Subscribe Twitter Twitter

31 Mart 2011

Gidenler, Kalanlar ve Arda


Türkiye'de yıldız olmak hakikaten zor iş. Hem de çok zor... Her fırsatta dile gelen acı ama gerçek bir durum vardır; Almanya 3 milyonluk Türk nüfusundan ne cevherler parlatıyor, biz 70 milyondan o kadar çıkaramıyoruz diye. E 40 yılın başında çıkarıyoruz da ne oluyor? Milli maçtan sonra yine tartışılmaya başladı işte Arda. Ama yine oyunuyla değil, saha dışı gündemlere konu oldu. Suç onun diyebilir miyiz? Veya ne kadarı onun? Peki yaptığı harekete çocukça veya terbiyesizce diyebilir miyiz şu ortamda?

Öyle bir kamuoyu var ki Türkiye'de, vasat futbolcular yığınının arasında 3 tip oyuncu çok dikkat çekiyor ve baskı yiyor. Birincisi biraz kalburüstü yeteneğe sahip ama şımarık oyuncular. Batuhan ve Burak Yılmaz gibileri mesela...  Çok üstlerine gidilir, ne zaman adam olacak diye tartışılır ama bu çocuğun derdi ne, nasıl düzelir diye düşünmez kimse. Veya düzene sokmaya uğraşmaz. Varsa yoksa şımarık, yoldan çıkmış vs... İkinci tip, elbette ki yabancılar. Hava alanından ayakları yerden kesilmiş halde çıkan, her maç harikalar yaratması beklenen ama ilk hatasında yerden yere vurulan kurbanlar... En sonunda tek başlarına dönüyorlar ülkelerine. Üstlerine "futbolu bilmiyor" yaftası yapıştırılarak hem de.

Ve üçüncüsü, Arda gibi bu ülkeye fazla gelen yerli yetenekler. Şımarık da olmayan, ağzını açıp konuştuğu anda zekasını algılayabildiğiniz, yolu rahatça Avrupa'dan geçebilecek yetenekte ve kişilikli oyuncular yani. Gerçekten bu topraklarda nadir yetişiyorlar ama ilginçtir ki en çok onların değeri bilinmiyor. Ya popülizm kurbanı oluyorlar, ya da yönetim içindeki çekişmede piyona dönüşüyorlar. Hele ki takımda işler iyi gitmiyorsa vay onların haline... İyiyken kulübün çocuğu, kahramanı, yeni efsanesi ama bu arada!..

Arda İstanbul'dan elbette gidecek. Bu yaz veya sonraki herhangi birinde... O hak ettiği üzere kendini kurtaracak ama biz burada saçma sapan bir gerginliğin ve keşmekeşin içinde kalmaya devam edeceğiz. Futbolcular, teknik direktörler, yöneticiler... Hepsi en nihayetinde gelip geçici. Ama bu ortam daha uzun bir süre kalıcı olacağa benziyor. Şimdi uzun vadede en çok kim yıpranıyor peki? Yukarıda saydığım üç tip futbolcu mu, yoksa benim ve sizin gibi ömrünün sonuna dek bu gündemin içinde bir şekilde seyirci olarak bulunacak olan futbolseverler mi?

30 Mart 2011

Any Given Sunday



Eminim ki bir Arsenal taraftarına yukarıdaki videoyu izletseniz, hele ki önemli bir maçtan önceyse oturur ağlar. Tutamaz muhtemelen gözyaşlarını... En azından ben olsaydım öyle yapardım. Veya Arsene Wenger bunu saklasa, sezon sonunda şampiyonluk yarışı halen tüm hızıyla devam ederken Manchester United maçından önce oyuncularına izletse neler değişirdi? Any Given Sunday'i bir insan izleyip sevmese bile, Al Pacino'nun neredeyse gerçek gibi duran hitap sahnesine hayran kalmaması imkansız. Halen etkiliyor beni açıkçası... Orjinali için de buradan buyrun...

29 Mart 2011

Sadece 2

Malum ki liglerde milli maç arası var. Böyle araların sonrasında özellikle büyük takımların konsantrasyon ve kondisyon açısından sorun yaşadığı bir gerçek. Hatta belki de Alex Ferguson ve Wenger'in ortak bir eleştiri noktasında birleştiği nadir anlardan biri de milli maçların kulüplere olumsuz etkileri. Guardiola şimdilik pek ses çıkarmıyor ama şu andan sonra bir de ligde puan kayıpları yaşarsa suskun kalmayabilir.

Barcelona'nın bu haftaki ilk idmanına as takımdan sadece 2 futbolcu, Adriano ve Pinto katılmış! Öyle ki, B takımdan 10 oyuncuyu idmana çağırmak durumunda kalmış Pep. Pedro, Puyol ve Maxwell sakat oldukları için kendi kendilerine çalışırken, Keita da Mali dönüşü aktarma uçuşunu kaçırdığı için geç gelmiş. Bojan ise İspanya U-21 kampından sakat dönerek direk kulüp doktoruna uğramış.

Eskiden ara ara mahallede birkaç arkadaş maç yapmayı çok isterdik ama o sırada oynayacak pek kimse olmadığından sahayı dolduramazdık. Kimisi ödev yapacak, öteki karanlıktan önce evde olmak zorunda, diğerinin babası gelmiş sofraya geçmesi lazım vs... Guardiola ve '2' as oyuncusunun durumu da buna benzemiş biraz...

27 Mart 2011

Ümitsizlik...


Tüm arkadaş ortamı futbol muhabbetlerinde savunduğum bir durumdur ki; Beşiktaş'ın vaziyetini Galatasaray'dan daha kötü görürüm. Beşiktaş 6 puan öndeymiş, transferler süpermiş, seneye yine de iş yaparmış vs... Geçelim. İki takımın aynı saatte faklı maçları olsa hangisini izlerdin diye sorsalar tarafsız biçimde Beşiktaş derdim. Tamam ama olayın saha kısmında bakılacak pek bir tarafın kaldığını sanmıyorum zaten.

Peki ya yönetimler? Orada nispeten kararsız kalsam da kötünün iyisi olarak Adnan Polat'ı daha iyi görürdüm. Ama hepsinden öte Beşiktaş'a daha kötümser bakmama yol açan sebep, bu derece rezalet bir yönetimi görevinden alabilecek hiçbir gücün şu anda bulunmamasıdır. Evet, en ufak bir güç bile yok... Oysaki resmen koltuğunu terk etmek zorunda kaldı Adnan Polat. Çünkü kulübünün değerlerini güçlü biçimde savunan bir genel kurul var ortada. Beşiktaş'ta güçlü bir genel kurulu geçiyorum, henüz taraftar tepkisi bile göremiyoruz ortalıkta. Bu ne demek? Önümüzdeki sezondan da öte sonraki yıllarda savrulan transfer paraları, kovulan ünlü teknik direktörler, küsen futbolcular izleyeceğiz demek...

Galatasaraylıların artık en azından bir umudu var. Yeni yönetim, yeni vizyon, yeni yapılanma... Şimdikinden daha kötüsünün olamayacağını biliyorlar. Beşiktaşlı'nın böyle bir ümidi bile yok!

Korkmaz Sönmez

26 Mart 2011

Gazi Hargreaves


Bir adamı savaşa göndersen ve gazi olarak geri gelse anca bu kadarı olurdu herhalde. Hargreaves yine sakatlanmış. Bu kez omzundan ve 4 hafta daha sahalara adım atamayacak. İki diz ameliyatı, adele sakatlıkları falan derken 2008 Eylül'ünden bu yana sadece 6 dakika sahada kalabildi Hargreaves. O gün bugündür de ha geldi ha gelecek modunda beklerken adam 30 yaşına geldi ve Haziran'da kontratı bitiyor.

Bayern Münih'te kendini gösteren Kanada asıllı genç bir İngiliz olarak tanıdık bu arkadaşı. 2006 Dünya Kupası'nda İngilizler "Gerrard ve Lampard'tan birlikte nasıl verim alsak" diye düşünürken o çıktı milli takımının orta sahasını derledi toparladı. İngiltere'nin belki de en iyisiydi o yaz. 2007 yazında Ferguson; Tevez, Nani ve Anderson'un yanında onu da kadrosuna kattı. Hargreaves de o güveni aslında pek boşa çıkarmadı.  O sezon ligde ve Şampiyonlar Ligi'nde toplam 32 maça çıkarak kariyerinin muhtemelen son kez zirvesini gördü.

