Subscribe Twitter Twitter

28 Kasım 2008

Mola

Talent Camp'a gidiyorum, salı gününe kadar yokum. Güzel bir kafamı dağıtıp dinlenirim diye umuyorum. Bu arada cumartesi günü de Fener'le oynuyoruz, bir şekilde fırsatını bulup da izlemenin derdindeyim.

Futbolsuz kalmayın...

27 Kasım 2008

7 Fark: Abramovich & Demirören



  1. Roman Abramovich, tüm servetini kaçak yollardan da olsa kendi kazanmıştır. Yıldırım Demirören ise baba parası yiyen şımarık evlat modundadır.

  2. Abramovich olaya tamamen işadamı gözüyle bakar. Kulübe yaptığı uçuk yatırımları birkaç yıl içerisinde kâra dönüştürebilecektir. Demirören ise fanatiktir; adamakıllı yatırım yapmak bir yana dursun, kulübün borcunu her yıl daha da kabartır.

  3. İkisi de futbol piyasasından gram anlamaz; ancak Abramovich kulübün stratejik açıdan beyni olarak Peter Kenyon gibi bir dehayla çalışırken, Demirören Celal Kolot gibi 3 hücreli insansılarla iş yaptığını sanmıştır.

  4. Abramovich, iyi veya kötü bir şekilde futbola yapılan sermaye yatırımları konusunda öncü olmuştur. Parayla pulla da olsa Ada'nın diğer devlerini gayet yakalamış durumdadır. Demirören ise 4,5 yıldır çakma Aziz Yıldırım taklidi yaparken kulübe ne sportif, ne de finansal açıdan arpa boyu yol aldıramamıştır.

  5. Abramovich petrol kralıdır. Demirören ie tüpçüdür.

  6. Abramovich karıya kıza gayet para yedirir. Demirören ise aile babasıdır (Hadi kıyak geçtim ama keşke bir de 105 yıllık kulübün babası olabilseydi...).

  7. İkisi de kariyerli teknik adamlarla çalışıp kendi hırslarından dolayı bir süre sonra şutlamışlardır (Abramovich Mouriho'yu, Demirören de Del Bosque ve Tigana'yı). Ancak Abramovich hocayla iyi veya kötü önce oturup konuşup ertesi gün kararını vermiştir. Demirören ise sayısız kez arkadan konuşmuş, 8-10 defa hocasının arkasında durduğunu belirtmiş, sonra saygısız biçimde görevden almış, ardından 7 milyon €'luk tazminattan kurtulmak için türlü yalakalık yapmıştır.

Kaka'dan Haberler


"Günün birinde Premier Lig'de oynamak isterim" demiş Brezilyalı oyuncu. Gözünü sevdiğim Fotomaç & Fanatik medyası mazallah Ada sınırları içerisinde olsaydı manşetler dakikasında hazırdı:

Kaka'dan Abramovich'e telefon: "Büyük başkanım beni al"...

Chelsea'de oynamaya hazırım...

Brezilyalı futbolcunun eşinin de Manchester City hayranı olduğu biliniyor...

Başkan El-Fahim'den Kaka operasyonu...

Daha da uzar gider böyle. Bu arada Fotospor'u saymadım bile. Saçmalamanın da bir sınırı var malum... Editörleri artık ne içiyor bilmem ama aynısından ben de istiyorum.

25 Kasım 2008

Kaptan Köşkü

Gallas'ın zırvalarından sonra Arsenal'in yeni kaptanı 21 yaşındaki Francesc Fabregas oldu. '87 doğumlu adamların bırakın çatır çatır oynamayı, dev takımlara kaptan olmaya başlamaları koymuyor değil. Yaşlanıyor muyuz nedir?

