Subscribe Twitter Twitter

31 Aralık 2009

Mutlu Yıllar

Güzel bir 2010 geçirmemiz dileğiyle...

30 Aralık 2009

Sterling



Resimdeki arkadaş, Arsene Wenger'in yeni hedefi olan genç yetenek Raheem Sterling. QPR forması giyiyor, özellikle hızıyla ön plana çıkıyor ve yeni Rooney olarak tanımlanıyor. Yaşı ise sadece 15; Wenger'in bebeklerinin en yeni üyesi olmaya aday.

Son 10 Yılda Futbol

Her tarafta 2000'li yılların ilk 10 tanesindeki önemli olayların sıralamasını okuyup duruyoruz son günlerde. Futbol hakkında da halihazırda yazıldı çizildi tabii. Bu tarz bir kategorizasyon yaparken Türkiye ve dünya olmak üzere ikiye ayırmak lazım.


Dünyada;
  • 10 Yılın Takımı: İlk 5 yıldaki gibi gitse Real Madrid, son 5 yıldaki gibi olsaydı Barcelona'yı seçerdim. Ancak Premier League'te 6 şampiyonluk, 1 Şampiyonlar Ligi kupası ve 1 ikinciliği ile Manchester United daha istikrarlı bir görüntü verdi.
  • 10 Yılın Futbolcusu: Kesinlikle Ronaldinho... Brezilyalı tam anlamıyla evrensel bir akım başlattı. Şu an izlediğimiz Barcelona'nın doğuş yıllarındaki maçlarını izlemek için başlı başına bir sebepti.
  • 10 Yılın Menajeri: 2 Portekiz Ligi, 2 Premier League ve 1 Serie A şampiyonluğu... 1 UEFA Kupası ve 1 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu... Lig kupalarını saymaya zahmet etmeyelim. 3 takımla 10 yılda 7 büyük kupa sayesinde Mourinho'yu pek tartışmaya gerek yok.
  • 10 Yılın Maçı: Olimpiyat Stadı'nın ev sahipliğinde Liverpool 3-3 Milan. Sönen maç heyecanını bir kenara bırakıp çekirdek yemeyi tercih ettiğimiz devre arasında böyle bir skoru akıl bile edemezdik. İyi ki yanılmışız...
  • 10 Yılın Olayı: Dünyanın gördüğü en büyük futbolculardan olan Zidane'ın, 2006 Dünya Kupası finalinde Materazzi'ye kafa atıp kırmızı kart görerek jübile yapması.
ve Türkiye'de;

  • 10 Yılın Takımı: Bir defa maalesef Beşiktaş değil. Galatasaray ile Fenerbahçe de eşit gibi ancak Türkiye standartları üzerindeki kurumsal ve ticari faaliyetleri sayesinde Sarı-Lacivertliler bir adım önde.
  • 10 Yılın Futbolcusu: 2001-2002 sezonunun devre arasında Nihat Beşiktaş'tan Real Sociedad'a giderken Real Madrid'le şampiyonluk, Ronaldo ile gol krallığı yarışına gireceğini kimse düşünemezdi.
  • 10 Yılın Menajeri: Aslında Fatih Terim'e son 20 yılın Türk menajeri desek yine göze batmaz. Kariyeri son 10 yıllık süreçte sürekli düşüşte olsa da ondan iyisini çıkaramadı bu ülke. Ne yazık ki...
  • 10 Yılın Maçı: Önemine bakılırsa Fenerbahçe 4-3 Gaziantep. Seyir zevkini göz önüne alırsak Fenerbahçe 3-4 Beşiktaş. Ancak yarattığı etki sonucu Fenerbahçe 6-0 Galatasaray. Ve hepsi de tesadüfen Şükrü Saraçoğlu'nda!
  • 10 Yılın Olayı: 2005-2006 sezonunun son haftasında Galatasaray'ın maçını bitirdikten sonraki 16 dakikada uzatmaları oynanan Denizli-Fenerbahçe maçının sonucunu bekleyerek şampiyonluğa ulaşması. İnsana 10 tırnak yedirten bir 16 dakikaydı...

28 Aralık 2009

Van der Sar'a Penaltı Atmak




2008 Şampiyonlar Ligi finalinde Chelsea ile Manchester United 90 dakika ve uzatmalar sonucu 1-1'lik eşitliği bozamamış, kazananı penaltılar belirlemişti hatırlayacağınız gibi. Aslına bakılırsa öyle göründüğü gibi basit bir penaltı çekişmesi değildi bu. Maçtan önce Chelsea teknik ekibi, Avram Grant'ın İsrail'deki bağlantıları sayesinde tesadüfen de olsa bir ekonomistten yardım alır. Bu arkadaş, ekonomi biliminde gayet önemsenen bir dal olan Oyun Teorisi konusunda uzmanlaşmıştır (bilmeyenler buradan öğrenebilir, özetle idare eder) ve bu doğrultuda penaltı atışları hakkında kapsamlı bir araştırmada bulunmuştur. Elindeki verilerin ufak bir kısmı, ona Man. Utd. kalecisi Van der Sar hakkında basit ama önemli bir bilgi verir. Buna göre Van der Sar, penaltıyı kullanan oyuncunun tercih ettiği ayağına bağlı olarak sağa veya sola atlar. Mesela penaltıcı sağ ayaklıysa, topu kalecinin sağına göndermesi daha kolaydır ve Van der Sar da penaltı atışlarında çoğunlukla buna göre hareket eder.

Videodan görüldüğü üzere tüm sağ ayaklı Chelsealiler, Van der Sar'ın beklediği üzere topu onun sağına nişanlamak yerine soluna yollarlar. Ünlü kaleci çoğunlukla ters tarafa atlar ve şaşırmıştır; karar vermekte zorlanır. Nihayet sol ayaklı Ashley Cole buna uymaz ve Hollandalı vuruşu kurtaracak gibi olsa da yine gol olur. Son penaltı vuruşunda Terry topun başına gelir. Adeta çalışılmış ve üzerine yemin edilmişçesine topu tekrar Van der Sar'ın soluna nişanlar. Kaleci yine ters tarafa yatmıştır ama ayağı kayan Terry'nin şutu direğe takılır ve seri penaltılara geçilir.

Altışar penaltı sonucunda eşitlik devam etmektedir. Chelsea'de penaltıyı gole çeviren tüm futbolcular, Cole haricinde Van der Sar'ı "ekonomist yardımı" sayesinde yanıltmıştır. Yedincilere geçilince Giggs görevini başarıyla yerine getirir ve sıra Maviler'in sağ ayaklı forveti Anelka'ya gelir. Muhtemelen o da çalışıldığı üzere kalecinin soluna nişan alacaktır ancak artık bunu bilen sadece o ve takım arkadaşları değildir. Van der Sar, 20 yıla yakın tecrübesi sayesinde durumu anlamış, çözüldüğünü öğrenmiştir. Anelka topun başına geldiği anda her zaman yaptığı gibi kollarını yana açar; fakat bu sefer sol eliyle kalenin sol köşesini işaret eder (videoda 4:10). Tıpkı "sen de bu tarada atacaksın değil mi?" dercesine... İşte kırılma anı tam da budur. Anelka, Van der Sar'ın uyandığını biliyordur artık ve bu sefer kafası karışan taraf odur. Topun üstüne gider, yapmayı düşündüğünün aksine kalecinin sağına şutunu çeker ve Van der Sar kendinden emin bir çeviklikle topu çeler.

Sonuç olarak tarih, 2008 Şampiyonlar Ligi şampiyonu olarak Manchester United'ı yazar.

27 Aralık 2009

Fikstür

Enteresan bir millet olduğumuzu kendi kendimize söyleyip duruyoruz çoğu zaman. "Türk işi" diye bir kalıp uydurmamız da tam bu yüzden. Her işin bir normal usulü vardır, bir de Türk usulü... Futbolumuz da kaçınılmaz biçimde buna ayak uydurmuştur. Kötü kulüp yönetimi, beceriksiz transferler, hakem hataları, hatta maç sonrası saçma yorumlar bile sadece bize özgü değil. Bunların aynıları, belki biraz daha hafif versiyonları Premier League'te bile gözleniyor. Belki sadece bu topraklara ait olan ve federasyonun müthiş (!) becerdiği iş ise fikstür düzenlemek. Devre arasında tam 5 hafta uzun uzun tatil yapıyoruz ama lig nedense o Ağustos sıcağında başlıyor. İkinci devre ise her sene yoğun kar yağışının olduğu Ocak sonunda başlıyor. Pardon; tatil bu sene 13 Ocak'taki Türkiye Kupası maçları ile bitiyor ama lig nedense bundan 11 gün sonra başlıyor. Ayrıca geçen sene bu kupadaki yarı final maçı ile rövanşı arasında nedense tam 7 hafta vardı. Türkiye Kupası'nın gruplar halinde düzenlenmesi zaten başlı başına yazıktır; ki bu da ayrı bir konu.