Sonrası ise tufan... United'ın sağlık ekibi onun durumu karşısında aciz ve çaresiz kaldı desek yalan olmaz. Neresini düzeltseler başka bir yerden 'hata verdi' ve resmen yavaş yavaş sahneden iniyor artık Hargreaves...

25 Mart 2011

Haftasonu Gelince...


25 Mart Cuma
17:30 Türkiye-Liechtenstein / NTV Spor (U21)
21:30 Avusturya-Belçika / TV8 (EURO 2012)
21:30 Macaristan-Hollanda / İdman TV (EURO 2012)
23:00 İspanya-Çek Cumhuriyeti / Kanaltürk (EURO 2012)

26 Mart Cumartesi
01:00 ABD-Arjantin / (Özel Maç)
14:00 Orduspor-Boluspor / TRT 1
17:00 Galler-İngiltere / (EURO 2012)
20:45 Bulgaristan-İsviçre / İdman TV (EURO 2012)
21:00 Almanya-Kazakistan / ZDF & TV8 (EURO 2012)
22:45 Portekiz-Şili / İdman TV (Özel Maç)
23:30 Palmeiras-Bragantino / Spormax

27 Mart Pazar
14:00 Rizespor-Altay / TRT Anadolu
15:00 Brezilya-İskoçya / (Özel Maç)
17:00 Diyarbakırspor-Samsunspor / TRT 3 & TRT 6
19:00 Gaziantep BB-Mersin İdman Yurdu / TRT 1
21:00 Sao Paulo-Corinthians / Spormax

24 Mart 2011

UEFA Katsayı Sistemi ve Türkiye


Sezon başında önce Fenerbahçe'nin Young Boys'u geçemeyip Şampiyonlar Ligi'nin kapısından dönüşünü izledik. Ardından onun yanına Trabzonspor ve Galatasaray da eklendi ve bu kez tek tek Avrupa Ligi hayalleri de yalan oldu. O cephede kalan Beşiktaş kendine göre zayıf olan takımları geçerken dengi olanlardan Porto'ya karşı zorlandı ve nitekim gruptan çıkar çıkmaz Dinamo Kiev'e rezil olarak boyun eğdi. Son olarak Bursaspor'un beklendiği üzere derin hüsranla biten Şampiyonlar Ligi macerası da ortada.

Türk takımlarının kısa süren Avrupa macerası özetle böyleydi. İki kupada da çeyrek finale geldiğimiz şu aralar gündemin dışına çıkayım dedim. UEFA'nın katsayı tablosundaki en güncel durum yukarıdaki gibi. Avrupa'da son 5 yılın en kötü sezonunu geçirdiğimizi tablodan rahatça çıkarabiliriz. Ağustos ayında Hollanda'nın kıl payı üstünde yer alarak sezona girmiştik ama onlar şu anda iki takımla yola devam ederken biz sıfırı tükettik bile. Dolayısıyla aradaki fark bir güzel açıldı. Yunanistan'ın bile nefesini ensemizde hisseder olduk. Şu an için her halükârda ŞL'ye 2, Avrupa Ligi'ne 3 takım göndermeye devam ediyoruz ama dördüncü bir takımı Avrupa Ligi'ne sokma umudumuz azalıyor.

Diğer ülkelere bakacak olursak, sezona 5 takımla başlayan Portekiz'in 3 takımla yola devam ettiği göze çarpıyor. Bu sayede Rusya ve Ukrayna'yı geride bırakmaktan öte, beşinci sıradaki Fransa'yı bile zorlar oldular. Almanya ise geride bıraktığı İtalya ile farkı açmaya devam ediyor ve bir süre de böyle devam edecek sanki. Bu arada tablonun ilk 10 sırasında yer alıp da tüm takımları elenen iki ülke var: Türkiye ve Fransa...

Sonuç olarak vaziyetin pek iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz. Ne yükseliyoruz, ne feci şekilde alçalıyoruz. Öylece yerimizde sayıyoruz ülke olarak. En son Mart ayını gördüğümüzde yıllardan 2008'di ve Fenerbahçe Chelsea ile oynuyordu. Son 5 yılın en yüksek puanı da orada zaten. En azından 2-3 sezonda bir böyle bir sıçramamız olsa şu tabloda gayet daha iddiali olacağız ama nafile işte...

23 Mart 2011

Dünya Takımı!


Halen Tayfur Havutçu ile devam edebiliriz ama etmeyebiliriz de havası var Beşiktaş yönetiminde. Bu ne demek? Hele bir şu son 8 maçtaki performansına bakalım, Türkiye Kupası’nı kazanabiliyor mu görelim ondan sonra düşünürüz… Tam da ‘dünya takımı’na yakışır türde bir hareket! Takıldığım nokta kesinlikle Tayfur Havutçu’nun bu role ne kadar yakıştığı, becerisi veya yönetime yakınlığı falan da değil. Ortada besbelli ki halen kocaman bir kararsızlık söz konusu.

Dünya takımı olduğunu iddia eden ama zaten vizyon olarak yakınından geçemeyen zihniyet, nedense ahı gitmiş vahı kalmış bir sezonun bitimine 2 ay kala yazdan sonra ne yapacağını bilemiyor. Hâlâ şartlar gerektirirse yeni teknik direktör arayacağız gibi kelamlar ediliyor. Kaldı ki bu yönetim, ‘şartlar gerektirdi’ diye Ertuğrul Sağlam, Tigana ve Schuster daha görevdeyken alternatif teknik adam görüşmelerine başlamıştı. Şu ankine zıt bir durum olsa da iki örneğin ortak yanı var; o da yönetimin iş bilmezliği ve kararsızlığı.

O ne idüğü belirsiz şartlar Havutçu’nun lehine işledi, kendi çapında başarılı sayıldı ve yeni sezona takımın başında girdi diyelim. Takım ilk tökezlediği anda yine ona da saldırmayacak mı kamuoyu? Yönetim yine inandırıcılıktan uzak bir biçimde “hocasının arkasında” durmayacak mı? ‘Yeni şartlar’ sonucu tekrar Lucescu’nun kapısını çalmayacak mı? Ortada bir vizyon gören varsa el kaldırsın!..

Kötü geçen sezonu veya alınan yenilgileri geçiyorum; insanlar sırf şu vizyonsuzluk yüzünden iş yerine veya okuluna çekinerek gider oldu. Maç kaybedersiniz, dalga geçilirsiniz ama yine de bir cevap verirsiniz de, böylesi çok daha ağır oluyor...

A Takımı


Gece gece durduk yere güldürdü şu fotoğraf beni! Guardian'ın fotogalerisinden. Wenger'in eski adamlarından vazgeçemeyişine deyinmişler. Hadi Pires tamam, sadece idman içindi. Campbell'a da bir yere kadar eyvallah dedik ama Lehmann'ın transferi hepten komik oldu. Futbolu bırakmış adamı geri döndürdüler resmen ama Wenger n'apsın, kaleyi koruyacak adamı kalmadı...

21 Mart 2011

Bir Hayalin Peşinden



Artık reklam mıdır nedir emin olamadım ama duygulandırdı beni. Kendi küçüklüğüm aklıma geldi desem abartmış olmam herhalde. Hangimiz çocukken hayalini kurmadı ki böyle şeylerin? Tamam muhtemelen hiçbirimiz suyun içinde büyümedik bu şekilde ama çocuklar ona rağmen neleri başarmış. Resmen tekrar 15 yıl öncesine gidesim geldi...

Bu arada sonunda da belirtiyor gerçi ama hikaye gerçek...

John Terry ve Kaptanlık


John Terry bir yıllık aranın ardından tekrar İngiltere kaptanı unvanını üstlendi. Capello, bu sürenin yeterli bir ceza olduğu kanısında varmış. Peki, Terry bugünden sonra benzer skandallara kesinlikle imza atmaz diyebilir miyiz? Bence biraz iddialı kaçar... Adamın adı artık öyle bir çıktı ki, Ocak sonlarında Torres'in Chelsea'ye transferinde bir ara pürüzler çıktığında "Terry Torres'in eşini beğenmedi" diye espriler dönmüştü! Ama bunlar bir yana, Terry'nin liderlik vasıflarını gerçekten merak etmiyor değilim. Adam 21 yaşından beri Chelsea kaptanı ve hem kulübünde hem de milli takımda arkadaşları üzerinde büyük etkisi var. Maçı izlerken bile hareketlerinden anlıyorsunuz bunu. Öyle ki, geçen yılki skandal bile onu kalıcı olarak İngiltere kaptanlığından etmedi. Hiçbir lider eksiksiz değildir diyelim kapatalım konuyu...