O değil de, Arsenal'de kaptanlığın Fabregas'a geçmesinin daha iyi olacağı kanısındayım; zira orta sahada görev alan, özellikle de oyunu iki yönlü oynayıp takımı yöneten futbolcuların kaptanlığa daha da yakıştıklarını düşünüyorum, tabi liderlik ruhları da varsa. Steven Gerrard, Roy Keane, Michael Ballack (Almanya Milli Takımı'nda), Frank Lampard (ki bana göre Chelsea'de Terry ile eş kaptandır), Pep Guardiola gibi oyuncular geçmişten ve günümüzden aklıma gelen birkaç başarılı örnek. Tabii Franco Baresi ve Franz Beckenbauer'e de özel yer ayırmak lazım. Orta saha yerine defansta görev yapmışlardı, ama malum dönemlerde libero kavramı gayet önemli olup tüm atakları geriden başlattığı için bu çerçeveye onları da koyabiliriz.

23 Kasım 2008

Sıfır, Benitez, Rotasyon, Rooney


Manchester United, Chelsea, Liverpool, Arsenal, Fenerbahçe, Galatasaray, O. Lyon, Villareal, Sevilla, Valencia, Juventus, Ajax.

Yukarıdaki liste, Şampiyonlar Ligi kura çekimindeki 1. ve 2. torba takımlarının listesi değil. Bu takımlardan özel bir lig oluşturulsa çatır çatır maçlara sahne olur da, konumuz başka. Enteresan nokta şu ki, bu takımların hiçbiri geçtiğimiz haftasonunda liglerinde gol atmayı başaramadı. Hatta oynadıkları 6 maç da 0-0 bitti.

Durumu hafta arasında oynanan milli maçlara bağlamak gayet mantıklı. Futbolcu da eşek değil malum. Yerel lig, kupa maçları, milli maçlar ve Şampiyonlar Ligi (veya UEFA Kupası) derken üç günde bir sahaya çıkmak, en son Arda örneğinde gördüğümüz gibi bedeni hırpalıyor iyice. Bu yükü kaldıramayacak futbolcu hiç mi yok? Var elbet. UEFA Teknik Sorumlusu Andy Roxburgh'e göre Wayne Rooney, fizik gücünün oyun iştahıyla da birleşmesiyle neredeyse her gün (biraz abartı olabilir tabi) maç yapabilecek kapasitede bir futbolcu.

Yakın zamana kadar yığınla eleştiri alan Rafael Benitez'in inatçı rotasyon sisteminin önemi artık iyice anlaşılmaya başlıyor ve yayılıyor. Hoş, Benitez de bu sene Reina, Carragher, Gerrard, Kuyt ve Torres gibi belli yıldızlarını daha az dinlendirerek bu inatçılığını biraz olsun yumuşattı. Yani rotasyona dair herkes kafasına göre bir şeyler denemeye devam ediyor, ancak bu sistemin kendini geliştirip oturması ve "çapraz koşu, alan daraltma, tandem, vs..." gibi tam bir futbol deyimine dönüşmesi biraz daha zaman alacak gibi.

Mühendislik


Liderlik


I don't believe too much in leadership. I believe more in good passing than a guy who jumps around with the hands in the air and plays the leader.

Arsene Wenger, 3-0'lık City mağlubiyetinin ardından, hafta arasında takım arkadaşlarını korkaklıkla suçlayan eski kaptan Gallas hakkında sorulan sorulara kestirme bir cevap veriyor.

22 Kasım 2008

Futbol Sadece Futbol Mu?


"Futbol bir ölüm kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir."

Tanıyanlar zaten çok iyi bilir Liverpool efsanesini yaratan Bill Shankly'nin bu tarihi sözlerini. Bir anlamda futbolun asla sadece futbol olamayacağı tartışmasını başlatan kıvılcım diyebiliriz bu sözler için. Simon Kuper'e göre de futbol sadece bir oyundan çok daha fazlasıydı, kimilerine göre ise bir oyundan öte değildi. Daha saftı yani. Bazıları bir din yerine koydu onu, hatta yüceliğini elle gol atarak pekiştiren bir tanrı bile ortaya çıktı!