Çözüm bu kadar zor olmamalı. İtalya ve İspanya'da ligler 20 takımdan oluşurken ve bu adamlar Avrupa kupalarında bizden çok daha fazla maça çıkarken nasıl bizden daha geç sahaya inebiliyor? Süper Lig'in Eylül'ün ilk haftasında başlaması, 1-2 hafta arasında da maçlar oynanarak Ocak ortasında tatile girmesi, Şubat olduğunda tekrar başlayarak karlı havadan da bir nebze kaçması çok mu uzak ihtimal? Hangimiz Ağustos ayındaki ilk 4 haftadan ve ikinci devrenin başındaki karla kaplı zeminlerde oynanan maçlardan zevk alabiliyoruz?

26 Aralık 2009

Her Türlü Kral

Jardel ve Inzaghi gibi kıçıyla bile gol atabilen adamlar gördük de, kale ayırt etmeksizin her türlü gol krallığında iddialı olanına pek rastlamadık. Ariza Makukula rakip kaleye 13, kendi kalesine attığı 2 golle bu kulvarlarda gayet iddialı görünüyor.

23 Aralık 2009

Steve Bruce vs Roberto Mancini

Manchester City'de Mark Hughes'un kovulup yerine Roberto Mancini'nin getirilmesi Ada'da halen çok tartışılan bir durum. İtalyan teknik direktörün Hughes'dan daha başarılı olamayacağı, bunun tam bir kumar olduğu ve daha birçok ağır eleştiri yağıyor bu karara. Benim öngörüm de Mancini'nin uzun vadede City'de başarıyı yakalayamayacağı yönünde. Keza son yıllardaki en büyük başarısı 2005'teki Premier League 8.liği olan bir kulüpten bahsediyoruz; ki kadro o zamanlar şimdiki gibi olmasa da vasatın üstündeydi gayet. Bu sene pahalı yıldızlarla kurulan yepyeni bir kadronun bir anda mükemmel takım oyunu oynayan ve kolayca sonuca gidebilen bir yapıya bürünmesini hangi mantıkla beklemiş acaba City yönetimi? Kim gelse böyle bir kadroyu oturtmak için en az bir yıla ihtiyacı olacaktı. Açıkçası Hughes ile yollar çok çabuk ayrıldı.

City'deki duruma yorum yapanlardan biri de Sunderland menajeri Steve Bruce. "Yabancı menajerler sürekli büyük işleri kapıyor ama Britanyalı menajerler hor görülüyor" demiş Bruce. Bu sözler biraz tanıdık geliyor bana çünkü kendimi bildim bileli Yılmaz Vural, Erdoğan Arıca, Güvenç Kurtar ve türevlerinden duyuyoruz aynılarını. Piyasa mantığının artık neredeyse futbolun tamamına yayıldığı bir ortamdan bahsedebiliyoruz bugün. Bu durumda bilgi edinmenin ve gözlem yapabilmenin kolay olduğu bir piyasada iyi ile kötüyü çok daha net ayırt edebiliyoruz; futbolcu, teknik direktör, hakem fak etmeksizin. Hal böyle olunca "sen ne yaptın peki?" diye sorarlar adama. Orta sıralardan aldığın takımı yine aynı yerde bırakmak, takıma uzun vadede faydalı olacak bir kimlik verememek, her sene ayrı bir takımda amaçsızca takılmak... Bunların hiçbiri, milliyeti fark etmeksizin bir teknik direktörü büyük takımın başına getiremez. İngiltere'de tam olarak olmasa da Türkiye'de gördüklerimiz böyle en azından.

Steve Bruce'un sözleri tartışılacak cinsten tabii ki ama kısaca araştırdığımızda Premier League'teki 20 menajerin 13'ünün Britanyalı olduğunu söyleyebiliriz. Bunların da 6 tanesi İngiliz, 4'ü ise İskoç. Kupa kazanma potansiyeli yüksek olan ve puan sıralamasında an itibariyle ilk 8'de bulunan takımlarda da "yerli" ve "yabancı" dengesi neredeyse aynı üstelik. Dünyanın en global ligi olarak nitelendirebileceğimiz Premier League'de bu veri tek başına bile Bruce'u haksız çıkarabilir. Kaldı ki; Alex Ferguson hariç, kaç defa bir İngiliz takımının veya Milli Takım'ın Britanyalı bir menajerle uluslararası bir turnuvada kupa kaldırdığını veya finale yükseldiğini gördük?

22 Aralık 2009

FIFA Yılın Futbolcusu

Sonuncusunu hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde ve açık farkla Messi kazandı bildiğimiz gibi. O kadar beklenen bir durumdu ki bütün sitelerde gayet heyecansız bir şekilde, sanki haber değeri pek de yokmuş gibi aktarıldı. Bu da garipsenecek bir durum değil zira Barcelona neredeyse kusursuz bir sezon çıkardı ve en yetenekli oyuncusu Messi de bu fırsatı çok iyi değerlendirdi.


1991'den bugüne bu ödülü kazananları ve her yılın ilk üç sırasındakileri yazmıştı Aceto. Dikkatimi çeken durum, FIFA Dünya Kupası'nın bu seçime olan etkisi oldu. Öncelikle ödülün verilmeye başlandığı '91 yılından beri istisnasız biçimde tüm dünya kupası şampiyonları aynı zamanda FIFA Yılın Futbolcusu'nu kadrosunda bulundurmuş. 1994'te Barcelona ile 33 lig maçında 30 gol atan ve Şampiyonlar Ligi'nde final oynayan Romario, üstüne bir de dünya şampiyonu olan ülkesi Brezilya'ya kupa boyunca 5 gol hediye edince ödülün haklı sahibi oldu. 1998 Zidane'ın yılıydı. Juventus'ta zirve yapmış ve takımın lideri olarak iyice göze batmaya başlamıştı. Ülkesinde düzenlenen dünya kupasında da Fransa'yı sırtlaması ve finalde attığı 2 kafa golü onu yılın futbolcusu yapmaya yetti.


2002 yılı, "artık pili bitiyor" denen ve dizindeki sakatlıklarla boğuşan Ronaldo'nun geri dönüşüne sahne oldu. Takımı Inter ile o sezon toplamda yalnızca 16 maça çıkabilmişti Brezilyalı. Sıra Dünya Kupası'na geldiğinde ise birden canavar kesildi. Ülkesi ile kupaya giden yolda 7 maçın hepsinde gol attı ve galibiyet gördü. Brezilya'nın toplamda attığı 18 golün 8'i onundu. Inter'de bir sezonda attığı gollerden daha fazlasını Brezilya adına bir ayda kaydetmesi ona yılın futbolcusu unvanını kazandırmakla kalmıyor, aynı zamanda Galacticos'un yolunu açıyordu.


Mükemmel bir savunma anlayışının yanında bu konuda takımını da yönlendirebilmesiyle tanınan Cannavaro, 2006 yılında takımı Juventus ile sadece 24 gol yiyerek şampiyon olmuştu. Ne var ki kulüp başkanı Moggi'nin karıştığı maç ayarlama skandalları bu başarıyı lekeledi. O yaz Dünya Kupası'nda oynayacak olan İtalya Milli Takımı'da özellikle Milan, Fiorentina ve Juventuslu birçok oyuncu bu durumdan olumsuz etkilendi ancak bu motivasyonu zamanla pozitife çevirdiler. İşte İtalya'nın saha içi ve dışındaki lideriydi Cannavaro. Turnuva boyunca biri penaltıdan, biri de kendi kalesine olmak üzere sadece 2 gol yedi İtalya. Aslan payı ise teknik direktör Lippi'den sonra Cannavaro'nundu. Sonuçta FIFA Yılın Futbolcusu ödülüne sahip olan ilk defans oyuncusu olarak o da Real Madrid'in yolunu tuttu.


2010 Dünya Kupası ne getirir bilinmez tabii ancak 2008'deki performansını tekrar eden bir İspanya, forvet veya hücumcuların yanı sıra ilk kez bir orta saha oyuncusunun yılın futbolcusu olmasını sağlayabilir. Artık ikiz gibi olan Xavi ve Iniesta'ya da yakışır.