20 Mart 2011

Alman Teknolojisi

19 Mart 2011

Ve Çeyrek Final...


Real Madrid - Tottenham
Barcelona - Shakhtar
Chelsea - Man. Utd.
Inter - Schalke

Tahminlerim koyu renkli olanlar. İllaki bir Real - Barça maçı oynanacak, oynanmalı sanki! Dün de iki post aşağıda içimden geçeni yazmıştım. Eğer bu tahminler tutarsa 10 gün içinde 3 kez El Clasico izleyeceğiz, daha ne isteyelim? Hatta bir hafta sonrasında dördüncüsü...

United ve Chelsea arasında kararsız kaldım aslında ama Ferguson kolay kolay bırakmaz gibi duruyor. Öyle olursa da son 5 yıl içinde 4. kez yarı finale çıkarmış olacak takımını. O kadar borç altındaki kulüp ancak bu şekilde batmaktan kurtuluyor işte!

17 Mart 2011

"Men in Black"


Fransa'nın sıra dışı deplasman formasının ardından Nike, bir değişiklik de Brezilya'ya yapıyor anlaşılan. Eğer bir terslik olmazsa Sambacılar'ın mavili ikinci formasının yerine bunu göreceğiz. Evet havalı olmuş ama şimdi Brezilya ile ne alakası var bunun?

Çeyrek Final Yolu


Shakhtar, Barcelona, Tottenham, Schalke, Manchester United, Inter, Chelsea ve nihayet (!) Real Madrid... Daha önce de bahsettiğim gibi gayet renkli bir çeyrek final olacak. Kuralar Cuma günü çekiliyor yine. ޵Şu dakikadan sonra hangi eşleşme olursa olsun makuldur ama bir yandan da yeni bir El Clasico hiç fena olmazdı hani... İki takımı zaten 17 ve 20 Nisan tarihlerinde lig ve kupa maçları için art arda izleyeceğiz. Eğer Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde de karşılaşırlarsa rövanş tarihi 12 veya 13 Nisan olacak. Yani 3 farklı kulvarda 3 ayrı El Clasico'yu peş peşe izleme ihtimalimiz var. Rüya gibi oldu biraz...

Bu arada Şampiyonlar Ligi'nde izlediğimiz son Madrid - Barça kapışmasının üzerinden tam 9 sezon geçti. İki ekip 2001/02 sezonunda yarı finalde karşılaşmış, turu geçen Real Madrid Valencia'yı da yenerek kupayı kazanmıştı.

16 Mart 2011

La Gazzetta ve Reklam



Yukarıdaki, La Gazzetta dello Sport'un Milan - Bari maçı öncesinde yaptığı enfes reklam. İnsan önce sahadakileri gerçek sanıp ağzı açık izliyor ama çakma karakterler tabii. Koskoca adamlara o hareketleri yaptıracak kadar uzun boylu değil elbette ama gayet akılda kalıcı ve internette dönüp dolaşan bir çalışma olmuş. Hedefi tutturmuş diyebiliriz kısaca... O değil de, saha ortasında bale tarzı bir şeyler yapmaya çalışan sözde Yepes'i görünce sırıtmadan edemiyor insan!

15 Mart 2011

Elveda Schuster


Ne yalan söyleyeyim, beklediğim bir gelişme değildi. Ne var ki hiç beklenmedik bir yanı da yoktu. İşler yokuş aşağı gitmeye başlayıp içinden çıkılmaz hale geldiğinden beri Schuster'in takımda kalması gerektiğine inanıyordum. En son Manisa maçında Ernst'in 90+2'de oyuna alınması yaka silktirse de, takımı daha iyiye götürecek şartları gözümde canlandıramadım bir yerde. Kim gelecek, sihirli dokunuşuyla neyi düzeltecek, nasıl yapacak? Bu kadar yıldızı bir arada barındıran takımı çalıştırmayı çok kişi ister. Hikmet Karaman atlamış bile mesela!..

Neyse, Schuster'in yolu açık olsun. Ne diyelim... Genel olarak kendisinin buralara tam adapte olamadığını söylesek yeridir. Hatta bunun için pek kasmadı diyebiliriz. Eskiler daha iyi bilir, o yine kendi bildiğini okuyarak ve burnunun dikine giderek başarıyı aradı ama olmadı. Ortama alışmaktan ziyade, ortamı kendine alıştırmakta ısrar etti. Birçok kez prensiplerinden taviz vermedi, ki bu ikisi arasında da ince bir ayrım var zaten.

Sonuçta Beşiktaş tekrar aynı noktada. Yeni bir hevesle yapılan yatırımlar, pahalı transferler ve balon gibi şişen umutlar... Derken birkaç kötü sonuç, medyadan gazı alma ve dünyaca ünlü bir teknik direktörün daha takımdan sezon ortasında ayrılması... Bilindik hikayeler oldu artık bunlar. Sezon sonuna kadar yine rölantideyiz kısaca! Yalnız Del Bosque sonrası Rıza Çalımbay, Tigana sonrasında da Ertuğrul Sağlam gelmişti "bizim çocuk" sıfatıyla. Artık böyle bir durum da beklemiyorum. Hollywoodspor (!) gibi bir takıma da ünlü bir yönetmen yakışır ama değil mi?

14 Mart 2011

İkiz Şeytan


Fotoğrafta herhangi bir oynama falan yok, tamamıyla gerçek. Man. United'ın Arsenal ile oynadığı FA Cup çeyrek final maçından bir alıntı... Golü atan Fabio, ikizi Rafael ile gol sevincini aynı karede paylaşıyor. Tek yumurta ikizi olunur da gol sevinçleri bile neredeyse aynı!

İzleyenler zaten ilk 11'leri gördüğü anda bir gariplik olduğunu anlamıştır, ki ben de gayet şaşırdım. Sakat ve cezalıların yokluğunda ikizleri bek olarak değil, kanatlarda oynattı Ferguson. O'Shea'in de orta sahada kesici rolüne bürünmesi, son 2 gündür "United Arsenal karşısında 8 defansla çıktı" söylemine yol açtı. Yalnız ikizlerin rolü bunu çürütür nitelikteydi. Oyunda kaldıkları süre boyunca ikisi de hücuma özellikle kontrataklarda destek verdi. Mükemmel değillerdi haliyle, zira hatırladığım kadarıyla bu bölgede ilk kez rol aldılar. Kanat atağı olduğunda ters kanattaki anında ceza sahasına girerek tehlike yarattı. Bunu özellikle ilk yarı boyunca çok kez yaptılar. İlk gol de bu şekilde geldi zaten.

Demek istediğim, dünya futbolunda en çok sıkıntısı çekilen mevki bekler. Aynı şekilde, bugün Maicon veya D. Alves gibi sıradışı bir bekiniz olduğunda oyunda bariz fark yaratabiliyorsunuz. Vasatı takım oyununda iş yapmıyor mu? Evet yapabiliyor tabii ama biraz ekstra özellikleri olduğunda hücumda güçlü ve itici bir öge olabiliyor.

Ferguson ikizlerin defansif rolü kadar hücum özelliklerine ne kadar eğilir bilinmez. Ama eğer olur da tutarsa, emekliliği öncesi takımın kanatlarını sigorta altına almış olur.

13 Mart 2011

Luis Fabiano ve Hüzün


Hepinizin rahatça tahmin edebileceği, adı lazım olmayan bazı gazetelerin spor servislerine dün muhtemelen hüzün hakim oldu. Nasıl olmasın ki, Luis Fabiano "durduk yere" Sao Paulo ile anlaştı. Oysaki Sevilla'da ilk 11'deki yerini kaybetmiş olan Fabiano, transfer balonu şişirmek adına uzun süredir bizimkiler için biçilmiş kaftandı. Sayısız transfer döneminde o sayfalarda adını okuya okuya bizden biri gibi oldu adamcağız. Daha Beşiktaş onunla Bobo'nun yerini dolduracak, Fenerbahçe onun için Güiza'yı takasta kullanacak, sakız çiğnemeyen bir yıldız bulan Galatasaray'ın ikinci forvet aşkı mutlu sonla bitecek, hatta belki Sadri Başkan kendisinden söz alıp Brezilyalı'nın eşini ikna edemeyecekti. Yazık oldu şimdi, tüm senaryolar pat diye çöpe gitti.