Sevenlerinin tüm hayatlarını kaplayacak kadar geniş olabilir mi peki futbol? Hayatın ta kendisi olabilecek kadar? Aslına bakılırsa kimileri için olabilir. Evet, gayet olabilir. Sevmediği bir işi olan ve ağır şartlarda çalışan birini düşünün. Ya da işi olmayan birini. Hayatta pek bir becerisi olmayan, arkadaş çevresi kısıtlı, aşk hayatı yalandan ibaret, eğitimi zayıf olan bir adamı aklınıza getirin. Kendisinden yukardakiler tarafından her gün hor görülen, bir şekilde ezilen birini hayal edin. Kısacası sosyal hayatında sürekli gol yiyen, "bu toplumda ben de varım" diyemeyen birini canlandırın kafanızda. Böyle olsaydınız illaki tutunacak bir dal aramaz mıydınız? Tek başına güçsüz, ama sadece bir şemsiye altında toplandığında kimlik sahibi olabilecek birçok hayalperestten biri olmak istemez miydiniz? Peki, haftanın 6 günü biriktirdiğiniz stresi ve belki de nefreti, o 90 dakika boyunca, hatta öncesinde ve sonrasında, kusacak bir platformda bulunmak istemez miydiniz?

İşte Bill Shankly'nin anlatmak istediği tam da bu. İşçi çocuğu olarak yetişmiş biri olan Shankly, taraftar kesimi de işçi tabanlı olan Liverpool'u ikinci ligden çıkarıp birkaç yılda şampiyonluklara abone bir takıma dönüştürürken o taraftarların hissettiklerini düşünebiliyor musunuz? Hayatı boyunca zaten ezik yaşayan birinin tuttuğu takım, futbolun beşiği olan bir ülkenin liginde hükmeden konumuna geçince ne hisseder hayal edebiliyor musunuz?

Bu taraftar için söylemiştir Shankly o sözleri. Var olma mücadelesi veren bir takımı canlandırarak, taraftarına da bir anlamda bu dünyada var olduklarını hissettirebilmiştir. Çünkü hayatta tutunacak belki de tek dalı Liverpool'dur o taraftarın; ve o dakikadan sonra Liverpool kazanamıyorsa, o da kazanamıyor demektir.

Hayatta karnını doyurabilmekten başka yapacak birçok şeyi olan birini düşünelim şimdi de. Sosyal bir çevresi olan, sevdiği işi yapmasının haricinde futbolla ilgilenen, yüzmeye giden, golf oynayan, veya sinemayı bilen, sanatla uğraşan bir insanı... Bu kişinin hayatında futbol olmasa da değişen çok şey olmaz. Anca hayatından bir renk eksilir o kadar. O boşluğu dolduracak başka bir uğraş bulur elbet. İşte böyle biri için futbol sadece futboldur. Bir oyundan öteye de gidemez.

Postu bir alıntıyla başlattım, alıntıyla bitireyim. Sözler, Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı müthiş kitabından. Anlatmaya çalıştığım ilk taraftar profilini bir paragrafta çok güzel özetleyivermiş:

"Fanatik", stadyuma kulübünün bayrağına sarılı olarak gelir, yüzü aşık olduğu renklere boyalıdır. Vurucu, kırıcı ve gürültü yapıcı araçlarla yüklüdür hep. Daha yolda gelirken bile gürültü ve hır gür çıkarır. Hiçbir zaman yalnız değildir. Kızgınların safına geçer, o tehlikeli kırkayağa katılır; aşağılananlar bir anda aşağılayanlara, korkaklar da korku salanlar haline gelirler. Pazar gününün aşırı yetkinliği, haftanın öbür günlerinin itaat dolu yaşantılarını, isteksiz aşk hayatını, sevilmeyen ya da hiç olmayan iş hayatını unutturur. Bir tek gün serbest kalan fanatiğin, o tek günde acısını çıkaracağı pek çok şey vardır.