21 Aralık 2009

Avrupa'da Gol Krallığı

Defoe (Tottenham) & Drogba (Chelsea) 13 gol
David Villa (Valencia) 12 gol
Kiessling (Leverkusen) 12 gol
Di Natale (Udinese) 11 gol
Nene (Monaco) 10 gol

1,5 ay önceki sıralamada tek aynı kalan Di Natale; ki o da bu sürede sadece 2 gol atabilmiş; ve Kiessling olmuş. Golcüler arasında en istikrarlısı, bu sezon takımıyla beraber kendini bulan ve zirve yapan Kiessling. Leblebi gibi atıyor. Tabii Villa'yı da unutmamak gerek istikrar konusunda. Defoe ise yatsın kalksın 100 maçta bir defa ayağına gelebilecek Wigan maçına dua etsin.

19 Aralık 2009

Estudiantes 1-2 Barcelona

Beklendiği üzere Barcelona, 2009 yılındaki 6. kupasını da müzesine götürdü ve artık "resmen" dünyanın en büyüğü oldu. Zaten yılda ortalama 2 ayda bir kupa kazanan takımın büyüklüğünde resmiyet mi aranır?

18 Aralık 2009

Beşiktaş 2-3 Bursaspor


"Tanrı futbolu havadan oynamamızı isteseydi, çimleri bulutların üstüne yerleştirirdi." demiş efsane Brian Clough. Dün İnönü'de o bulutlar iyice yoğunlaşıp içlerini boşaltınca sahaya, çimler de mecburen bulutların üstüne taşınmalıydı. Teoride gereken buydu ama pratikte durum Beşiktaş adına pek de öyle olmadı.

Önce genel olarak şunu söyleyebiliriz ki yılın en çekişmeli Beşiktaş maçıydı. Dünkü takım, Ağustos ayından bu yana atak yönüne en çok ağırlık vermeye çalışandı belki de. Özellikle bekteki iki İbo'nun hücuma olağanüstü katkı sağlamaya çabaladığını söyleyebiliriz. Çabaladılar diyorum; çünkü bunu yaparken geride açıklar bıraktılar. Oturmaya çalışan bir hücum / defans dengesinin handikapları diyebiliriz buna. Ancak daha da önemlisi, yağmurdan iyice yumuşamış ve göller biriktirmiş bir zeminde bu varyasyonları denemek, hele üzerinde ısrar etmek mantıklı değildi. Maç düzgün bir zeminde oynansaydı, oynamaya çalıştığı oyunla Beşiktaş çok daha güzel sonuç alabilirdi ama hava şartlarına ayak uyduran ve radikal şeyler deneyen Ertuğrul Sağlam 3 puanla döndü Bursa'ya.

İlk golde enteresan biçimde yerden pas yapabilen ve gol öncesinde topu son çizgiye kadar taşıyabilen bir Bursaspor gördük. Ağır zemine karşı bir isyandı adeta. Bu dakikaya kadar orta sahayı elinde tutan, Sercan ile defansı yıpratan ve ileride çabuk çoğalarak etkili kontrataklar yapan bir ekip görünümü çizdiler. Golden sonra daha da kapandılar ve Beşiktaş'ın işi iyice zorlaştı. Devre olana kadar da ortada bir mücadele oldu. İkinci yarıya her iki teknik adam da akıllı değişikliklerle başladı. Mustafa Denizli bu sahada sıfıra inen Nihat'ın yerine Nobre'yi aldı ve maçı çevirmenin kıyısından döndü. Sağlam ise "göller" yüzünden gol haricinde kanatta topu kullanamayan Volkan'ı çekti kulübeye. 47. dakikada Sercan o golü atsaydı çok çabuk kopacaktı oyun ama futbol işte... Bu dakikadan sonra atakları daha etkili geldi Beşiktaş'ın. Zemine rağmen kanatlardan akın yapılıyordu ama istenen verim tam alınamıyordu. Skor 2-1'e geldikten sonra Tello'nun yerine Uğur'un girmesini bekledim. Muhtemelen de girecekti ama Ferrari'nin sakatlığı bunu engelledi. Oyuna giren Yusuf normal şartlarda topu ileride tutabilirdi. Çok da işe yarayabilirdi belki ama "normal şartlarda". Topun birkaç metre öteye yerden atılamadığı bir sahada değil elbette. Bundan sonra Bursaspor oyunu iyice havaya taşıdı ve bunun da karşılığını aldı. Sercan - Ömer değişikliği ilk anda herkesin aklını karıştırsa da oyun tekrar başladığı anda ne kadar mantıklı olduğu anlaşıldı. Clough'ın deyimiyle bulutlarda oynanan oyun, Sağlam'a önemli bir galibiyet kazandırdı.

İlk golü yedikten sonra şurada belirttiğim gibi makus kaderimizin tekrarlayacağını düşündüm. Sonuçta sezon başından beri hangi maçta ilk golü yese 90 dakika sonunda sıfır puan almıştı Beşiktaş. Yine kara kara düşünürken maç döner gibi olsa da sonunda bulutlara ve Ertuğrul Sağlam'a takıldı. Oyun çevrilip galip gelinseydi güzel ve önemli bir "ilk" yaşanacaktı ama tek de olmayacaktı bu. Takımın bu sezon ilk kez penaltı kazanması, Nobre'nin golle tanışması, haftalardır Rüştü ve Hakan'ın sakatlıklarından dolayı konuşulan Korcan'ın ilk kez kaleyi koruması da değinmeye değerdi.

Devre arasında çok kritik bir noktada girdi Beşiktaş. Önümüzdeki süreçte etkili hücum yaparken takım savunmasını da unutmamayı öğrenmek gerek. Özellikle dün gördük ki bunların ikisi henüz aynı anda olamıyor.

Son 16

Zor maçlarla dolu bir kura çekildi bugün Nyon'da. Öncelikle Beckham'ın dileği gerçekleşti; temiz kalpliymiş! Eski ve ilk takımı Man. United'a karşı artık bir defa olsun oynamak istediğini belirtmişti Milan'ın part-time futbolcusu. Yine de sekiz maç arasından en çekişmelisi bu olmayacak bana göre. Zira Mourinho da Beckham gibi bir zorlu bir nostalji yaşayacak Chelsea karşısında. Barcelona jargon yerindeyse "lokum gibi" kura çekti. Tahmin edilmesi en kolay maç da budur. Son yıllarda alıştığımız üzere son 16'ya dört takım çıkarabilen ülke yok bu sezon. İngilizlerde Liverpool fire verdi. Onlara bu konuda eşlik eden İspanya'dan ise Atletico Madrid kayıpları oynadı ve resmen ite kaka grubu üçüncü tamamlamıştı.

Adettendir, tahmin de yapmak lazım! Kısacası Bayern hariç tüm deplasman takımlarının, yani seribaşıların çeyrek finale yükseleceğini düşünüyorum.

16 Aralık 2009

2018 Dünya Kupası

9 yıl sonraki kupanın ev sahibi adayları mart ayında belli olmuştu. Buna göre İngiltere, Japonya, Rusya, ABD ve Avustralya'nın yanı sıra Belçika&Hollanda ve İspanya&Portekiz ortaklıkları yarışacak. Adaylardan en güçlüleri Benelüx ve İber ortaklıklarının yanında futbolun babası İngiltere, ki benim de oyum onlardan yana. O statlar, o kültür, o atmosfer eşliğinde bir aylık futbol ziyafeti mükemmel olurdu. Üstelik Ada'da son (aynı zamanda ilk) düzenlenen dünya kupasında yıl 1966'ydı. Teddy Sheringham, Eric Cantona, Les Ferdinand, Gianfranco Zola henüz doğmuş, Vietnam'da savaş daha yeni patlak vermiş, Ruslar Ay'a ilk kez füze yollamış, Ronald Reagan California Valisi seçilmişti...

Sonuçta yarım asırdan uzun bir aranın ardından Dünya Kupası organizasyonu yakışır İngiltere'ye. Resimdeki arkadaşlar da (ortadaki Başbakan Gordon Brown) haliyle tam destek modunda. Hoş; Rooney belki de 31 yaşında oynayacağı son dünya kupasının ilk adımlarını kim bilir ne hislerle atıyordur!

Gündem şudur ki; 2018'i düzenleme hakkını kazandığı takdirde maçların hangi statlarda oynanacağına bugün karar verdi İngilizler. Liste aşağıdaki gibidir:

Sunderland - Stadium of Light
London - Wembley
Birmingham - Villa Park
Manchester - City of Manchester Stadium
Nottingham - New Nottingham Forest Stadium
London - Emirates Stadium
Leeds - Elland Road
Sheffield - Hillsborough
Newcastle/Gateshead - St James' Park
Bristol - New Ashton Vale Stadium
London - New White Hart Lane Stadium or Olympic Stadium
Plymouth - Home Park
Manchester - Old Trafford
Liverpool - Anfield or New Anfield
Milton Keynes - Stadium:MK

6

Bir takım bir yıl içinde en fazla ne kadar kupa toplayabilir? Barcelona bu alanda 2009'un altıncı kupasını da gözüne kestirdi. Bugün Atlante'yi 3-1 yenerek finalde Veron'lu ve Carrusca'lı Estuiantes'in rakibi oldu. Final bu cumartesi 18:00'de NTV Spor'da.

