orta saha bütünlüğünden doğan defansif koordinasyonun mükemmelliği. Bunu belki de dünya üzerinde en iyi yapan ekip Chelsea. Mourinho döneminde bu yönde yapılan çabalar yıllardır meyve veriyor ve onlar da halen bunu afiyetler yiyorlar. Rakibin hücum gücü ne kadar yüksek olursa olsun onu oynatmayabiliyorlar. Geçen sezon Hiddink yönetiminde neredeyse Barcelona'yı bile durduruyorlardı. İşte Katalanlar'dan sonra en iyi pas yapan takım olarak kabul edilen Arsenal ne kadar verimli hücum yaparsa yapsın, arkayı sağlam tutamadıktan sonra büyük maçlarda bunun pek bir anlamı kalmıyor. İyi ve disiplinli koordine edilmiş bir defans karşısında her zamanki şekilde oynayamadıkları gibi, geride bıraktıkları açıklar yüzünden kalelerinde kolay gol görüyorlar. Ligde yedikleri 34 golün 10 tanesini bu 4 maçta gördü Topçular. Özellikle iki Chelsea karşılaşması ile Emirates'teki ManU maçında yedikleri 'karbon kopyası' goller bu konudaki zaaflarını çok açık ortaya koymuştu. Evlerindeki o iki mücadeleden en azından birer puan çıkarabilmiş olsalar liderdiler şimdi. Ki en çok dert yandıkları konu da bu olsa gerek...


3 Nisan 2010

Gün Gelir...

Futbol Dilencisi Olmak

Eduardo Galeano'nun yarattığı o futbol dilencisinin bugünkü en büyük hayali ne olabilirdi? Tabii ki imkanı varsa öğleden sonrasını Old Trafford'da geçirmek... Yoksa bir yerde oturup izlemek, değil mi? Yalova'daki ailemin yanında geçirdiğim haftasonunda benim de bundan doğal bir amacım olamazdı. Üstelik dünkü Ankaragücü - Beşiktaş maçı bir taraftarı tatmin etmekten millerce uzaktı. Böylece kaliteli futbol açlığım iyice artmıştı. Kendimi teselli etmek adına Man. Utd - Chelsea karşılaşmasını beklemeye başlamıştım. Günün finalini de A. Bilbao - Barcelona ile yapacaktım. Evde Digiturk olmadığı için de ilk maçı mecburen dışarıda izleyecektim. Nitekim saatler 14:30 civarında iken kardeşimle kendimizi dışarı attık. Umutla girdiğimiz ilk pub'da D-Smart vardı ama vazgeçmedik. Az yürüyerek Digiturk'ü olan bir kafe bulsak da Spormax yoktu. Aramaya devam ettik ve yan kafeye girdik. Bu sefer Spormax bulmuş olsak da, mekandaki inatçı işletmeciler bu maçı açmak yerine millete yüzen balıkları izletmeyi tercih ettiler. Anlam veremedik tabii. Sonuçta hedefe giderek yaklaşıyor olmanın gazıyla, bir yandan da söverek sahile daldık.

Umutsuzca maç izlenecek bir yer ararken bu ülkede futbolun gerçekten ne kadar sevildiğini sorguladım. Taraftarların yaklaşık %80'inin üç İstanbulluyu tuttuğu, kalanların çoğunun bu takımları ikincil olarak desteklediği bir ülkedeyiz. Ne için izliyoruz futbolu? Bunu araştırmak gerek. Gereksiz fanatizm sonucu mu, yoksa vakit geçirmek için mi? Ya iddaa'dan para vurmak? Hiçbiri değilse popüler gündemden uzak kalmamak için mi? Veya pembe renkli magazin merakını bastırıp siyah versiyonunu zapt edememek mi bizim sözde futbol sevgimiz? Bir avuç futbol aşığını çıkarsak geriye bu profil sahibi insan topluluğu kalıyor işte. Türkiye'de futbolun sevildiği gibi büyük bir yalanı az duydum hayatımda. Nesini seviyoruz kardeşim? Futbolu seven adam Premier League ve La Liga dururken bu sınırlar içinde kalır mı? Manchester - Chelsea maçı varken en azından ekranında buna yer vermez mi? İzleyen olmayınca vermiyor işte.