21 Kasım 2008

Kriz Dünya Kupası'nı da Vurdu

Malum ekonomik krizdeyiz. Blogda bundan sonra da krizle ilgili haberlere yer vereceğim. En son haber 2010 Dünya Kupası ile ilgili. Son haftalardaki çalkantılar sonucu Güney Afrika para birimi Rand, Dolar karşısında yaklaşık %30 değer kaybedince ithal mal fiyatları da coştu tabii. Özellikle stadyum yapım masrafları başını alıp gidince hükümet 136 milyon $'lık ek bütçe ayırdı. Böylece turnuvanın toplam bütçesi şimdiden 3 milyar $'a merdiven dayadı.

El-Buffon

Eskiden futbol hayatının sonlarına yaklaşan futbolcular ABD veya zengin Arap ülkelerinden birine (özellikle Dubai veya Katar) kaçardı. Beckham'ı bu jenerasyondan sayamam. Adam zaten Avrupa'da da çatır çatır para kazanırdı, şimdi Los Angeles'ta biraz da Hollywood havası koklamaya gitti, tabi biraz da "Hanımköy" baskısıyla. Neyse... Bahsedeceğim nokta şu ki, artık zengin patronlar bu +30'luk topçuları ayaklarına getirmektense, direk Avrupa'da kulüp satın alıp bu şekilde işi daha da büyütüyorlar.

Resimdeki kara oğlanın en son Buffon'a 75 milyon Euro verdiği iddia ediliyor. Sadece bonservisine hem de... Bir 75 milyon da 5 yıl için Buffon'a verilecekmiş. Etti 150 milyon Euro. Bu adamın Abramovich'ten fazla parası olabilir, ama haberler doğruysa onun kadar kafası çalışmıyor. Peter Kenyon tarzında bir zekayı o kulübün başına getirip uzun vadeli planlar peşinde koşacakmış gibi durmuyor çünkü.

Jübile


Sergen Yalçın'a devre arasında bir jübile maçı yapacakmış Beşiktaş. İyiden de öte müthiş futbolcuydu gözümde, ama sadece futbolcuydu işte. "Sporcu" değildi. Beşiktaş'ın Sergen gibi bir evladına jübile yapması gayet doğal ve normal. Anormal olan ise, bu kararın ancak Sergen'in BJK 15 yaş altı takımında teknik direktör olarak göreve başlamasından sonra alınmış olması. Yani Sergen, aktif futbolculuğa vedasını anca kulübüne geri dönerken yapabiliyor!

Yakın tarihimize dönüp baktığımızda Şifo haricinde akıllarda kalan kaç jübile maçı sayabiliyoruz ki? Görkemli bir uğurlamayla yolcu etmeye değer adam gibi sporcumuz mu yok, yoksa kulüplerimiz gerçekten de bu kadar mı vefasız?

Bu arada özellikle Galatasaraylı taraftarlar bu durumu nasıl içlerine sindirebilirler anlam veremem. Hagi, Bülent, Arif, Hakan Ünsal, Hakan Şükür vs... Türk futbolunu zirveye çıkaran isimlerin hiçbirine adamakıllı jübile yapılmadı. Hadi onu geçtik, bazıları kulüpten neredeyse tekme tokat kovuldu.

Büyük takım duruşundan, değerlerden bahsedilir durulur. Vefa da bir değer değil midir halbuki?

18 Kasım 2008

Buzdolabı


Diego Hoca


İlk basın toplantısını düzenledi. Hedef de belli: 2010'da dünya şampiyonluğu... Futbolculuğu zamanında disiplinsizliğini bilmeyen yok. Çok merak ediyorum; mesela Messi idmana geç gelirse, veya olur da Cambiasso herhangi bir maçta durduk yere kasaplık yapıp kırmızı kart görürse tepkisi ne olacak?

Yerinde Sinan Engin veya Yılmaz Vural olsa cevap belli tabi. Ee ne demişler? Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma...