Neyse bizimkiler işini bilir... Daha bunun Hamit'i, Halil'i, Adriano'su, envai çeşit Portekizli'si falan filan var. Ama benim en çok merak ettiğim, bakalım hangi akıllı Kaka'yı en önce İstanbul'a getirecek!..

12 Mart 2011

1800'ler

11 Mart 2011

Renkli Bir Çeyrek Finale Doğru


Keyifsiz dizi "Papatyam" fırsat verdiği sürece gayet keyifli bir Şampiyonlar Ligi izliyoruz bu sezon. Çeyrek finale yükselen takımların yarısı belli oldu, diğerlerini de haftaya öğreneceğiz. Yalnız turnuvayı daha ilginç hale getiren, daha şimdiden 3 sıradışı takımın çeyrek finali görmesi oldu. Birçok kişi, ŞL'ye ilk kez katılan Tottenham'ın yanında Shakhtar ve Schalke'yi sezon başında bu noktada görmeyi hayal etmezdi. Hatta ivme kazanan Chelsea karşısında Kopenhag bir futbol mucizesine imza atarsa veya Marsilya zoru başarırsa çeşitlilik iyice artacak.

En son böyle bir durumu 2003/04 sezonunda hatırlıyorum. O zamanki çeyrek finalde beklenmedik biçimde Porto, Deportivo ve Monaco bir arada yer almıştı. Daha ilginç olanı, bu üç takımın sırasıyla Lyon, Milan ve R. Madrid'i eleyip yarı finale yükselmesiydi. Kupayı alan da hatırlayacağınız üzere finalde Monaco'yu sahadan silen Mourinho'nun Porto'su olmuştu. Bu sezon ne getirir bilinmez ama bir Barcelona - Tottenham eşleşmesi tadından yenmez.

Bu arada yukarıdaki abiler de takımlarının Milan karşısındaki maçını izleyen Tottenham taraftarları. Ezeli rakipleri turnuva tarihinde bir maçı kaleye tek şut çekemeden tamamlayan ilk takım olup, kendileri bu noktaya gelince dokundurmadan edememişler tabii.

Haftasonu Gelince...



11 Mart Cuma
20:00 Manisaspor-Beşiktaş / Lig TV
21:30 FC Koln-Hannover 96 / TRT 3 & TRT HD
21:45 Brescia-Inter / TV8 & Spormax

12 Mart Cumartesi
14:00 Samsunspor-Tavşanlı Linyit / TRT 1
14:00 Karabükspor-Bursaspor / Lig TV
14:45 Birmingham-Bolton / NTV Spor (FA Cup)
16:00 İBB-Eskişehirspor / Digi Kanal
16:30 Bayern-Hamburg / TRT 3 & TRT HD
19:00 Trabzonspor-Kasımpaşa / Lig TV
19:15 Manchester United-Arsenal / NTV Spor (FA Cup)
19:30 W.Bremen-M'Gladbach / TRT 3 & TRT HD
21:00 Real Madrid-Hercules / NTV Spor
23:00 Zaragoza-Valencia / NTV Spor

13 Mart Pazar
13:30 Giresunspor-Rizespor / TRT 1
13:30 Diyarbakırspor-Adanaspor / TRT 6
13:30 Antalyaspor-Gençlerbirliği / Digi Kanal
13:30 Milan-Bari / TV8
15:00 Ankaragücü-Galatasaray / Lig TV
15:30 Willem II-Ajax / Beyaz TV
15:30 Bucaspor-Gaziantepspor / Digi Kanal
16:00 Stoke-West Ham / NTV Spor (FA Cup)
16:00 Roma-Lazio / TV8
16:30 Mainz-Leverkusen / TRT 3 & TRT HD
17:30 Sivasspor-Kayserispor / Digi Kanal
18:00 Lille-Valenciennes / Kanal A
18:30 St Pauli-Stuttgart / TRT 3 & TRT HD
18:45 Man City-Reading / NTV Spor (FA Cup)
19:00 Fenerbahçe-Konyaspor / Lig TV
19:00 Denizlispor-Boluspor / TRT 1
21:45 Parma-Napoli / TV8
22:00 PSG-Montpellier / Kanal A
22:00 Sevilla-Barcelona / NTV Spor

10 Mart 2011

Barcelona Ağı


Maçın üzerinden bir gün geçti ama bu grafiği daha yeni gördüm. Barcelona'nın Arsenal karşısındaki pas trafiğini yansıtıyor. Aslında aynı zamanda maçı neden Barça'nın kazandığını da. %88'lik pas oranı, 14 gol şansı, tek kale oynanan maç ve bir oyuncunun bile görmediği sarı kart... Ve Arsenal'in bu duruma karşı kaleye çekebildiği tek bir şutunun dahi bulunmaması... Wenger hakeme yüklendi gayet ama sahada 11 kişi olsaydı da o Barcelona'yı alt edemezdi. En mükemmel oyunlarını oynamadılar ama yine sonsuz bir sabır ve özgüvenle aradıkları golleri buldular.

Yukarıda görülüyor işte. Orta sahada Barça'lıların ayağından çıkan topun uğramadığı bölge kalmamış. Ağ örer gibi kullanmışlar tekrar orayı. Ki artık bunu anlatmaya veya göstermeye de gerek kalmadı. Haftasonları art arda maç izlerken sıra Barcelona'nınkine gelince biliyoruz ki maç yarım saate kalmadan kopacak. Hatta artık senaryoyu ezberlediğimiz için bunu ister olduk ki başka güzel maçlara geçebilelim!

9 Mart 2011

10 Senede Lucescu ve Beşiktaş


Beşiktaş'ın 7 yıl önce kapı önüne koyduğu Lucescu, Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finalde. Üstelik Roma gibi bir İtalyan takımına toplamda 6 gol sallayarak... Luce'den sonra Schuster'i bulana kadar aradan 5 teknik direktör gördü bu gözler. O ise Hiddink'in ligdeki tüm teknik adamlarla düzenlediği fikir alışverişine katılmayı önemsiz görmüş belli ki. Herhalde 60'ların futbolunun oynandığını düşünürken halinden memnun olmalı! Veya bundan başka şikayet edecek şeyleri yok.

Neyse... Daha o haberin dumanı tütmeden BJK Yönetim Kurulu'nın akıllara ziyan basın açıklamasını gördüm dün. Neden fark edemedim bilmiyorum ama Beşiktaş bir ara dünya kulübü olmuş meğer! Artık bu yönetimin en basit açıklamasını bile ciddiye almayacağım ben. Bu metni yazarken insan hiç düşünmez mi ben ne yapıyorum diye? Gerçekten biraz mantıklı düşünmeye çalışan bir adamın yazacağı türden şeyler değil çünkü. Hakem talimat almış da, Fener'e yarasın diye maçı berabere bitirmeye çalışmış da bilmem ne... Geçiniz!..

Tam 10 sene önce bu aralar Lucescu, Galatasaray ile yine bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finali gördü. O zamanlardaki Fenerbahçe'yi gözümün önüne getiriyorum, şimdiki Beşiktaş ile önemli benzerlikler görüyorum. Gereksiz ve pahalı yıldız transferler, sık değişen teknik direktörler, başkanın masaya vurduğu yumruklar, hakemden şikayetler vs... Çok kötü ve hakikaten neredeyse 10 yıl geriden takip eden bir kopya örneği teşkil ediyor Beşiktaş. Ve şu 10 senede Lucescu'nun geldiği yere bakıyorum, bir de Beşiktaş'ın. İronik olacak ama tıpkı siyahla beyaz gibi...

8 Mart 2011

Fransa Deplasman Forması

Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama futbol formaları, özellikle deplasman için yapılanlar gün geçtikçe tişört havasına bürünüyor. Bir yerde mantıklı aslında. Klasik iç saha formanı koruman lazım. Bir yandan da forma satışının devam etmesi gerek. Her sezon anca birkaç noktası veya çizgisi değişen klasik formayı mı daha rahat pazarlarsın? Yoksa istediğin gibi renklendirdiğin, şekilden şekle sokabildiğin dış saha formasını mı? İkincisi elbette daha akıllıca.

Nike de yeni "müşterisi" Fransa'ya yukarıdaki yeni deplasman formasını tasarlarken bunu düşünmüş olmalı. Bahar gelse ve böyle bir tişört görsem büyük ihtimalle alırdım mesela. Hatta dolapta geçen yaz aldığım çok benzer bir tane var. Ama gelin görün ki hiç de futbol formasına benzemiyor şimdi bu! Alışkanlık meselesi işte bir yerde. Halbuki neden olmasın?