14 Aralık 2009

Soccernomics


Adamım Simon Kuper'in Stefan Szymanski ile beraber kaleme aldığı yeni kitabıdır bu. Yeni okumaya başladım. Futbolu önceki kitaplarında olduğu gibi saha içinden çok saha dışı etkenler çerçevesinde değerlendiriyor ve okuması gerçekten çok zevkli. Henüz Türkiye'ye gelmedi, uzun bir süre de geleceğini sanmıyorum açıkçası.

Football Against the Enemy'nin Türkiye'nin de ilave edildiği son versiyonunu, İstanbul Hilton otelinde Deniz Gökçe ile yaptığı uzun sohbet ile başlatmıştı Kuper. Enteresandır ki bu kitabı yazma fikri de aynı yerde bu sefer Szymanski ile ortaya çıkmış. Daha bolca bu otele gelip boğaza nazır aldığı ilhamla yeni yapıtlar ortaya koymasını diliyoruz!

Soccernomics'te yazmadan duramayacağım bir nokta var (spoiler değil). İlk makalede İngiltere'nin uluslararası turnuvalarda neden başarılı olamadığını ve hüsranla sonuçlanan sürecin her defasında nasıl aynen işlediğini maddeler halinde yazmış Kuper. Sadece Kuper diyorum, çünkü benzer bir makaleyi birkaç yıl evvel Financial Times'ta da yazmıştı. Kitapta biraz daha detaylı ele almış. İşte İngiliz kamuoyunun her defasında eksiksiz işlettiği süreç şu şekilde:
  1. Turnuva öncesi: İngiltere'nin kupayı kazanacağı kesindir.
  2. Turnuva esnası: İngiltere eski bir düşman ülkeyle karşılaşır.
  3. Zaman geçtikçe, sadece İngiltere'nin başına gelebilecek kadar kötü bir şanstan yakınılır.
  4. Diğer herkes hile yapmıştır.
  5. Kupanın yanına yaklaşamadan elenilmiştir.
  6. Elendikten sonraki gün "zaten hayaldi" modunda hayat normal devam eder.
  7. Bir günah keçisi bulunur.
  8. Son olarak, bir sonraki kupanın kesinlikle kazanılacağı düşünülür.
Sonuçta bumerang, atıldığı yere geri döner kısaca. İngiliz basınının öncülük ettiği bu ilginç propaganda gerçekten her seferinde böyle işliyor. Şimdi yukarıdaki maddelerde İngiltere'nin yerine Türkiye'yi koyalım. Aynı olaylar bizim memlekette de geçerli değil mi? Yalnız katıldığımız turnuvadan çok daha fazla onun ön elemelerinde boy gösterebildik. Katılma hakkı kazandığımız dört kupada ise bir çeyrek, iki yarı final gördük. Garip bir milletiz sonuçta. Dolayısıyla karışık değerlendirsek daha doğru olabilir. Buyrun;

  1. "Aslansınız, bir Türk dünyaya bedeldir, Avrupa Avrupa duy sesimizi vs"... Amacımız önce elemeleri geçebilmek. Sonuç olumluysa hedef final, ama asla kupa değil!
  2. Epi topu Yunanistan'la eleme gruplarında karşılaştık.
  3. Sakatlık belaları, basit kart cezaları, "ah o toplar da direkten dönmeseydi"...
  4. Taraflı hakemler, art niyetli rakip futbolcular, sertlik tutkunu rakip antrenörler, ah o şerefsiz (!) İsviçreliler...
  5. Katıldığımız finallere diyecek söz yok. Sistemsizlikle gelen garip yarı finaller!.. Yine de çoğu zaman play-off'tan kurtulamadık, hatta bazen onu da göremedik.
  6. - Nasıl elendik be abi?
    - Bırak şunları be oğlum her sene aynı hikaye...
  7. Oynadığımız turnuvalar parlak geçtiğinden burada genelde fire vermiyoruz. Sadece Euro 96'da Alpay centilmenliği yüzünden (!) hedef haline geldi. Bir de yıllar yılı Hakan Şükür. Ancak 2004'e hazırlanırken Şenol Güneş, 2006 yolunda Ersun Yanal, 2010 kaçınca da Fatih Terim'in kellesi istendi.
  8. "Neyse artık... Zaten genç jenerasyon geliyor. Bütün Avrupa da düşüşte. Aha buraya yazıyorum, 2012'de kesin finale çıkarız."

Felipe Melo

İtalya'da yılın en formsuz oyuncusuna verilen Bidone d'Oro (Altın Bidon) ödülünü kazandı Juventuslu arkadaş. Hayırlı uğurlu olsun diyoruz. Keşke bizim buralarda da verilse bu ödül; şöyle Tabata'lar, Güiza'lar, Gökhan Zan'lar filan biraz daha ışıldasa... Altın Kazma hiç de fena olmazdı hani!

13 Aralık 2009

Manisaspor 1-1 Beşiktaş

Buhranlarla dolu başlanan sezonun ilk haftalarından daha iyi olduğunu söyleyebiliyoruz artık Beşiktaş'ın. Yalnız defansif konsantrasyonun ve takım savunmasındaki koordinasyonun haftalar geçtikçe gelişmesi, hücum hattında aynı şekilde olmadı maalesef. Bu noktada atak oyuncularının bireysel dağınıklıklarından ve genel formsuzluklarından daha önce bahsetmiştik ancak bugün itibariyle Mustafa Denizli'nin oyuna müdahale etmedeki kısıtlı hamleleri bizi kulübeye biraz daha bakmaya yöneltti. Denizli'nin kulübü şiddetli fırtınaların içinden çok iyi bir şekilde çıkardığı malum, ancak maç içinde aynı performansı gösterdiğini söyleyemeyiz. Ligde şu ana kadar öne geçtiği 11 maçın sadece ikisinde puan kaybetti Beşiktaş; bunlar da ilk hafta oynana İBB maçı ve bugünkü Manisa deplasmanı. Yenik duruma düştüğü ve mutlak kazanması gereken Galatasaray ile Kayseri maçlarının yanında İnönü'deki Wolfsburg ve CSKA karşılaşmalarında eli kolu bağlandı Beşiktaş'ın. Buradan çıkacak sonuç şudur ki; zor da olsa gol atarak öne geçiyor Beşiktaş ve durumu korumayı çoğunlukla beceriyor. Ancak oyunun kilitlendiği zamanlarda beraberliği bozmayı veya yenik durumdayken maçı çevirmeyi başaramıyor. Biraz daha detaya inmek gerekirse, CSKA ve Manisa maçlarında çok net görüldüğü üzere oyunu açmak bir yana iyice kilitliyor Beşiktaş. İki maçta da gol bulunması gerekirken orta sahadan oyuncu çıkarıp Uğur'u sokmak bunun en büyük kanıtı. Halbuki bunun yerine risk alıp pas yapabilen bir hücumcuyu oyuna dahil etmek veya oyunu genişletebilecek hareketli bir kanat oyuncusunu almak daha mantıklı olmaz mıydı? İşte böyle olmayınca her seferinde duvara çarpıp geri dönen dalgalar gibi oluyor Beşiktaş'ın hali. Top birinci bölgeden ikinci bölgeye çıkarılıyor ve burada yoğun bir dirençle karşılaşılmadığı sürece hücum denemeleri başlıyor. Ancak bir türlü rakip sahanın son 25-30 metresinde istenen hareketlilik sağlanamıyor. Delgado'nun dönüşü de bu kaderi tersine çeviremeyecektir tam olarak, çünkü onun da bu kadar sıkışmış bir hücum formasyonunda yapabilecekleri kısıtlıdır. Dolayısıyla devre arasında sahanın kenarlarını etkin kullanabilen kanat oyuncuları transfer edilir mi, yoksa Nihat ve Serdar (hatta Ekrem) ile bu bölgelerde idare edilebilir mi tartışılır. Ancak ortadan Ernst ve Fink'in destek verdiği, Delgado'nun öldürücü paslarıyla tamamladığı ve Bobo'nun pivot santrfor özellikleri sayesinde kanatlarda kurulacak etkili üçgenler, takımın hücum varyasyonlarını ligin kalan kısmında canlandıracaktır.