Lise Maçı

Nuri Bilge Ceylan






Hayranı olduğumu söyleyebilirim bu adamın. Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak, İklimler, ve en son Üç Maymun tüm filmleri Nuri Bilge Ceylan'ın. Koza hariç hepsini izledim ve Kasaba hariç hepsini sevdim. Zira Kasaba ilk uzun metraj filmi ve dublaj kullanılmış, bu da filmlerindeki en sevdiğim yönlerden biri olan doğallığı bozmuş. Mayıs Sıkıntısı ile Uzak öncesinde adeta "geliyorum" demiş Nuri Bilge Ceylan. Uzak da başlı başına bir efsane zaten gözümde. İklimler'i nedense çok da sevemedim, ama o da tüm filmlerinde olduğu gibi duru anlatımı sayesinde izlemeye değer zaten. Üç Maymun ise en olgun filmi olmuş bana göre Nuri Bilge Ceylan'ın.

Filmlerinde uzun, kesintisiz ve yakın plan çekimler yapması çoğu kişiye sıkıcı ve abartı gelir Ceylan'ın. Bence bu, izleyiciyi durumun (veya olayın) daha da içlerine çekerek yaşanabilirliği artırıyor. Doğa manzarası çekimleri ise başka bir harika, hepsi ayrı birer fotoğraf karesi sanki. Ve gökyüzü... Afişlerden de görülüyor zaten, gökyüzünün dramatik ve melankolik hali direk film karakterlerinin ruh hallerini yansıtıyor.

İzleyen zaten bilir, gerçekten farklı bir yönetmen Nuri Bilge Ceylan... Cannes'da artık düzenli olarak almaya başladığı ödüller de bunu doğrular nitelikte. Gelin görün ki memlekette hangi filmi vizyona girse Maskeli Beşler tarzı dandik ve bayat yapımların yarısı kadar ilgi çekemiyor. Belki megalomanlık olacak, kimse de Ceylan'ı sevmek zorunda değil ama, "anlayana..." demeden de geçemiyor insan.

"Anlayanlar" için resmi sitesi http://www.nuribilgeceylan.com/

Bu arada Koza'yı da bir bulabilsem de izlesem artık!..

17 Kasım 2008

Vakit Geldi

Önce Şampiyonlar Ligi'nde Juventus, ardından ligde Valladolid mağlubiyetlerinden sonra Schuster'in suyu iyice ısındı. Arada Kral Kupası'ndan elenmelerini de saymak gerek tabi. Medyanın adayları da şimdiden belli; Benitez'den Ramos'a, Mancini'den Rijkaard'a bile uzanan bir liste.

İstenmeyen ve beklenmeyen sonuçlar alındığı takdirde Fotomaç'ın (Fanatik de olabilir, hiç fark etmez) senaryo manşetlerini görür gibiyim:

Schuster Aslan Oluyor...
Üst üste kaybedilen puanların ardından başkan Adnan Polat, Skibbe ile ipleri koparma kararı aldı. Takımdaki Alman ekolünü bozmak istemeyen Polat'ın, Real Madrid'in eski teknik direktörü Bernd Schuster ile el sıkıştığı öğrenildi.

16 Kasım 2008

Sporting Gijon


Bu sezon çıktıkları ilk 4 maçı izleyen hemen herkes La Liga'ya yakışmadıkları ve bu sezon geldikleri yere geri dönecekleri konusunda hemfikirdi. Bu zaman zarfında kalelerinde tam 19 gol gördüler (ki oynadıkları takımlardan ikisi Real Madrid ve Barcelona'ydı) ama her maç illaki attılar da. 5. hafta Villareal karşısında tek kale oynadılar ama işte top yuvarlak; bu sefer gol atamadılar ve tek golle yenildiler. Ardından kaderlerini tersine döndürdüler zaten. 6 maçta 5 galibiyet aldılar ve bunlar arasında Mallorca, Deportivo ve dünkü Valencia deplasmanları gibi zorlu zaferler de var. An itibariyle 11 maçta 15 puan toplamış durumdalar ve 9.luğa kadar yükseldiler. Bu konsantrasyonu sürdürdükleri takdirde de ligde tutunacakları aşikar.