Haftasonu Gelmeden...


8 Mart 2011 Salı
21:45 Shakhtar Donetsk - AS Roma (D-Smart Loca)
21:45 Barcelona Arsenal (Euro Futbol / HD4 Men / Lider TV)

9 Mart 2011 Çarşamba
21:45 Tottenham Hotspur - AC Milan (Star TV)
21:45 Schalke 04 - Valencia CF (Euro Futbol / HD4 Men)

10 Mart 2011 Perşembe
20:00 Bayer Leverkusen - Vilarreal (HD4 Men)
20:00 Sporting Braga - Liverpool (Euro Futbol)
22:05 Benfica - Paris St.Germain (Star TV)
22:05 Dinamo Kiev - Manchester City (Euro Futbol)

7 Mart 2011

%98'lik Gol Pozisyonu


Uzun zamandır tartışılan, Dünya Kupası'ndaki Almanya-İngiltere maçıyla manşetlerden düşmeyen kale çizgisi teknolojisi tam bir yılan hikayesine döndü. FIFA önce konuyu görüşeceğini belirtti, birkaç hafta sonra "gündemimizde yok" dedi ve ardından tekrar çark ederek çalışmalara başladı. Bugünkü durum ise halen net değil.

FIFA'ya bağlı olan International Board, bu teknolojiyi uygulayabilecek şirketlerden 10 farklı sistem denemiş. Sonuç olarak iki tanesi %98 ve %94 oranında tutarlılık sağlamış ama FIFA'ya nedense yeterli gelmemiş bu rakamlar. İlle de %100 olmasını istiyorlarmış ki bana saçma gelen de bu. Nasıl bir teknoloji beklentisidir ki tam tamına sıfır hata istesin? Ufak tefek sapmalar illaki olur. Üniversitede en basitinden bir istatistik dersi alanlar bilir mesela. En düzenli ve tutarlı çalışan sistemin bile çok çok küçük de olsa hata payı var. Tabii malum teknoloji, ilk cümlede bahsettiğim maçta Lampard'ın sayılmayan golünü tespit edemeyecekse daha yol almak gerek. Ama %98'i tutturmuş işte adamlar, ki muhtemelen o %2'lik kısım tam çizginin üzerinde kalan 'istisnai" anlardan ibaret. İşi yokuşa sürmenin manasını anlayamıyorum.

Sonuç olarak çalışmalar 1 yıl daha devam edecek. 2012'den sonraya kalması zayıf ihtimal olarak görülüyor, ki bu da 2014'te Maracana'nın kale çizgilerinde bu teknolojiyi görme ihtimalimizi kuvvetlendiriyor. Görelim de zaten... 40 metre uzaklıktan topun nerede olduğunu kestirmek zorunda kalıyor hakemler. Ofsayt hadi neyse de   'gol' gibi kritik bir mevzu için teknolojinin nimetleri gerekiyor artık.

Beşiktaş: Bir Korku Filmi Senaryosu


Gün ne güzel başlamıştı halbuki... Sabah sporu, ardından uzun bir kahvaltı, Türk kahvesi eşliğinde gazete vs... Giriş kısmının ardından gelen ve King Kenny'nin zaferiyle tatlanan müthiş bir Liverpool - Man. Utd maçı derken sonuç bölümü için gözler ekranda, kalpler İnönü'de olacak şekilde yerimizi aldık. Ama henüz Kop'tan gelen You'll Never Walk Alone melodilerini dinlerken vardı içimde bir şüphe. "Yok" dedim kendimce, "bir günde iki güzel galibiyet fazla". Hele o ikinci maçtaki takım Beşiktaş ise fazladan da öte.

Sezon başından beri diken üstünde izlemediğim gerçekten çok az maçı var Beşiktaş'ın. Öyle ki, aylardır en kolay görünen maçlarda bile rahat olamıyorum zaten. Takım öne geçse de, hatta farkı 2'ye çıkarsa bile arkama yaslanamıyorum. Çünkü insan bir yerden sonra senaryoyu zihninde canlandırabiliyor. Yan top gelir kaleci yanlış çıkar (Hakan kaledeyse senaryo daha gerçekçidir), uzaklardan direk bir top gelir defans uyur, arkaya her türlü bir adam kaçar, bunlar olmasa da biri çıkar saçma sapan kart görür ve oyun döner vs...

Bir takımın maçlarını böyle hop oturup hop kalkarak izlemek aslında bir bakıma zevkli. Heyecanı sonuna kadar yaşıyorsun çünkü. Ama bizimki artık heyecandan ziyade paranoyaya dönüştü. Zira bir zamanlar senaryo olan o pozisyonlar artık tamamıyla yalın gerçekler halini aldı.

Takım hakkında yazılacak o kadar çok şey, o kadar fazla sorun var ki... Hangisinden başlayacağına karar vermiyor insan. Teknik direktör ülkeye halen alışamadı, takım uyumsuz ve yaşlı, yönetimde âkil adam yok ve en kötüsü taraftar birkaç transfere kanarak bunların hepsine göz yumabiliyor. Bir yerden girince yakınılan dertlerin sonu gelmiyor. İşte bu yüzden çok defadır Beşiktaş'ın problemleri hakkında konuşmaktan kaçar oldum. Onun yerine yine kahvemi içeyim, Pazar gazetemi okuyayım, ardından Premier Lig'e ve akşamında La Liga'ya bağlanayım istiyorum.

6 Mart 2011

Kaybetmeyen Adam


Ibrahimoviç'in seveni de çok, sevmeyeni de. Hatta çoğu kişiye itici bile gelebilir artık ama bir gerçek var ki tercihlerini çok doğru yapıyor. Ve saygı duymak gerek bir yerde. Çünkü 2003/04 sezonundan beri aralıksız tam 7 sezondur şampiyonluk yaşıyor bu adam. Üstelik bunu 4 faklı takımda oynayarak başardı. Önce gençlik yıllarında Ajax, sonrasında masa başında silinse bile 2 kez Juventus'la lig şampiyonluğunu kazandı. Takıma birinci dereceden katkısının zirveye çıktığı Inter'de 3 kez, son olarak kolektif oyunun hızına yetişemediği Barcelona'da bir defa zirveye yerleşti. Tüm bunlar art arda gerçekleşti ama o bu sefer de beşinci farklı takımı olan Milan ile Scudetto'ya gidiyor. Üstelik yine kendine has tarzını koyarak, takımın oyun şeklinin tam ortasına kendini yerleştirerek...

Sevilmeyebilir Ibrahimoviç. Ama Mayıs ayının sonunda onu yine şampiyon olarak görürsek, bunu 5 faklı takımla üst üste 8. defa başarmış bir futbolcu sıfatını alacak. Artık sürekli doğru tercih yaptığından mı, her takıma direk etki ettiğinden mi yoksa ikisinin ortası mı tartışılır. Yalnız böyle bir kariyere ne olursa olsun en azından saygı göstermek gerek.

5 Mart 2011

Ahmet Dursun


Öylesine aklıma geldi bu adamın hali şimdilerde nicedir diye... Sonuçta Türk futbolunun kısa da olsa bir kısmında iz bırakmış bir isim. Özellikle adının geçtiği tezahürat sayesinde o Beşiktaş'ta "durdu" ama gelenler, tribünün gönderdiğini hep arattı. İlk sezonu olan 1999/2000'de çıktığı 30 lig maçında 21 kez ağları havalandırdı. Takım, Galatasaray'ın tarihî kadrosunu kovalarken yükü taşıyanlardan biriydi. Ertesi sezon yine aynı sayıda maç oynadı ve Nouma'nın partneri olarak attığı 12 gol yine de hiç fena değildi. Bundan ziyade, 3-0'lık Barcelona maçındaki enfes oyunu ve 2 golüyle akıllara iyice kazındı.


2001/02 sezonu geldiğinde ise İlhan Mansız'ın gölgesini hissetti Ahmet Dursun. Ligde sadece 21 kez sahaya adım atmasına rağmen yine 12 golü bulmayı başardı bir şekilde. Kulübün 100. yılı geldiğinde eski performansını yavaş yavaş aratmaya başladı. Senegal'i yıkan ve formunun zirvesindeki İlhan Mansız'la yıldızı da barışmıyordu üstelik. Yine de 8 golüyle şampiyonlukta azımsanmayacak bir pay elde etti.