FIFA Club World Cup 2009

2000 yılında sadece gösteriş amaçlı başlayıp, 2005 yılından itibaren düzenli bir organizasyon olarak devam ediyor bu turnuva. Kayda değer bir ciddiyetinin olduğunu söyleyemeyiz. Nasıl ki Avrupa Süper Kupası'nın potansiyel prestiji yeterince kullanılamıyorsa, işte Dünya Kulüpler Şampiyonası da bunun bir alt versiyonudur bana göre. 6 kıtanın şampiyonlarının yanında bir de ev sahibi ülkenin lig şampiyonu katılır ama tüm fikstür Avrupa ve G. Amerika temsilcilerine göre yapılır; öyle ki bu iki ekip yarı finalden itibaren turnuvaya dahil olur.

Kupa hakkında birkaç not düşelim. 2000'deki turnuva Brezilya'da yapılırken, ondan sonraki 4 turnuva (2005, 06, 07, 08) Japonya'da düzenlendi. İlk üç kupa Güney Amerika ekiplerine giderken (Corinthians, Sao Paolo ve Internacional), son iki yıldır Avrupalılar (Milan ve Man. Utd.) şampiyonluk kazanıyor. 2000 yılı hariç tüm finallerin adını da bu iki kıta oluşturdu bu arada.

Bu yılki şampiyona 4 yıllık Japon misafirperverliğinin ardından Birleşik Arap Emirlikleri'nde düzenleniyor. Kıta olarak temsilcimiz Barcelona (!), 16 Aralık'ta Meksika ekibi Atlante ile final mücadelesi verecek. Yarı finalin diğer ayağında ise Güney Amerika'yı Estudiantes temsil edecek. Maç bilgilerine de buradan ulaşabilirsiniz.

11 Aralık 2009

Maç Sonu Röpartajı

Ülkemizde maçlardan sonra mikrofonlara konuşurken sıkıntı çeken, aynı şeyleri tekrarlayıp duran bir sürü futbolcu görüyoruz her hafta. "Önümüzdeki maçlara bakacağız, bugün şanssız goller yedik, hakem hakkında konuşmak istemiyorum ama..." diye uzayıp gidiyor bu arkadaşlarımızın klişeleri; ki Arda Turan, Egemen Korkmaz, Sergen, Tümer gibilerini bu çerçevenin dışında tutarım. Futbolcularımız çoğunlukla temel eğitimden yoksun ve zaten parayı vurmuş olmanın rahatlığıyla kendilerini geliştirme gereği de duymuyorlar. Bu konuşamama durumu yüzünden büyük oranda onlara sitem edebilirim ancak tek suçlu futbolcular değil. Mikrofonu uzatan muhabirler bazen öyle sorular soruyor ki karşısında bir politikacı da olsa hemen hemen aynı cevabı verecek. "Bugün takımının galibiyet golünü attın Osman, ne hissediyorsun?" tarzında bir soruya en fazla ne kadar enteresan bir yanıt verebilir Osman? Veya "pozisyon faul/penaltı mıydı" sorusu çok mu gerekli sanki? Bunların yerine futbolcuyu biraz daha özel cevaplar vermeye itmek adına akıllıca ve taktik anlamda futbolu bilerek sorulmuş sorular daha hoş olmaz mıydı?

Messi'yi Korumak

Yıldız futbolcusu Messi'yi korumak adına 2008 yazından beri özel ve gayrı resmi bir prosedür uyguluyor Barcelona. Bu mevsimde takımın başına geçen Guardiola, bir önceki sezon boyunca Ronaldinho ve Deco'nun takım içinde ayrı bir yoldan gittiklerini bilmektedir. Saha dışında da gece kulüplerinin müdavimlerinden olan ikili, daha 20 yaşındaki Messi'yi de yanlarına almaya çalışır ve bu da onların İspanya'daki sonunu getirir. Çünkü kulüp yönetiminin Guardiola ile birlikte stratejik kararlarının arasında, Xavi ve Iniesta'nın da bir adım önünde olmak üzere Messi'ye takım liderliğini vermek vardır. Bu durum aslında Arjantinlinin Barcelona'daki günlerinin daha mutlu geçmesi içindir aynı zamanda. Futbolda transfer piyasasının ne hale geldiği malum. Bir de Messi'ye A takım idmanlarının bile artık kolay geldiği ve onu sıkmaya başladığı gerçeğinin farkındadır Barça yönetimi, ki bu da çok genç yaştaki herhangi bir futbolcuyu yeni arayışlara itebilecek bir nedendir. İtmese bile sahada onun daha bencil oynamasına sebebiyet verebilecektir. Bunun da çözümünü kısa zamanda bulur Barçalılar. Hem de kısıtlayıcı olmadan, tam tersine gayet özgürlükçü bir biçimde... Messi'nin kendine özgü oyununu oynamasına izin verip takımın onun üzerine kurulduğunu saklamazken, aynı zamanda takım arkadaşları olmadan onun da bir hiç olacağını hissettirirler Arjantinliye. İşte bu sayede Barcelona'da çok mutlu Lionel Messi. Kontratını 2016'ya dek uzatacak kadar hem de... Ve işte bu yüzden Messi ne zaman sahada bir tekme yese takım arkadaşları onu topluca savunur. Messi de Altın Top'u kazandığında bu ödülü takım arkadaşlarına ithaf eder. Son bir yıldır zirvede olan global Barcelona sevgisinin asıl sebebi de hem saha içi hem saha dışında sergilenen bu üst düzey yardımlaşma değil midir?

* Financial Times'daki 4 Aralık tarihli Simon Kuper yazısından kaynak alınmıştır.

10 Aralık 2009

World Soccer 2009 Awards


World Soccer dergisi bu yıl da "Player of the Year" kazananını seçti ve aşağıda bulacağınız üzere bir sürü ödül daha verdi. Barcelona yine her yerde olduğu üzere takımıyla, topçusuyla, hocasıyla ne var ne yok götürmüş haklı olarak. Her sıralamada sadece ilk üçe yer veriyorum, detaylara World Soccer'dan ulaşabilirsiniz.

WORLD PLAYER OF THE YEAR % of votes
1 Lionel Messi (Barcelona & Argentina) 43.2
2 Andres Iniesta (Barcelona & Spain) 21.5
3 Xavi (Barcelona & Spain) 11.2

WORLD TEAM OF THE YEAR
1 Barcelona 75.9
2 Spain 8.3
3 Brazil 3.8

WORLD MANAGER OF THE YEAR
1 Pep Guardiola (Barcelona) 62.1
2 Felix Magath (Wolfsburg/Schalke) 9.7
3 Alex Ferguson (Manchester United) 5.3

YOUNG PLAYER OF THE YEAR
1 Sergio Aguero (Atletico Madrid & Argentina) 45.1
2 Alexandre Pato (Milan & Brazil) 25.2
3 Stevan Jovetic (Fiorentina & Montengro) 9.8

WORLD PLAYER OF THE DECADE points
1 Ronaldinho 781
2 Lionel Messi 759
3 Cristiano Ronaldo 708

9 Aralık 2009

Mustafa Denizli'yi Anlamak

Şampiyonlar Ligi'nde evinde galibiyet görememektir...

İbrahim Toraman'ı kritik bir maçta çapa oynatıp adam markajı uygulatmaktır...

Yenik götürdüğün ve mutlak kazanman gereken maçta ilk oyuncu değişikliği için 68. dakikayı görmeyi beklemektir...

Halen bir şey değişmediği halde ikinci değişikliği orta sahadan Fink'i çıkarıp, Uğur'u oyuna alarak kullanmaktır...

Tamamen sıkışan bir oyunda saha içinde değişiklik yapmak bir yana, Yusuf gibi bir silahı yanında oturtmaktır...

Old Trafford'da Man. United'a karşı gösterdiğin cesareti İnönü'de CSKA'ya gösterememektir...

Biraz Yılmaz Özdil tarzında oldu sanki ama bunlara anlam verebilen biri, aynı zamanda BJK - CSKA maçının neden kaybedildiğini de anlayabilir diye düşünüyorum.

7 Aralık 2009

UEFA Team of the Year 2009

Geçen senekilere nazaran 2009 kadrosunu belirlemek çok zor olmadı zira Barcelona'nın efsanevi performansı olaya damgasını vurdu. Bu sayede CM, LM ve FC mevkilerindeki Xavi, Iniesta ve Messi'nin yanında hoca olarak Guardiola, neredeyse tüm oy kullanıcıların gözü kapalı seçtiği isimler olmuştur sanırım. Xavi'ye rakip olarak Xabi Alonso'ya yazık oldu diyebilirim, şanssızlık işte. En zorlandığım seçim sağ bekti, tıpkı Dunga gibi! Bu noktada belirleyici etken şu ki, Maicon'u Barça'nın eksiksiz işleyen sistemine yerleştirsek Alves'den aşağı kalmaz. Yalnız Alves'i zorlu İtalya liginde Inter'e monte etsek muhtemelen ikili mücadelelerde büyük sıkıntı yaşardı. Bu yüzden Interli tercihim oldu. Geri dörtlüde kalanların hepsi gayet seçilmeyi hak etti, özellikle de Barcelona'da müthiş çıkış yapan ve tekniğiyle artık iyice göze batan Pique. Terry, kadromuzun gediklisi olarak kaptanlığı da aldı üstelik!