15 Kasım 2008

7 Fark: Drogba & Emre



  1. Biri kafasına bozuk para atıldığı anda delirdi. Diğeri, meçhul bir gazeteci kafasını bozduğu (!) için delirdi. Gerçi ikincisi hiç akıllanmadı ki...

  2. Son 5 sezona bakıldığında Drogba her sezon ortalama 40 ve üstünde maça çıkarken, bu rakam Emre için sadece 25!

  3. İkisi de süper egoya sahip teknik direktörler tarafından yetiştirilip parlatıldılar. Yalnız Mourinho Drogba'yı Fransa'dan çıkarıp bir dünya yıldızı yaparken, Fatih Terim Emre'yi korumak adına şımarttıkça şımarttı.

  4. Emre kariyeri için çok kritik bir basamağı atlaması gereken dönemde Inter, futbolunun olgunluk çağına adım attığı dönemde de Newcastle (ve Fenerbahçe) gibi malum dönemlerde yokuş aşağı giden takımlara imza atarak stratejik hatalar yaptı. Drogba ise gelişme potansiyelini ivmeli yükseliş gösteren Chelsea'de değerlendirerek en verimli yıllarını yaşadı.
  5. İkisi de milli takımlarında kaptan ama Drogba takımda sözü dinlenen bir adamken, Emre'nin kaptanlığı sözde ağalıktan ileri gidemiyor.
  6. Drogba ırkçılığa savaş açmış haldeyken, Emre'nin ırkçılık suçu yüzünden cezanın kapısından dönmüşlüğü var!
  7. Drogba ilk profesyonel maçına 20 yaşında çıktı, Guingamp ile birinci lige çıktığında 24 yaşındaydı, en parlak sezonunu da 29 yaşında geçirdi. Emre ise sadece 16 yaşındayken profesyonel bir maça çıktı ve sürekli birinci liglerde mücadele etti. Ancak 28 yaşındaki futbolcu, kariyerinin zirvesinden yokuş aşağı inmeye başlamışken 'yine' sadece 22 yaşındaydı!

Genç (!) Milan


Hazır önceki postta Milan'a değinmişken devam edelim. İlk 11'inin yaş ortalaması çoğu zaman 30'un üzerinde olan gayet yaşlı bir ekip Milan. Geçen sezon bazı Şampiyonlar Ligi maçlarına 33 yaş ortalamasıyla çıktıkları olmuştu. Hatta 2007'de Şampiyonlar Ligi'ni kazanırken de durum pek farklı değildi. Wigan karşısına 19'luk ortalamayla çıkan Arsenal'le yan yana gelince mahallenin abileriyle yeni nesil veletlerini görür gibi oluyor insan!..

Peki bu kadar yaşlı bir takım nasıl hala başarılı olabiliyor? İşin sırrı, 2002 yılında 30 milyon Euro harcanarak ve yüksek teknoloji kullanılarak kurulan Milan Lab'ta aslında. Bu sene Microsoft'un da katkısıyla iyice gelişen Milan Lab öyle bir yer ki, futbolcunun sakatlanma ihtimalini sadece zıplamasına bakarak %70 doğruluk payıyla tutturabiliyorlar! Bunun gibi bir sürü erken tanı yöntemleri sayesinde de ilaçla tedavi oranını tam %92 azalttılar.

Milan Lab'ın başında Belçikalı Jean Pierre Meersseman bulunuyor ve yapılan transferlerde başkandan önce son onayı veren imzayı atan bir güce sahip Milan'da. Meersseman'a göre kaptan Maldini, 40 yaşında olmasına rağmen takımda mükemmele en yakın oyuncu durumunda. Belçikalının diğer bir favori adamı da Cafu. Herkesin "yok artık" dediği bir yaştayken pilinin bitmesine daha zamanın olduğu, Lab'daki sistem sayesinde anlaşıldıktan sonra transfer edildi Brezilyalı. Seedorf mu? Meersseman'a göre Hollandalının bazı vücut kasları olması gereken maksimum seviyede ve bu yüzden tesislerde kas geliştirici çalışma yapması yasak!