Sonrası ise tufan... Takımın önce zirveyi, sonra dibi gördüğü 2003/04 sezonunda ilk 11'deki yerini neredeyse tamamen kaybetti. Sonraki yıl Del Bosque tarafından İstanbulspor'a gönderilse de, Rıza Çalımbay tarafından tekrar kadroya dahil edildi. Ancak performansından değişen pek bir şey olmadı. 2006 yazından itibaren Evliya Çelebi gibi Antalyaspor, Kocaelispor, Ankaragücü, Adanaspor gibi kulüpleri dolaştı durdu.


33 yaşını geride bırakırken şimdi Eyüpspor forması giyiyor Ahmet Dursun. 2. Lig Kırmızı Grup'ta... Sevsem mi sevmesem mi diye bir türlü karar veremediğim adamlardan biriydi Beşiktaş'tayken. Ama şimdi dönüp bakınca kulüp geçmişindeki yerini görebiliyor insan. Ahmet Beşiktaş'ta 6,5 sezon "durdu" ve o gidince yeri zor olmadan doldu açıkçası. Ama en azından "giden" Seba'nın yerine gelenler çok şeyi aratır oldu.

4 Mart 2011

Haftasonu Gelince...



4 Mart Cuma
20.00 Kayserispor – Manisaspor (LİG TV)
21.30 Borussia Dortmund – Köln (TRT HD)

5 Mart Cumartesi
14.00 Konyaspor – Ankaragücü (DIGI)
14.00 Mersin İdman Yurdu – Erciyesspor (TRT 1)
16.00 Gaziantepspor – Sivasspor (LİG TV)
16.30 Stuttgart – Schalke (TRT 3 / TRT HD)
17.00 Arsenal – Sunderland (SPORMAX / PL TV)
19.00 Galatasaray – Karabük (LİG TV)
19.00 Mallorca – Valencia (NTVSPOR)
19.30 Manchester City – Wigan (SPORMAX / PL TV)
19.30 Bayer Leverkusen – Wolfsburg (TRT 3 / TRT HD)
19.45 Twente – NAC Breda (BEYAZ TV)
21.00 Barcelona – Zaragoza (NTVSPOR)
21.45 Juventus – Milan (TV 8 / SPORMAX)
21.45 Excelsior – PSV (BEYAZ TV)
22.00 Auxerre – PSG (KANAL A)
23.00 Atletico Madrid – Villarreal (NTVSPOR)

6 Mart Pazar
13.30 Sampdoria – Cesena (TV 8)
13.30 Çaykur Rizespor – Gaziantep Belediye (TRT 1)
14.00 Kasımpaşa – Antalyaspor (DIGI)
15.30 Liverpool – Manchester United (SPORMAX / PL TV)
15.30 Ajax – AZ Alkmaar (BEYAZ TV)
16.00 Bursaspor – İstanbul Belediye (LİG TV)
16.00 Inter – Genoa (TV 8)
16.30 Freiburg – Werder Bremen (TRT 3 / TRT HD)
17.00 Eskişehirspor – Bucaspor (DIGI)
18.00 Wolverhampton – Tottenham (SPORMAX / PL TV)
18.30 Hamburg – Mainz (TRT 3 / TRT HD)
19.00 Beşiktaş – Trabzonspor (LİG TV)
19.00 Adanaspor – Samsunspor (TRT 1)
21.45 Lazio – Palermo (TV 8 / SPORMAX)
22.00 Racing – Real Madrid (NTVSPOR)
22.00 Marseille – Lille (KANAL A)

7 Mart Pazartesi
20.00 Gençlerbirliği – Fenerbahçe (LİG TV)
20.00 Altay – Orduspor (TRT 1)
22.00 Blackpool – Chelsea (SPORMAX / PL TV)

3 Mart 2011

Ayrı Dünyalar: Portekiz ve Türkiye


Ligimize Avrupa’dan ithal edilen oyuncular konusunda Portekiz’in adını sık duyar olduk. Ancak iki ülkenin oyuncu yetiştirme ve transfer politikası birbirinden oldukça farklı. Biri temel stratejisinin merkezine üretmeyi ve geliştirmeyi koyarken, sıklıkla tüketimi tercih eden zor durumda kalıyor.

Futbol dünyası son yıllarda bol sıfırlı transfer rakamları görmeye iyice alıştı. Özellikle Avrupa’nın devleri bir futbolcu için masaya oturduğu anda bile onun değeri yükselir oldu. Ne var ki her kulübün yüksek meblağlı transferler yapma lüksü yok. Hâl böyle olunca, kadro kalitesini yüksek tutarken aynı zamanda tasarruflu davranmak ideal bir hedefe dönüştü. Bu amaca en kestirme yoldan gitmek ise, genç yetenekleri olabildiğince erken keşfedip doğru biçimde eğitmekle mümkün.

İşlenmemiş bir cevherden yıldız yaratma konusunda Portekiz kulüplerinin son yıllardaki şanını göz ardı etmek mümkün değil. Özellikle Güney Amerika’dan gelip modern bir futbolcuya devşirilen birçok oyuncu, başarısını Portekiz’de aldığı eğitime borçlu. Türkiye’ye baktığımızda ise malum İber kültürünün tam tersini görmek mümkün. Zira büyük kulüplerimiz yetenek avcılığına çıkmaktan ziyade, çoğu zaman kariyeri vasat giden bilindik oyunculardan kahraman yaratma çabası içinde. Başarısız ve obez iştahlı bir transfer politikasının yanında genç oyunculara yeterli şans da verilmeyince kadro istikrarı mumla aranıyor.

Son 5 Yılda Takımlar
Türkiye’de Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın yarattığı “Üç Büyükler” ekolünün benzerini, hatta daha da dominantını Portekiz’de Porto, Benfica ve Sporting Lisbon üçlüsünde görebiliriz. Zira 72 yıllık Super Liga tarihinde şampiyonluk kupası sadece iki kez malum üçlünün haricindeki bir takımın oldu. Dolayısıyla tıpkı ülkemizdeki gibi Portekiz futbol tarihinin neredeyse tamamını oluşturan Üç Büyükler, transfer konusunda da birbiriyle kıyasıya yarış halinde.


İki ülkenin malum devlerini sadece son 5 yıl çerçevesinde karşılaştırmak, ilginç sonuçlar doğuruyor. Öncelikle Portekiz üçlüsünden hiçbiri, 5 yıllık toplam transfer harcamaları konusunda zarara girmemeyi başardı. Hatta Porto bu yılların tamamında futbolcu alışverişini kârla kapatırken, Benfica’nın sadece bu sezonki transfer kârı 54 milyon €’yu geçerek rekor kırdı. Yine istatistiklere göre üç kulübün yıllık ortalama transfer geliri 32 milyon €’yu bulurken, ceplerinden ortalama olarak sadece 21 milyon € çıktı. Her yıl düzenli biçimde 11 milyon €’yu sadece transferlerden kazanmak, azımsanacak bir başarı olmasa gerek.

Peki, Portekiz kulüpleri birer elmas madencisi gibi işlerken olaylar İstanbul’da nasıl gelişti? Her şeyden önce, geride kalan son 5 sezonun hiçbirinde, hiçbir büyük kulübümüz transfer dönemini kârlı bitiremedi. Başka bir deyişle, Üç Büyükler çoğu zaman madene girmek bir yana, tek taş yüzük sevdasından vazgeçmedi. Bu süreçte Fenerbahçe toplamda 106 milyon €’yu cebinden çıkarırken, geçen sezonki 32 milyonluk harcama ile kendi rekorunu kırdı. Ortalama bir sezonda 4 milyon € değerinde futbolcu satışı yapan üçlü, buna rağmen sezon başına 17 milyon €’luk transfer harcaması yapmaktan da geri kalmadı. Son olarak sadece Porto’nun 5 sezonda elde ettiği 248 milyon €’luk transfer geliri, üç İstanbullu’nun aynı zaman diliminde ödediği toplam 259 milyon bonservis bedelini neredeyse yakalamış durumda.

Göze Batan Futbolcular
Transfer kazançlarını artık bariz bir düzene oturtmuş olan Portekiz kulüpleri, her yıl neredeyse istisnasız biçimde bombaları patlatıyor. Özellikle Benfica, bu sezon “tok satıcı” unvanını sonuna kadar hak etti desek yalan olmaz. Ramires, Di Maria ve son olarak David Luiz’in satışından 85 milyon € elde eden Benfica, bu üçlünün bonservisini alırken toplamda sadece 16 milyon € ödemişti. Geçen sezon Lisandro Lopez ile Lucho’dan 43 milyon € kazanan Porto öne çıkarken, aynı kulüp 2008/09 sezonunda Quaresma, Bosingwa ve Cissokho’yu 63 milyon € karşılığında yolcu ediyordu.


