Subscribe Twitter Twitter

3 Mart 2011

Ayrı Dünyalar: Portekiz ve Türkiye


Ligimize Avrupa’dan ithal edilen oyuncular konusunda Portekiz’in adını sık duyar olduk. Ancak iki ülkenin oyuncu yetiştirme ve transfer politikası birbirinden oldukça farklı. Biri temel stratejisinin merkezine üretmeyi ve geliştirmeyi koyarken, sıklıkla tüketimi tercih eden zor durumda kalıyor.

Futbol dünyası son yıllarda bol sıfırlı transfer rakamları görmeye iyice alıştı. Özellikle Avrupa’nın devleri bir futbolcu için masaya oturduğu anda bile onun değeri yükselir oldu. Ne var ki her kulübün yüksek meblağlı transferler yapma lüksü yok. Hâl böyle olunca, kadro kalitesini yüksek tutarken aynı zamanda tasarruflu davranmak ideal bir hedefe dönüştü. Bu amaca en kestirme yoldan gitmek ise, genç yetenekleri olabildiğince erken keşfedip doğru biçimde eğitmekle mümkün.

İşlenmemiş bir cevherden yıldız yaratma konusunda Portekiz kulüplerinin son yıllardaki şanını göz ardı etmek mümkün değil. Özellikle Güney Amerika’dan gelip modern bir futbolcuya devşirilen birçok oyuncu, başarısını Portekiz’de aldığı eğitime borçlu. Türkiye’ye baktığımızda ise malum İber kültürünün tam tersini görmek mümkün. Zira büyük kulüplerimiz yetenek avcılığına çıkmaktan ziyade, çoğu zaman kariyeri vasat giden bilindik oyunculardan kahraman yaratma çabası içinde. Başarısız ve obez iştahlı bir transfer politikasının yanında genç oyunculara yeterli şans da verilmeyince kadro istikrarı mumla aranıyor.

Son 5 Yılda Takımlar
Türkiye’de Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın yarattığı “Üç Büyükler” ekolünün benzerini, hatta daha da dominantını Portekiz’de Porto, Benfica ve Sporting Lisbon üçlüsünde görebiliriz. Zira 72 yıllık Super Liga tarihinde şampiyonluk kupası sadece iki kez malum üçlünün haricindeki bir takımın oldu. Dolayısıyla tıpkı ülkemizdeki gibi Portekiz futbol tarihinin neredeyse tamamını oluşturan Üç Büyükler, transfer konusunda da birbiriyle kıyasıya yarış halinde.


İki ülkenin malum devlerini sadece son 5 yıl çerçevesinde karşılaştırmak, ilginç sonuçlar doğuruyor. Öncelikle Portekiz üçlüsünden hiçbiri, 5 yıllık toplam transfer harcamaları konusunda zarara girmemeyi başardı. Hatta Porto bu yılların tamamında futbolcu alışverişini kârla kapatırken, Benfica’nın sadece bu sezonki transfer kârı 54 milyon €’yu geçerek rekor kırdı. Yine istatistiklere göre üç kulübün yıllık ortalama transfer geliri 32 milyon €’yu bulurken, ceplerinden ortalama olarak sadece 21 milyon € çıktı. Her yıl düzenli biçimde 11 milyon €’yu sadece transferlerden kazanmak, azımsanacak bir başarı olmasa gerek.

Peki, Portekiz kulüpleri birer elmas madencisi gibi işlerken olaylar İstanbul’da nasıl gelişti? Her şeyden önce, geride kalan son 5 sezonun hiçbirinde, hiçbir büyük kulübümüz transfer dönemini kârlı bitiremedi. Başka bir deyişle, Üç Büyükler çoğu zaman madene girmek bir yana, tek taş yüzük sevdasından vazgeçmedi. Bu süreçte Fenerbahçe toplamda 106 milyon €’yu cebinden çıkarırken, geçen sezonki 32 milyonluk harcama ile kendi rekorunu kırdı. Ortalama bir sezonda 4 milyon € değerinde futbolcu satışı yapan üçlü, buna rağmen sezon başına 17 milyon €’luk transfer harcaması yapmaktan da geri kalmadı. Son olarak sadece Porto’nun 5 sezonda elde ettiği 248 milyon €’luk transfer geliri, üç İstanbullu’nun aynı zaman diliminde ödediği toplam 259 milyon bonservis bedelini neredeyse yakalamış durumda.