İşte bu mükemmel bilimsel proje sayesinde Milanlı bir futbolcuya yaşlı demek için 2 defa düşünmek gerekiyor. Çünkü genelde bir futbolcunun en verimli dönemi 26-31 yaşları arasındayken, bu limit Milanlı oyuncular için birkaç yaş daha genişleyebiliyor! Maldini, Seedorf, Inzaghi, Cafu gibilerini sadece izlemek bile bunu anlamaya yetiyor zaten.

14 Kasım 2008

Delikanlı Seedorf


"Milan'da oynaması çok zor, ama antrenman sistemi sayesinde burada kendini geliştirebilir" demiş Seedorf yeni tranfer David Beckham için! Sezon başında da Ronaldinho'ya 10 numaralı formayı "o daha yeni" demeye getirerek kaptırmamıştı. Hollandalıların açıksözlülüklerine hayranım, düşüncelerini uzun süre içlerinde tutmayıp salıveriyorlar, ki gayet güzel bir alışkanlık. 90'larda Van Gaal yönetimindeki efsane Ajax kadrosunun başarısında da, futbolcunun görüşlerine verilen yüksek değer önemli yer tutuyordu, keza kadrodaki tüm oyuncular 'hocayla' bir araya gelip taktik tartışabilirdi. Yani teknik direktör sadece ders vermez, verirken almasını da bilirdi. Tabi bu durum memlekette ne kadar mümkün o da ayrı bir tartışma konusu!

FM 2009


Bugün piyasaya çıkacak. Rapidshare'in karşısına geçmiş download edebilmeyi bekliyorum! Uykusuz gecelerin başlangıcı demek oluyor aynı zamanda...

13 Kasım 2008

Futbolda Ekonomik Kriz



Ekonomik kriz yavaş yavaş futbolu da vurmaya başladı. Önce Sergio Ramos, yakın zamanda batan Lehman Brothers'taki 3 milyon Euro'cuğunu kaybetti. Zaten bir futbolcu her maç kasap gibi olmaya başlamışsa ya bir yerde para kaybetmiştir, ya da ortada kız mevzusu vardır! Ramos'un haberi soğumadan bu sefer Chelsea CEO'su Peter Kenyon, krizin transfer politikalarını pek etkilemeyeceğini söyleyerek biraz kıvırsa da, artık genç oyunculara daha fazla önem vereceklerini belirterek krizin yıldız transfer açısından çok da kolay geçmeyeceğini bir anlamda kabul etmiş oldu. Son olarak da birçok Premier Lig kulübünün satın alınmasında öncü rol üstlenen bankacı Keith Harris, Liverpool'un Ocak ayında ödenmesi gereken yaklaşık 350 milyon Euro'luk borcunu ödeyememesinden korktuğunu belirtti.

Bakalım şimdiye kadar yüksek kâr peşinde koşup bakkaldan ekmek alır gibi kulüp satın alan sevgili şeyhlerimiz ve oligarklarımız, bu krizin yönetiminden ne gibi bir sonuçla çıkacaklar...

12 Kasım 2008

Wenger'in Bebekleri


Sevdiğim ve saygı görmeyi sonuna kadar hakettiğine inandığım bir adam Arsene Wenger. Belki de FM'de her zaman genç yetenek keşfedip takıma kazandırma alışkanlığımız ortak olduğundandır, bilemeyeceğim! Fransız, Ada'da uyguladığı radikal antrenman sistemi ve göze hoş gelen hücuma yönelik futboluyla her zaman göze batmayı başardı. Arsenal'in başındaki 13. sezonunu yaşıyor ve bu süre boyunca yetiştirdiği futbolculardan ciddi anlamda fark yaratabilen bir sürü örnek sayabiliriz: Adebayor, Fabregas, Henry, Vieira vs... Son yıllarda kadroyu genç tutma işini bayağı abarttı Wenger. Kötü de yapmıyor hani... Geçen sene sadece Carling Cup ve FA Cup maçlarında izleyebildiğimiz gençlerden çoğu bu sezon ilk 11'de. Dün akşam Wigan ile oynanan Carling Cup maçına da 19, yazıyla on dokuz, yaş ortalamalı bir takım çıkarttı Wenger ve maçı 3-0 kazanmasını da bildi.