Sağ kanatta Ronaldo, en başta saydığım Barçalılar gibi yine hiç düşünmeden seçildi. Yalnız en çarpıcı pozisyonda Gourcuff var. Bu bölgenin adamların her sene yıldızı parlardı ancak Fransız hem Gerrard'tan, hem de Kaka'dan daha başarılıydı geçen sezon. Bordeaux'ya lokomotif olarak yıllar sonra şampiyonluğu Lyon'dan alması gayet kayda değerdi.

Forvette yeri garanti olan Messi'nin ekürisini belirlemek kolay değildi. Bu tarz kadrolarda en çekişmeli bölgedir bu zaten. Ibrahimovic Inter'in en az %30'uydu tek başına ve geride bıraktığımız sezon kariyerinin zirvesine çıktı. Bu sayede geldiği Barcelona'da aynı mükemmelliği bu sefer gerçek bir "takım" içerisinde de sırıtmadan gösterebiliyor, dolayısıyla formayı diğerlerinden kapıyor.

Kayserispor - Bursaspor

Bugünkü maç Türk futbolunda gelecekte hatırlanması gereken bir dönemeç olabilir. Skorun pek bir önemi yok bu noktada. Bundan ziyade ülkemizde olması gereken yerli teknik adam profiline ve başarılı kulüp yönetimine hem de Anadolu'dan güzel bir örnek teşkil etmesi sebebiyle önemliydi bugün. O sözde "fırsat verilmeyen" Türk teknik direktörlerin aslında bunu beklemek yerine kendi yollarını çizerek ve her gittikleri yerde ortaya güçlü karakterlerini koyarak başarıya ulaşacaklarının bir göstergesiydi. Egolardan arınmanın, takımın başına geçer geçmez önceki teknik adama çamur atmak yerine onun doğrularını kendi felsefesiyle geliştirmenin, Anadolu'dan ancak uzun vadeli düşünerek zirvelere çıkılacağının daha iyi görüldüğü gündür aynı zamanda bugün. Ertuğrul Sağlam'ın yeni eseri olan Bursaspor'u kısa sürede zirveye ortak etmesi, onun Kayseri'deki halefi olan Tolunay Kafkas'ın takımı iyice olgunlaştırarak zirveye yerleştirmesi kesinlikle tesadüf değildir. Ertuğrul'un Bursa macerasını değerlendirmek için daha zaman var; zira bunun uzun vadeli ve tabanı olan bir düşünce olduğunu görmek için henüz erken. Ancak Kayserispor'un 2006'da Ertuğrul'la başlayan ve 2007'den beri Tolunay'la devam eden gidişatı, 32.000 kişilik yeni stadı ve kulübe yapılan yatırımlarla desteklendiğinde gayet akılcı bir yönetim hareketi olarak görülebilir. Aynı hamleleri müthiş taraftar gruplarına sahip Eskişehir ve Bursa yönetimlerinden de beklemek gerekir çünkü sadece saha içi başarılarla kalkınamaz bir kulüp. Türk futbolunun artık bir üst lige çıkabilmesi için köklü bir Anadolu devrimi şarttır. Bu durum da en az 5 yıl değişmeyen sağlam bir kurumsal ve ticari planlamayla, güvenilir ve idealist bir teknik adamla, son olarak tabanı iyi oturtulmuş bir altyapı sistemiyle mevcuttur.

Özetle; yapılan yatırımların meyvesi henüz tam olarak toplanmaya başlamasa da, Kayserispor'un son 5 sezonda nasıl bir yol izlediği ve nasıl bu noktaya geldiği, doğrularıyla ve eksikleriyle tüm kulüplerimiz için güzel bir örnektir. Öte yandan Ertuğrul Sağlam, Tolunay Kafkas ve Abdullah Avcı'nın ne kadar tutarlı ve dengeli birer kariyer başlangıcı yaptıkları da göz ardı edilmemelidir. İşte tüm bunları az önceki postta da belirttiğimiz gibi bir rekabetin merkezinde gördüğümüz zaman ülke futbolu adına karamsarlıktan kurtulabiliyoruz.

6 Aralık 2009

Turkcell Süper Lig Hiç Bitmesin

Şu tablo 2 ay önce toplam kaç kişinin aklına gelirdi? Tam "bu sezon FB - GS arasında gelip gider artık" derken başta Beşiktaş, ardından Bursa ve Kayseri aradaki farkı hızla kapattı. Bu beşli ligi sonuna kadar götürecektir, zira az sonra irdeleyeceğimiz üzere her biri bunu başarabilecek devamlılığa ve teknik kadroya sahip. Onların arasına yavaş yavaş Trabzon'un sızacağını, arkadan gelen Eskişehir, Gençlerbirliği ve hatta İBB'nin de bu altılıyı zorlayıcı ekipler olarak uzun süre devam edeceğini düşünmek bile insanı şimdiden heyecanlandırıyor.

İşin enteresan tarafı, sezon başında övülmedik yanı kalmayan Fenerbahçe ve Galatasaray'ın, zaman geçtikçe ligin ilk 5 sırasındaki takımlar arasındaki en formsuz ekipler ünvanını almaları kuşkusuz. Galatasaray Rijkaard'la belli bir sistem oturtmaya çalıştığından dolayı bu tip sancıları sezon sonuna kadar çok çekecektir ancak uzun vadede bunun meyvelerini toplayacaklarını düşünüyorum. Fenerbahçe'nin durumu çok daha vahim çünkü gerek Aziz Yıldırım gerekse Daum'un hedefi lig şampiyonluğu ile kısıtlaması, takım üzerinde çok ters bir etki yaptı. Özellikle lige kayıpsız bir başlangıç yapılması, hedefini "küçük" tutan bir "büyük" takım üzerinde rehavete yol açtı ve art arda gelen puan kayıpları, rahatlıktan dolayı bozulan motivasyonu zamanla paniğe çevirdi. Kısacası Fenerbahçe'nin sorunu taktikten çok psikolojiktir ve bunu da bir nebze devre arasında düzelteceklerdir.


Geride bıraktığımız 15 haftanın ilk yarısındaki baş aktörlerden ikinci yarısındakilere geçelim. Beşiktaş mucize olmasa bile çok zor olanı gerçekleştirerek zirveye ortak oldu. 6. hafta sonunda sadece 3 gol atıp 5 gol yiyerek 6 puan toplayan takım, Galatasaray ve Fenerbahçe'nin 12'şer puan gerisindeydi. Bundan sonra işler tersine döndü ve hükmen kazanılan Ankaraspor maçının ardından 8 maçta 22 puan toplandı. Böylece iki ezeli rakiple aradaki toplam 24 puanlık fark erimiş oldu. Bunu sağlayan etken ise Mustafa Denizli'nin ideal dizilişini bulması ve önce kendini, sonra takımını tekrar motive etmesiydi.

Bursaspor Ertuğrul ile sezon başından beri olumlu sinyaller veriyordu ve ilgili herkesin beklediği bir pozisyondalar şu anda. Beklenmeyen durum ise Kayserispor'un yeri; kaldı ki bunun kökenini 2005/06 sezonuna kadar götürebiliriz. Trabzon'dan sonraki ikinci Anadolu devriminin Sivas'ın aksine Kayseri'de başladığına inanıyorum çünkü belirttiğim sezondan itibaren kurumsal ve sportif anlamda çoğunlukla iyi planlanmış adımlar atıyor Kayseri yönetimi. Ayrıca bu süre içinde sadece iki teknik adamla çalışmış olmaları da önemli bir nokta. Kısacası bu sezon için şaşırtıcı olsa da, uzun vadede baktığımız zaman Kayserispor'un bugünlere gelmesi şaşırtıcı değil.