2007/08 sezonu ise üç Portekiz kulübü için tam anlamıyla altın bir yıl oldu. Önce Sporting Lisbon, altyapısının mahsulü olan Nani’yi tam 35 milyon €’ya elden çıkardı. Ardından Benfica, bu yıl Beşiktaş’ta yolları tekrar kesişen Simao ve Manuel Fernandes’i 38 milyon € kazanarak La Liga’ya uğurladı. Pastadan yine en büyük payı alan Porto ise Pepe ve Anderson sayesinde tam 62 milyon €’luk küçük bir servete kondu.

Yerli Üç Büyükler, transfer ettiği futbolcuya değer kazandırıp uygun fiyata alıcı bulma konusunda tek atımlık başarılardan öteye gidemedi. Örneğin 2,5 milyon €’ya takıma kazandırılan Bobo’nun sözleşmesi devam ettiği sürece tahmini fiyatı 9,5 milyon €. Aynı şekilde Anelka’nın neredeyse %100’lük bir değer artışıyla 12 milyon €’ya elden çıkarılması, Mehmet Topal’ın genç yaşta yetiştirilip 5,5 milyon €’ya Valencia’ya satılması da başarı sayılabilir. Ne var ki Delgado, Edu ve Zapatocny gibi oyuncuların bedavaya gönderilmesinin yanında Lincoln, Elano ve Kezman’dan doğan zararlar göz ardı edilmemeli. Özellikle bol sıfırlı çeklerle alınan ve geleceği belirsizliğini koruyan Güiza, Misimovic ve Tabata örnekleri, aslında ligimizin yakın tarihteki transfer politikasının acı birer gerçeği. Tüm bunların yanı sıra Batuhan Karadeniz, Uğur Uçar, İlhan Parlak ve daha nice genç yeteneğin kulübeye terk edilmesi işleri daha da düşündürücü hale getiriyor.

Portekiz kulüplerinde öne çıkan bir unsur da, hiçbir oyuncunun vazgeçilmez olmayışı. Kalitesi ne seviyede olursa olsun, bir futbolcu için sunulan fiyat onun değerini bulduğu anda satış gerçekleşiyor. Üstelik birçok zaman gelen gideni aratmıyor ve kadro kalitesi bozulmuyor. Örneğin Carvalho Mourinho’nun ardından Chelsea’ye gidince Porto hiç vakit kaybetmeden Pepe’yi transfer etti. O da Madrid yollarına düşünce Bruno Alves’in yıldızı parladı. Aynı şekilde Simao Benfica’dan ayrılırken yerine gelen, Di Maria’dan başkası değildi. Şimdi gözler, Arjantinli’nin yerine Boca Juniors’tan transfer edilen genç Gaitan’ın üzerinde.

Yeni Trend: Fon Şirketleri
Türk kulüplerinin bakış açısıyla genç oyunculara şans vermek, ciddi bir risk anlamına geliyor. “Az zamanda çok başarı” ütopyasının yarattığı sabırsızlık hâli, bu şekilde gençleri arka plana itiyor. Böylece var olan kaynaklar da verimsiz biçimde pahalı transferlere ayrılıyor. Ancak Portekiz kulüpleri, genç yeteneklere kaynak yaratmanın ve çeşitli risklerini azaltmanın yolunu da çoktan bulmuş durumda. Üstelik son zamanlarda bize pek yabancı gelmeyen bir biçimde…


Beşiktaş’a ayak basan Portekizli’lerden Almeida’nın transfer şekli, bir yönüyle diğerlerinden daha dikkat çekici olmuştu. Zira İrlanda kökenli bir fon yönetim firması, 2 milyon € karşılığında Almeida’nın bonservisinin kabaca %45’ini satın almıştı. Firmadan gelen bu parayla da Beşiktaş, Werder Bremen’e gerekli bonservis bedelini ödeyebilmişti. Türkiye’de bir ilk olan bu durum, aslında günü kurtarmak adına yapılmış akıllıca bir hamleydi.

Portekiz kulüplerinde ise fon şirketleriyle olan ilişki daha çok genç futbolculara yatırım yapma amacı taşıyor. Örneğin artık Chelsea forması giyen David Luiz, ilk kulübü Vitoria’dan Benfica’ya geldikten sonra bonservisinin %25’i 4,5 milyon € karşılığında bir fon şirketine satıldı. Aynı şekilde Porto da Moutinho, Rodriguez ve Walter gibi yeni transferlerin fon şirketlerine kısmî satışından 8 milyon €’yu şimdiden kazandı.

Bu şekilde yapılan yüzdesel satışlar kulübe iki açıdan avantaj sağlıyor. Öncelikle potansiyelini henüz tamamen ortaya koyamamış bir genç yetenek transfer ediliyorsa, oyuncunun beklentileri karşılayamama ihtimaline karşın maddi anlamda risk paylaşımı yapılmış oluyor. Eğer transfer edilecek oyuncu kendini nispeten kanıtlamışsa ve değerini katlayacağı konusunda görüş birliği varsa, bu seferki kısmî satıştan gelen para hemen başka genç yeteneklere ayrılabiliyor. Yani kulüp, iki türlü de altyapıya önem vermekten uzak kalmıyor.

Finansal Analiz: Porto
Özel bir şirketin işleyiş tarzına dair en nesnel ve gerçekçi verileri bulabileceğimiz kaynak, şirketin yılsonu raporudur. Portekiz borsasında hisseleri işlem gören Porto’nun da her sezon sonunda böyle bir dosya hazırlama zorunluluğu var. Son yayımlanan raporda geçen bir ibare ise dikkat çekici. Buna göre kulübün temel amacı, en iyi oyuncuların erken keşfedilmesine ve onların iyi eğitilmesine yatırım yapmak olarak belirlenmiş. Bu gayenin başarılı biçimde icraata dönüştüğüne yıllardır şahit oluyoruz. Peki, Porto’nun bu çizgisi, finansal durumunu ne şekilde etkiliyor?


Yukarıdaki tablo, Porto’nun son 5 yıllık gelir gider dengesini açık bir şekilde özetliyor. Sadece geçtiğimiz sezonu inceleyecek olursak; elde edilen 58 milyon €’luk gelirin, 90 milyon €’yu bulan giderleri karşılamaktan oldukça uzak olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla temel faaliyetleri sonucunda 32 milyon €’luk bir zarar yazan Porto’yu düzlüğe çıkaran tek kalem, futbolcu alım satımlarından doğan kâr. Böylece vergi ve faiz giderleri de düştükten sonra kulüp, sezonu 100 bin € kârla kapatmış oluyor.

2009/10 sezonunu ucu ucuna kurtaran Porto’nun, önceki üç sezonda da benzer senaryoyu yaşadığını görebiliriz. Yerlerde sürünen faaliyet zararını toparlayan, her seferinde futbolcu satışları olmuş. Ancak kadronun korunmaya çalışıldığı 2005/06 sezonunda bu kalemde yaşanan dramatik küçülme, cironun da nispeten düşük kalmasıyla birleşerek kulübün toplamda 30 milyon € zarar etmesine yol açmış.

Sonuç olarak bir futbol takımının kalbinde, kendi çapında başarılı olmak yatar. Bu yolda alınan riskler her zaman tutmadığı gibi, kulübün parasal anlamda zarar görmesi de çok muhtemel. Dolayısıyla sportif ve finansal başarının zıt kutuplarda yer aldığı bu paradoksun içinden çıkmak, her kulübün becerebildiği bir iş değil. Porto’nun öncülüğündeki Portekiz kulüpleri, bu hassas dengeyi genç futbolculara güvenerek sağladığı için örnek konumda. Hazır pişmiş yemek yemeyi alışkanlık haline getiren Türk takımlarının da işin mutfağına girdiği anda benzer başarıyı elde etmemesi için bir sebep yok.