İşte Wenger'in yeni nesil bebekleri;

Arsenal (4-4-2):

Lukasz Fabianski; Gavin Hoyte, Kieran Gibbs, Johan Djourou, Alexandre Song; Perez Fran Merida, Jack Wilshere (Amaury Bischoff, 76), Mark Randall, Aaron Ramsey; Jay Simpson (Henri Lansbury, 76), Carlos Alberto Vela (Rui Fonte, 84)

10 Kasım 2008

Fenerbahçe 4-1 Galatasaray


"Bu sefer olur heralde" diyordu çoğu Galatasaraylı ama Kadıköy'de sonuç yine hüsran. "Bu kadro FM'de benim olsa neler yapmazdım" hayıflanmalarını duyar gibiyim! Fener'de Alex'in yokluğu 2 maçtır takımı daha derli toplu oynamaya zorluyor, tabi iş salt Alex'in yokluğunda değil. İlginç, şu güne kadar Aragones ileride Alex-Semih-Güiza üçlüsünden birinin orta sahaya fazla yük bindirdiğini görmemek için sanki kendini zorladı! Yalnız Alex iyileşince sistem ne olacak merak içindeyim...

Anelka


"Soğuk, kendini beğenmiş, ruhsuz" diye diye zaten fazla durması zor görünen bir golcüyü geri yollayıverdik Kapıkıle'nin ötesine. Adam 11 yıl önce Wenger'in gözbebeği olmuş, rekor ücretle erken yaşta Madrid yolunu tutmuş, Liverpool ve PSG gibi köklü takımlarda belli bir çizginin üstünde oynamış. İstikrarsızlık bahane... İyi idare edilen, daha da önemlisi formda bir takımda olduğu zaman yeteneklerini mükemmel sergileyen bir adam Anelka. Şu ana kadar çıktığı 12 lig maçında 11 kez ilk 11 oynadı ve 10 golle krallık yarışında lider.
8 takım değiştirip halen 29 yaşında olduğunu duyunca oha demek geliyor insanın içinden...

Kaleden Gol Yok!


Hazıra konmayı pek seven bir milletin mensuplarıyız. Malum, "en kestirme yoldan nasıl köşeyi dönerim" mantığını geçtik, üniversitelerde bile "sever miyim sevmez miyim" diye düşünmeden "nasıl zengin olurum" odaklı düşünce hakim... Hadi bir örnek daha; Almanların yetiştirip pişirdiği yetenekli Türk gençlerine futbol dünyamızın harcadığı yegane emek, cevherleri keşfedildikten sonra Milli Takım'a kazandırmak için babasını ikna etmeye çalışmak oluyor!

Bu örnek net biçimde ortadayken, bir de çocukluğumuzun vazgeçilmezi olan mahalle maçlarını düşünün... "Abanmak yok, fazla çalım atmak yok, kaleden gol yok!" vs... Tüm hazıra konma eğilimimizi inkar eden bir durum değil mi? Halbuki futbolun (ve tabi hayattaki birçok şeyin) emek istediğini ve her anlamda takım çalışmasının futbol adına hayatsal önemi olduğunu en saf çağımızda, çocukluğumuzda öğrenmişiz.

Eğer futbol dünyamızda gerçekten bir sorun varsa; bu saflığın, sadeliğin ve ekip çalışmasının kaleciden santrfora, kulüp başkanından teknik direktöre dek unutulmuş olmasından değil midir?
Unutuyor muyuz, yoksa hatırlamak mı istemiyoruz?

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...