Ertuğrul Sağlam için ayrı bir paragraf açmak gerek... Şu an ligin ilk 5'ini oluşturan 3 takımda Sağlam'ın göz ardı edilemeyecek katkısı var. Önce 2005 yazında başına geçtiği Kayserispor'a, yönetimin de pozitif rüzgarını arkasına alarak saha içi bir kimlik kazandırdı. Onun oturttuğu sistemi Tolunay Kafkas genel anlamda bozmadı ve kendi felsefesi ile geliştirerek takımı zirveye oynar hale getirdi. 2007 yazında çok sevdiği Beşiktaş'tan gelen teklifi kaçıramazdı Ertuğrul. Bu sefer Tigana'dan devraldığı sistemi başarıyla sürdürmüş olsa da, ertesi sezon ligde fena gitmemesine rağmen UEFA Kupası'nda Metalist'e elenmiş olması yönetimin aklını çeldi ve onun Beşiktaş'taki sonu oldu. Onun kadrosuna sadece Ernst gibi bir dinamonun takviye edilmesi ve tabii ki "Büyük Mustafa" faktörü şampiyonluğu getirdi. Yani geçen seneki çifte kupada Sağlam'ın da hakkını vermek gerekir. Son olarak 2008/09 sezonunun tam ortasında 22 puandayken aldığı Bursaspor'u lig sonunda 58 puanla lig 6.lığına taşıdı. Bu sezon takımını nereye getirdiği zaten ortada ve tüm bu saydıklarımızı gerçekleştiren adam henüz 40 yaşında.


Toparlamak gerekirse, kimsenin aklına gelmeyecek kadar rekabeti bol bir sezon geçiriyoruz. Bir sezon düşünün ki cuma oynanan maçı BJK alsaydı lider olacaktı ama ertesi gün FB kazansaydı tahtını geri alacaktı. İkisi de olmadı ve pazar günü Kayseri - Bursa arasında, iki Anadolu takımı arasında müthiş bir liderlik kapışması yaşandı. Hem de Avrupai bir statta, 30.000 kişilik renkli tribünler önünde ve iki başarılı Türk teknik adam yönetiminde. Bundan birkaç saat sonra GS evindeki maçını kazansa liderin adı tekrar değişecekti ama bu da olmadı. Sadece şu üç gün bile ülkedeki tüm futbolseverlerin başını döndürmeye yetti.

Delgado Kimi Gönderecek?



Sezon başından bu yana gol yememe konusunda pek bir sıkıntısı olmayan Beşiktaş'ın gol atma ve pozisyon üretme sorununun olduğu aşikar. 15 haftada yenen 6 golün üçü Galatasaray'dan gelirken biri de ligin ilk maçında karşılaşılan İBB'dendi. Bu noktada takımın artık belkemiğinden de öte olan Sivok-Ferrari-Ernst ve onlara sonradan dahil olan Fink'in katkısı yadsınamaz. Zira hem aktif savunma yapma, hem de topu 1. bölgeden 2. bölgeye aktarma konusunda maksimum fayda sağlıyor bu dörtlü. Ağustostan bu yana asıl sıkıntı ise 2. ve 3. bölge arasındaki bağlantının bir türlü kurulamaması, yani atak organizasyonları ve gol pozisyonlarının üretilememesi. Bobo'nun sakatlığı ve motivasyon sıkıntısı, Tello'nun sürekli düşen performansı, Nobre ve Nihat'ın hiç yükselemeyen performansı ile yaka silktiren formsuzluğu, Holosko'nun erkenden sakatlanması, Tabata'nın uyum sorunu ve Delgado'nun zaten hiç olmayışı derken taraftarlar golü unutmuştu. Ekim ayı ile başlayan galibiyet serisi takımın üzerinden ölü toprağının atılmasını sağlarken, bu durum hücum oyuncularının performansına da olumlu yansıdı. Birkaç hafta içinde iyi veya kötü oyun fark etmeksizin galip gelinmeye başlarken, aynı anda defansın da sağlamlığı takımın özgüvenini iyice artırdı. İşte bunun sonucu olarak art arda Trabzonspor, Fenerbahçe ve Manchester engelleri akılcı ve kalburüstü sayılabilecek bir oyunla, ayrıca tek gol yemeden geçildi.


Gelinen son noktada halen mükemmel bir Beşiktaş izlediğimizi söyleyemeyiz. Takım savunması mükemmel ve genel olarak tüm oyuncularda bir tutarlılık söz konusu. Yalnız bu "tutarlılık" Nihat, Tabata ve Nobre'nin formsuzluğunda da haftalardır geçerli olunca ister istemez hücum bölgesinde bir arayış başlıyor; o da Delgado. Arjantinlinin ikinci devrede form tutmuş halde takıma dönüşünün herkesi fazlasıyla olumlu etkileyeceği kesin. Lider ruhu, takım içinde sevilmesi ve iyi gününde olduğunda atakları çok iyi yönlendirmesi bunun ana nedenleri. Son oynanan Diyarbakırspor maçında her iki kanattan ve merkezden yapılan hücumlarla kurulan pas üçgenleri, formda geçen son haftaların dahi en iyisiydi. İşte bu noktada Delgado'nun gelişi hem pas trafiğini hızlandıracak, hem de takımın ilk haftadan beri sıkıntısını çektiği güvenilir bir şutör kazanacak. Ayrıca Ernst ve Fink'in ataklara yardımcı olma konusundaki yükünü de kayda değer bir ölçüde azaltacak.


Delgado'nun takıma katılması aynı zamanda bir yabancının ayrılmasını gündeme getirecek. "Belkemiği dörtlüsü" olan Sivok-Ferrari-Ernst-Fink'ten hiçbirini aday olarak bile gösteremeyiz. Bobo'ya en az 7 milyon € civarında para veren kulüp çıkmadığı sürece o da takımda kalacaktır, zira hücum hattının açık ara en formda oyuncusu. Geriye kalan riskli durumdaki 3 adaydan Tello gerek son zamanlarda artan performansı, gerek çok yönlülüğü, gerekse iyi bir yedek olabilmesi sayesinde paçayı kurtaracak gibi görünüyor. Holosko da aynı şekilde 6+2'nin "+2"sini zenginleştiren ve iyi gününde takıma önemli katkı sağlayan bir oyuncu. İşte bu noktada gözler Tabata'da olacak sanki, zira Brezilyalı bir türlü takıma uyum sağlayamadı. Oynadığı bölgede rekabet halinde olacağı Delgado, Yusuf ve Tello varken bu haliyle ayakta kalması çok zor. Demirören'in bol keseden verdiği 8 milyon € halen eleştirildiği için ve bu parayı başka hiçbir akıllı (!) Tabata'ya vermeyeceği için şimdilik satılması uzak bir durum. Sonuç olarak Brezilyalının ikinci devreyi başka bir Süper Lig ekibinde kiralık geçirmesini bekliyorum.

5 Aralık 2009

Dünya Kupası'nda Gruplar

Önceki postumda olası bir ölüm grubu tahmininde bulunmuştum. Bir fire verdim! G grubu bana göre tam bir bomba grup oldu. Oraya ikinci torbadan bir ABD veya Meksika gelse daha da kazık olurdu. Şu durumda Kuzey Kore averaj takımı olacak gibi görünüyor. Sonraki zorlu grup ise D grubu olmuş. Almanya ve Sırbistan daha avantajlı ama bu gruptan çıkmak kolay olmaz.

Grup aşamasının ardından gelen 2. tur eşleşmelerinin sistemi de belli. Her grubun birincisi (ikincisi), bir sonraki grubun ikincisi (birincisi) ile karşılaşacak. Yani A1-B2, C2-D1, G1-H2 vs... Yalnız buradaki son örneğe dikkat... Bu noktada Brezilya ve İspanya grup birincisi olmak adına varını yoğunu ortaya koyacaktır çünkü aksi takdirde bir erken final izleme olasılığı doğuyor. İki ülkeden biri grup birincisi, diğeri de ikincisi olursa birbiriyle eşleşecek. Hatta A ve B gruplarından doğacak bir Fransa - Arjantin eşleşmesi de hoş olacaktır çünkü bu durumda (sözde) Tanrı'nın eli Henry, işin üstadı ve mucidi (!) olan Maradona'nın ekibine karşı oynayacak.

4 Aralık 2009

Hababam

2 Aralık 2009

Dünya Kupası'nda Torbalar

Önümüzdeki cuma günü belirlenecek olan 2010 Dünya Kupası gruplarının torbaları açıklandı. İlk torbada bire bir uymamakla birlikte en güncel FIFA Dünya Sıralaması baz alınıyor. Diğer torbaları ise kısaca kıtalar belirliyor. Dikkat edileceği üzere ikinci torbada Asya, Okyanusya ve Orta&Kuzey Amerika gruplarından gelen ülkeler yer alıyor. Üçüncü torbada Afrika ve Güney Amerika ekipler varken sonuncuda da Avrupalılar var. Bu durumun amacı da aynı kıta ülkelerinin gruplarda karşılaşma ihtimalini olabildiğince azaltmak, ki 13 ülke gönderen Avrupa için bu biraz zor tabii.