Göze Batan Futbolcular
Transfer kazançlarını artık bariz bir düzene oturtmuş olan Portekiz kulüpleri, her yıl neredeyse istisnasız biçimde bombaları patlatıyor. Özellikle Benfica, bu sezon “tok satıcı” unvanını sonuna kadar hak etti desek yalan olmaz. Ramires, Di Maria ve son olarak David Luiz’in satışından 85 milyon € elde eden Benfica, bu üçlünün bonservisini alırken toplamda sadece 16 milyon € ödemişti. Geçen sezon Lisandro Lopez ile Lucho’dan 43 milyon € kazanan Porto öne çıkarken, aynı kulüp 2008/09 sezonunda Quaresma, Bosingwa ve Cissokho’yu 63 milyon € karşılığında yolcu ediyordu.


2007/08 sezonu ise üç Portekiz kulübü için tam anlamıyla altın bir yıl oldu. Önce Sporting Lisbon, altyapısının mahsulü olan Nani’yi tam 35 milyon €’ya elden çıkardı. Ardından Benfica, bu yıl Beşiktaş’ta yolları tekrar kesişen Simao ve Manuel Fernandes’i 38 milyon € kazanarak La Liga’ya uğurladı. Pastadan yine en büyük payı alan Porto ise Pepe ve Anderson sayesinde tam 62 milyon €’luk küçük bir servete kondu.

Yerli Üç Büyükler, transfer ettiği futbolcuya değer kazandırıp uygun fiyata alıcı bulma konusunda tek atımlık başarılardan öteye gidemedi. Örneğin 2,5 milyon €’ya takıma kazandırılan Bobo’nun sözleşmesi devam ettiği sürece tahmini fiyatı 9,5 milyon €. Aynı şekilde Anelka’nın neredeyse %100’lük bir değer artışıyla 12 milyon €’ya elden çıkarılması, Mehmet Topal’ın genç yaşta yetiştirilip 5,5 milyon €’ya Valencia’ya satılması da başarı sayılabilir. Ne var ki Delgado, Edu ve Zapatocny gibi oyuncuların bedavaya gönderilmesinin yanında Lincoln, Elano ve Kezman’dan doğan zararlar göz ardı edilmemeli. Özellikle bol sıfırlı çeklerle alınan ve geleceği belirsizliğini koruyan Güiza, Misimovic ve Tabata örnekleri, aslında ligimizin yakın tarihteki transfer politikasının acı birer gerçeği. Tüm bunların yanı sıra Batuhan Karadeniz, Uğur Uçar, İlhan Parlak ve daha nice genç yeteneğin kulübeye terk edilmesi işleri daha da düşündürücü hale getiriyor.

Portekiz kulüplerinde öne çıkan bir unsur da, hiçbir oyuncunun vazgeçilmez olmayışı. Kalitesi ne seviyede olursa olsun, bir futbolcu için sunulan fiyat onun değerini bulduğu anda satış gerçekleşiyor. Üstelik birçok zaman gelen gideni aratmıyor ve kadro kalitesi bozulmuyor. Örneğin Carvalho Mourinho’nun ardından Chelsea’ye gidince Porto hiç vakit kaybetmeden Pepe’yi transfer etti. O da Madrid yollarına düşünce Bruno Alves’in yıldızı parladı. Aynı şekilde Simao Benfica’dan ayrılırken yerine gelen, Di Maria’dan başkası değildi. Şimdi gözler, Arjantinli’nin yerine Boca Juniors’tan transfer edilen genç Gaitan’ın üzerinde.

Yeni Trend: Fon Şirketleri
Türk kulüplerinin bakış açısıyla genç oyunculara şans vermek, ciddi bir risk anlamına geliyor. “Az zamanda çok başarı” ütopyasının yarattığı sabırsızlık hâli, bu şekilde gençleri arka plana itiyor. Böylece var olan kaynaklar da verimsiz biçimde pahalı transferlere ayrılıyor. Ancak Portekiz kulüpleri, genç yeteneklere kaynak yaratmanın ve çeşitli risklerini azaltmanın yolunu da çoktan bulmuş durumda. Üstelik son zamanlarda bize pek yabancı gelmeyen bir biçimde…


Beşiktaş’a ayak basan Portekizli’lerden Almeida’nın transfer şekli, bir yönüyle diğerlerinden daha dikkat çekici olmuştu. Zira İrlanda kökenli bir fon yönetim firması, 2 milyon € karşılığında Almeida’nın bonservisinin kabaca %45’ini satın almıştı. Firmadan gelen bu parayla da Beşiktaş, Werder Bremen’e gerekli bonservis bedelini ödeyebilmişti. Türkiye’de bir ilk olan bu durum, aslında günü kurtarmak adına yapılmış akıllıca bir hamleydi.