Çoğumuzun futbol sevgisi sadece kendi takımımıza odaklı. Böyle olunca onun adı futbol sevgisi olmuyor ama. Olsa olsa fanatizm diyebiliriz. Maç öncesi ve sonrasındaki tangırtısını, transfer döneminde satılan palavralarını seviyoruz güzel oyunun. Fanatik ve Fotomaç bu halleriyle yok satıyorsa öncelikli suç onların değil. Asıl korkunç olan bu sözde gazeteleri gerçekten okuyup sindiren, onlardan daha fazlasını beklemekten uzak, spor aşkıyla tanışmamış olan büyük bir kitlenin varlığı.

Manchester - Chelsea mi? Evet, izleyebildik onu. Mütevazi bir çay bahçesinin dışındaki minik hoparlörde "Scholes vurdu ve aut!" cümlesini duyunca düşünmeden içeri daldık. Meğer 5-6 kişilik bir grup genç bizden önce gelip rahatça açtırmış maçı. Aklımdan bu sefer "vay anasını be" diye geçirirken ellerinde iddaa kuponlarını gördüm ve yerime oturdum. Maç üst bitti işte, daha nasıl sevelim ama değil mi?

BJK Futbol Okulları

2003'ten beri devam ediyor bu proje. İnönü'deki Eskişehir maçında tribünde görülen Nijeryalı arkadaşlar, sonrasında birçok mecrada yer alığı üzere Beşiktaş'ın Nijerya'da açtığı futbol okulunun öğrencileriydi. Yönetimin 10 icraatından 9'unun temelsiz olduğu bir kulüpte böyle bir olaya da şüpheyle bakıyor insan. Ama evet, gerektiğinde övmeyi de bilmek lazım. An itibariyle Almanya (3), Avustralya, İsviçre, Hollanda, KKTC, İngiltere ve Nijerya'da futbol okulu var Beşiktaş'ın. Ne kadar planlı çalışılıyor, yeteneklerle nasıl ilgileniliyor bilemeyiz ama en azından uzun vadede 'ya tutarsa' mantığında kulübe kısmen katkı sağlayabilir.

Kafama takılan noktalara gelirsek... Bir kulüp yurt dışında futbol okulları açmaya başlamışsa oyuncu yetiştirme işini iyi biliyordur diyebiliriz. En azından bu süreci kendi ülkesinde ve kulüp altyapısında denemiş, A takıma başarılı oyuncular kazandırmış olmalı değil mi? Peki Beşiktaş Seba'dan sonra parmakla gösterilen kaç futbolcu yetiştirdi? Bu noktada en son Sergen ve Nihat'ı biliyoruz. Şu anki kadroda bulunan Serdar Özkan ve İbrahim Kaş'ı bu ikiliyle aynı kategoriye sokmak haksızlıktan öte bir şey olur. Necip içinse 'beklemek gerek' diyebiliyoruz anca. Sonuçta son 10 yıldır koskoca kulübün A takımına altyapıdan yükselen, yeteneği ve başarısı çoğunluk tarafından kabul edilmiş bir futbolcu sayabilir misiniz? Ülke sınırları dışında 'futbol dersi' verebilmek için sayabilmek gerekir işte. Futbol 101'i önce kendi gençlerine öğretebileceksin ki bundan sonraki derslerin havada kalmasın. Cruyff ve Ferguson gibi bu işi gerçekten iyi bileceksin ki o hamuru istediğin şekle sokabilesin. Ha, Wenger gibi "yeteneğin kokusunu 3 km öteden alırım" diyebiliyorsan da çocuğu tutar yanına getirirsin, yetiştirirsin. Yabancı sınırın yoksa o ülkenin vatandaşı bir futbolcun bile olmadan kadro da kurarsın hatta.

İkinci şüphem, BJK Futbol Okulları Sorumlusu Nedim Sarsmaz'ın açıklamalarından sonra doğdu aslında. Okulların özkaynak havuzuna oyuncu kazandırmayı amaçladığını, daha da önemlisi Beşiktaş'ın adını dünyaya duyurmayı hedeflediğini belirtmiş. İşte bu ikincisi hem çok zor, hem çok kolay. Liverpool'dan 8 yerseniz adınızı tüm dünya duyar zaten. Ama özkaynağınıza çok önem verir, verimliliği ön planda tutar, o okullardan öyle becerikli gençler çıkarırsınız ki değeriniz zamanlar artar. Yani ilk hedef planlı bir biçimde o yetenekleri keşfedip kazanmak olmalı. İkinci ve o 'daha önemli' olan hedef kendiliğinden gelir zaten.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...