Yeni Arjantin

2 Mart 2011

Avrupa'da Gol Krallığı: Mart



İngiltere:    Berbatov (Man. Utd.)     19 gol
İspanya:      Messi (Barcelona)            26 gol
Almanya:   M. Gomez (Bayern)         18 gol
İtalya:          Di Natale (Udinese)          21 gol
Fransa:        Moussa Sow (Lille)           16 gol
Portekiz:    Hulk (Porto)                       19 gol
Ukrayna:   Seleznov (Dnipro)            12 gol
Hollanda:  Vlemincks (NEC)             17 gol
Türkiye:    Alex (Fenerbahçe)            17 gol


Geçen ayki tabloya göre en çok coşan, 7-0'lık galibiyete hat-trick ile katkı yapan Di Natale oldu. Tabii Alex'i de es geçmemek gerek. Messi de Ronaldo'nun durgunluğunu iyi değerlendiriyor malum. 26 golle artık kimseyi şaşırtamaz oldu. Sezon sonunda da Altın Ayakkabı'yı kimselere bırakmayacak gibi duruyor. Yalnız İtalya'daki durum hiç alışık olmadığımız cinsten. 21 gollü Di Natale'yi 20 ile Cavani takip ediyor, ki İtalya kimliğindeki bir lig için görünüm daha şimdiden gayet gollü. Udinese'nin yıldızı, geçen sezonu 29 golle kral olarak kapatmıştı. Bakalım bu sezon daha ileri gidebilecek mi...

TamSaha Mart


TamSaha dergisinin Mart sayısı yayında. Dünya ve Türkiye futbolunun gündemindeki konuları, röportaj ve dosyalarla ele alan derginin 77. sayısında, son yıllarda Türk futboluna ve A Millî Takım'a birçok kaleci kazandıran Fenerbahçe kalesinin yeni veliahdı Mert Günok "Gelmek değil, kalmak önemli."

Ankaragücü ve Ümit Millî Takım'daki performansıyla Galatasaray'a transfer oldu, ilk sezonunda şampiyonluk yaşadı. Yakasını bırakmayan sakatlıklar nedeniyle kariyeri sekteye uğrasa da her zaman Millî Takım için düşünülen bir oyuncu oldu. 26 yaşın tecrübesiyle Gaziantepspor'un başarısı için ter döküyor ve ay-yıldızlı takımın bir parçası olmayı sürdürüyor. Emre Güngör: "Bir gün geri döneceğim!"

Türkiye onu Trabzonspor formasını ilk kez giydiği Beşiktaş maçında attığı galibiyet golüyle tanıdı. Bakmayın şimdi 1.91'lik boyuyla bir savunma kulesi olmasına… Trabzonspor'un altyapısından gönderilmiş ve amatör kümeyi, 3. Lig'i dolaşarak ulaşmış bugünkü yerine. "Mustafa Yumlu: Boyum kısa diye gönderildim!"

Galatasaray altyapısında aradıklarını Abdullah Avcı sayesinde Belediyespor'da bulan bir oyuncu o. Özeleştiri yapabilen, eksiklerinin farkında olan ve bunların üzerine gidebilen farklı bir oyuncu tipi. Kaydını dondurmuş olsa da işletme öğrencisi, matematiği seviyor, giderek büyüyen bir de kütüphaneye sahip diyelim, siz de farkının farkına varın. Gökhan Süzen: Sol çizgide bir dinamo.

İngiltere'nin ve ülkesi Slovakya'nın yanında Portekiz, İskoçya, Avustralya'da teknik direktörlük yaptı. 1991-92 sezonunda Fenerbahçe'nin teknik direktörlüğünü üstlenen usta hoca, bugün Avrupa Antrenörler Derneği Başkanı. İngiltere Premier Lig'de görev yapan ilk yabancı teknik direktör ve Slovakya Millî Takımı'nın ilk direktörü gibi çarpıcı unvanların sahibi. Duayen hocayla Türkiye'deki günlerini, Türk ve dünya futbolundaki gelişmeleri konuştuk. Jozef Venglos: "Türk futbolu dünyada saygı görüyor"

Döneminin en yetenekli oyuncularından biri olmasına rağmen kariyerini hep gözlerden ve ilgiden uzak geçirdi. Sadece 45 dakika giyebildiği A millî formaya olan hasretini, şimdilerde Futsal Millî Takımı'nda gidermeye çalışıyor. Altan Aksoy: O artık salon efendisi!

Temsilci, müsabaka organizasyonun başındaki en yetkili kişi. Her temsilci, bulunduğu statta adeta Futbol Federasyonu Başkanı'nın gölgesi anlamına geliyor. Müsabakanın kurallara uygun oynanıp oynanmadığı onların raporlarıyla belirleniyor. Liglerimizde görev yapan temsilcilerden ikisi var ki, diğerlerinden oldukça farklı. "Erkeksi" kimliği giderek değişen futbolun bu iki kadın temsilcisini yakından tanımaya ne dersiniz? Gülten Özveri - Neslihan Kaya: Dik durabilen kadınlar.

15 yaşında giydiği ay-yıldızlı formayla birlikteliği 60 maçtır sürüyor. Henüz 19 yaşında ve Altay'ın A2 takımının stoperi. 17 yaşında Avrupa ve Dünya Şampiyonası finalleri tecrübesini yaşadı. Elektrik mühendisi bir baba ve çevre planlamacısı bir annenin oğlu. Geçtiğimiz yıl Mallorca'ya transferi 18 yaşını bitirmediği için gerçekleşmese de büyük hayaller kurmaya devam ediyor, dünya çapında vazgeçilmez bir stoper olmayı hedefliyor. Oğulcan Gökçe: "Marka olmak istiyorum."

Belçika'da doğdu ve ilk genç millî takım deneyimini o ülke adına yaşadı. Hatta Türkiye'ye karşı üç maç oynayıp bir de gol attı. Şimdi ise U19 Takımımızın formasını giyiyor.. Sezon başından bu yana Portekiz'in renkli takımı Braga'nın oyuncusu. Emre Şahin: Portekiz'den gelen golcü.

Ayrıca, "Kore'den ders çıkardık, hedefimiz Avusturya", "Johan Cruyff: Barça'nın babasından Barça sırları", "Süper Lig Transfer Raporu: Denize düşen transfere sarılır", "Portekiz ve Türkiye: Ayrı dünyalar", "Finansal Fair Play: Avrupa'da II. Rönesans", "Asya Kupası: Katar'da güneş doğudan yükseldi", "Avrupa Ligleri: Transferde kış güneşi mi doğdu?", "Bank Asya 1. Lig: Memleket derbileri", "İstikrar abideleri" dosyalarıyla TamSaha'nın Mart sayısında da futbol kültürünün değişik konularıyla, farklı bir içerik yer alıyor.

Blogger Yasağı

Evet, dün itibariyle uygulamaya konmuş. Dün dışardayken annem aradı ve durumun içeriğinden habersiz olarak "oğlum senin siten mahkeme kararıyla engellenmiş, ne yaptın sen?" dedi! Bekliyordum ama o anki hale güleyim mi sinirleneyim mi bir an karar veremedim. Neyse, blogger'a ofisten rahatlıkla girebiliyorum. Okunsun veya okunmasın, hiç önemli değil. Bu kadar emekçiyi aptal yerine koyan, zamanında kitap yakmış olan zihniyete karşı yine de yazmaya devam. Akşam evde yazar, sabah ofisten yayınlarım artık...

1 Mart 2011

Bloguma Dokunma!..



Bu ülkede içeriği fark etmeksizin çıkan bir habere hemen inanamıyor insan. Bazı blogger'lar kaçak maç yayını yapıyor diye Digiturk önlem alınmasını istemiş, böylece blogger.com'un toptan kapatılma kararı çıkmış vs... Türkiye'de gayet olabilecek bir durum mesela. Özellikle Digitürk'ün yakın zamanda 13.000'e yakın müşteri kaybettiğini açıklaması, bu savı güçlendiriyor. Doğru olduğunu farz edelim. Yine bir YouTube vakası işte... Pireden kurtulmak için tek çözüm olarak yorganı yakmak düşünülmüş. Yani bir insanın sitesine veya bloguna hangi içeriği nerede ve ne zaman koyduğunu saptamak o kadar zor mu? Ve onun kim olduğunu tespit edip güzelce bir ceza vermek? Doğru ya, kim uğraşacak tabii? "Toptan kökünü temizleyelim gitsin, rahat ederiz..."

E benim günahım ne şimdi? Ülkede blog yazan ve okuyan binlerce insanın suçu ne? Ben o kaçak maç yayınlayanların veya herhangi bir sitede uygunsuz bir tema paylaşanın suçunu bu şekilde paylaşmak zorunda mıyım? Neyse, şimdi ülkede adalet aramaya kalkarsak dert anlatmaya blogger falan da yetmez zaten...

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...