Portekiz kulüplerinde ise fon şirketleriyle olan ilişki daha çok genç futbolculara yatırım yapma amacı taşıyor. Örneğin artık Chelsea forması giyen David Luiz, ilk kulübü Vitoria’dan Benfica’ya geldikten sonra bonservisinin %25’i 4,5 milyon € karşılığında bir fon şirketine satıldı. Aynı şekilde Porto da Moutinho, Rodriguez ve Walter gibi yeni transferlerin fon şirketlerine kısmî satışından 8 milyon €’yu şimdiden kazandı.

Bu şekilde yapılan yüzdesel satışlar kulübe iki açıdan avantaj sağlıyor. Öncelikle potansiyelini henüz tamamen ortaya koyamamış bir genç yetenek transfer ediliyorsa, oyuncunun beklentileri karşılayamama ihtimaline karşın maddi anlamda risk paylaşımı yapılmış oluyor. Eğer transfer edilecek oyuncu kendini nispeten kanıtlamışsa ve değerini katlayacağı konusunda görüş birliği varsa, bu seferki kısmî satıştan gelen para hemen başka genç yeteneklere ayrılabiliyor. Yani kulüp, iki türlü de altyapıya önem vermekten uzak kalmıyor.

Finansal Analiz: Porto
Özel bir şirketin işleyiş tarzına dair en nesnel ve gerçekçi verileri bulabileceğimiz kaynak, şirketin yılsonu raporudur. Portekiz borsasında hisseleri işlem gören Porto’nun da her sezon sonunda böyle bir dosya hazırlama zorunluluğu var. Son yayımlanan raporda geçen bir ibare ise dikkat çekici. Buna göre kulübün temel amacı, en iyi oyuncuların erken keşfedilmesine ve onların iyi eğitilmesine yatırım yapmak olarak belirlenmiş. Bu gayenin başarılı biçimde icraata dönüştüğüne yıllardır şahit oluyoruz. Peki, Porto’nun bu çizgisi, finansal durumunu ne şekilde etkiliyor?


Yukarıdaki tablo, Porto’nun son 5 yıllık gelir gider dengesini açık bir şekilde özetliyor. Sadece geçtiğimiz sezonu inceleyecek olursak; elde edilen 58 milyon €’luk gelirin, 90 milyon €’yu bulan giderleri karşılamaktan oldukça uzak olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla temel faaliyetleri sonucunda 32 milyon €’luk bir zarar yazan Porto’yu düzlüğe çıkaran tek kalem, futbolcu alım satımlarından doğan kâr. Böylece vergi ve faiz giderleri de düştükten sonra kulüp, sezonu 100 bin € kârla kapatmış oluyor.

2009/10 sezonunu ucu ucuna kurtaran Porto’nun, önceki üç sezonda da benzer senaryoyu yaşadığını görebiliriz. Yerlerde sürünen faaliyet zararını toparlayan, her seferinde futbolcu satışları olmuş. Ancak kadronun korunmaya çalışıldığı 2005/06 sezonunda bu kalemde yaşanan dramatik küçülme, cironun da nispeten düşük kalmasıyla birleşerek kulübün toplamda 30 milyon € zarar etmesine yol açmış.

Sonuç olarak bir futbol takımının kalbinde, kendi çapında başarılı olmak yatar. Bu yolda alınan riskler her zaman tutmadığı gibi, kulübün parasal anlamda zarar görmesi de çok muhtemel. Dolayısıyla sportif ve finansal başarının zıt kutuplarda yer aldığı bu paradoksun içinden çıkmak, her kulübün becerebildiği bir iş değil. Porto’nun öncülüğündeki Portekiz kulüpleri, bu hassas dengeyi genç futbolculara güvenerek sağladığı için örnek konumda. Hazır pişmiş yemek yemeyi alışkanlık haline getiren Türk takımlarının da işin mutfağına girdiği anda benzer başarıyı elde etmemesi için bir sebep yok.

0 yorum:

Yorum Gönder

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...