Her kura çekimi öncesinde olduğu gibi bunda da ilk akla gelen olası bir "ölüm grubu" tahmininde bulunmak. Ev sahibi G. Afrika'nın gücü belli. Onun haricinde bir takım zaten o grubun babası. İkinci torbadan ABD ve biraz da Meksika zorlar gibi geliyor. Üçüncüden Fildişi ve konsantre olmuş bir Uruguay grubun zorluk derecesini yükseltebilir. Son torbadaki Avrupalılardan ise Fransa, Portekiz ve Sırbistan ağır basıyor. Hal böyleyken mesela bir Brezilya - ABD - Fildişi - Portekiz grubundan korkmak lazım.

1 Aralık 2009

Hangisi Daha Yabancı?




Kasımpaşalı Andre Moritz ve Fenerli Colin Kazım, futbol gündemimizde son günlerin en çok konuşulan isimleri arasında. Moritz bunu 13 maçta 6 gol ve 2 asistlik performansı sayesinde başardı ve oynadığı takıma göre bu istatistiklerin bize söylediği şey, ligde takımına en çok değer katan futbolcular arasında olduğu. Kazım ise popülaritesini bu aralar saha içindekinden ziyade gece kulübü performansına, maalesef trafik kazasına ve Beşiktaş maçı öncesi / sonrasındaki Twitter demeçlerine borçlu. Her iki futbolcu da aynı yaşta, takımındaki 3. sezonunu geçiriyor ve 2007 yazında Kapıkule'den içeri adım attığında sadece 21 yaşındaydı. Kişisel olarak baktığımızda Moritz'in Brezilyalılara özel sıcakkanlılığı göze çarparken, Kazım'ı ise daha çok soğukluğu ile biliyoruz.

Twitter'da o artık meşhur olan sayfasına "Kimse alınmasın ama Türk hakemler yetersiz. İngilizce bile bilmiyorlar ve beni anlamıyorlar." diye karalamıştı Kazım. Hakemlerimizin teknik anlamda gayet yeterli olduğunu savunmayacağım tabii ki. FIFA kokartı alabilmek için iyi derecede İngilizce bilmek gerekiyor ama sonuçta her ülkede olduğu üzere bizim hakemlerimizin de tamamı FIFA kokartına sahip değil. Dolayısıyla Türkiye'de maç yönetebilmek için İngilizce bilme zorunluluğu yok. Kazım'ın yanıldığı nokta da tam burası; bulunduğu yerin şartlarına uyum sağlamak yerine değişmemek için inat ediyor ve kaybediyor. Ülkemize gelen çoğu yabancı futbolcu gibi o da Türkçe öğrenmek için çaba harcamıyor çünkü burada uzun süre kalmayacağını düşünüyor muhtemelen. Olayı milliyetçilik açısından düşünmeye hiç gerek yok bu noktada; keza ne iş için olursa olsun bir insan yabancı bir ortama giriyorsa oranın dilini de kültürünü de az çok öğrenmelidir ki kendisini daha az yabancı hissetsin. Bu konuda önümüzde çok güzel bir "İngiltereli" Tugay, "İspanyalı" Nihat ve "İtalyalı" Fatih Terim örneği var. Dikkat; İngiliz, İspanyol veya İtalyan değil bu örnekler! Yalnız Kazım'ın durumu biraz daha özel; zira hakemlerimizin "yeterli" olmadığını düşünen Kazım kendini İngiltere Milli Takımı için "yeterli" bulmamış olacak ki Türkiye adına oynuyor bu alanda. Hal böyleyken de halen bize ve yaşadığı ortama yabancı kalıyor.



Moritz'in kalitesi Kazım'la karşılaştırıldığında tartışılır elbet, bahsettiğim durum hakkında onun gibi olmadığı kesin. Four Four Two'nun Aralık sayısındaki röportajından Türkçe'yi çok akıcı konuşabildiğini, hatta kulüpte tercümanlık bile yaptığını öğreniyoruz Brezilyalının. Ayrıca yemek kültüründen bayramlaşmaya, arkadaş ilişkilerinden sokaktaki yaşama kadar bir sürü ufak ama önemli ayrıntıyı çok güzel özümsediğini de anlıyoruz.

Sonuçta her şey sahadaki performans ile kalmıyor. Olaya futbolcu gözünden baktığımızda şunu söyleyebiliriz ki; yabancı bir ülkeye gittiğinde oraya ne verebildiğin kadar oradan kendine ne kattığın da önemlidir. İşte bu yüzden Tugay ve Nihat gittikleri yerlerde ne kadar benimsendiyse Emre, Alpay ve Hakan Şükür bu kadar çabuk unutuldu.

29 Kasım 2009

Barcelona 1-0 Real Madrid




90 dakika genelinde beklendiği gibi hop oturtup hop kaldıran bir maç olmadı. Özellikle ilk yarı Ronaldo'nun kaçırdığı gol haricinde akıllarda kalan bir pozisyon yoktu. Sahada Ibra ve Benzema da olmayınca oyun kilitlendi. İki takım da rakibin hücum hattından çekiniyordu belli ki. Barcelona klasik oyununu oynamaya çalıştı ama ilk yarı çok defa Real'in kalabalık takım savunmasına takıldı. O bildiğimiz tıkır tıkır işleyen pas trafiğini yaptırmadı konuk ekip. Durum böyle olunca özellikle Messi ve Henry bireysel yeteneklerini devreye sokup sıkça kalabalığın arasına daldılar ama başarılı olamadılar. Top Messi'deyken Madridliler ayrı bir alarma geçtiler maç boyunca; en az üç kişi başına üşüştü durdu Arjantinlinin. O da ekstra bir performans ortaya koyamayınca vasat bir 90 dakika çıkardı. Dani Alves de Barça'nın sahada eriyenleri arasındaydı; Marcelo ve özellikle Arbeloa'nın etkili savunmasından kurtulamadı bir türlü. Xavi ve Iniseta yapmaları gerekeni yaptılar. Adamlar zaten vasat oynadıklarında bile rahatça hücum başlatıp rakipi topun peşinden koşturabiliyorlar, yine öyle oldu.


Real'in kilidini çözmek adına Ibrahimovic'in girmesini bekliyordu herkes. Ben açıkçası Busquets'in çıkacağını, Iniesta'nın da orta üçlüde yer alacağını düşünüyordum ikinci yarı ama kenara gelen Henry oldu. Girdiği gibi de defansın hatasından yararlanarak golünü attı İsveçli. Bu dakikadan sonra da herkes gibi Benzema'nın gireceğini düşündüm ama çıkacak son kişinin Ronaldo olmasını beklerdim. Portekizlinin kenara gelmesi Madrid'in hücumdaki hızını düşürdü. Busquets'in saçma sapan kırmızı kartı olmasa çok daha rahat bir oyun çıkaracaktı Barça ama gereksiz yere oyun riske girdi. Toure ile katılaşan Barça orta sahasına Real üstünlük kuramayınca maç 1-0 sona erdi.

Orta Saha

Aşağıdaki postta ütopik 11'i hazırlarken dikkatimi çekti. Orta sahada oynayan oyuncuların üçü de oynadıkları takımlarda kaptanlık yaptı ve Keane haricindekiler kariyerlerinde gayet iyi yolda ilerliyor. Bu üçlüye kadroda olmayan Dunga, Diego Simeone, Rijkaard, Schuster gibi yeni nesil teknik adamları da ekleyebiliriz. Bu tezden birçok sonuç çıkarılabilir ancak bana göre bugünün futbolunda giderek artan orta saha oyuncularının önemi bir de liderlik ruhuyla birleşince iyi bir teknik adam potansiyeli doğuruyor. Sahanın merkezinde çift yönlü oynayabilmenin neredeyse vazgeçilmez olduğu günümüzde bu mevki, özellikle oyun zekası normalin üstünde olan bir futbolcuya müthiş bir tecrübe katıyor. Çünkü hem takım halinde defans yapmayı, defanstan top çıkarmayı, hücum başlatmayı, defans ile forvet arasındaki mesafeyi gerektiğinde daraltmayı, gerektiğinde oyunu genişletmeyi ve daha birçok şeyi iyi öğreniyor bu oyuncular. Dolayısıyla bundan 10-15 yıl sonra Gerrard, Lampard, Xavi, Iniesta, Mascherano, Ballack gibi oyuncuları, onlardan birkaç yıl sonra da tabii ki Fabregas'ı sahanın kenarında takım yönetirken görürsek şaşırmayalım.

Genç Menajerler

Sigara gibidir futbol; bir defa bulaştıysanız zor bırakırsınız. Oynamışsanız bıraktıktan sonra yazar veya teknik direktör olmaya çalışırsınız, olmadı sevdiğiniz kulübün içinde olursunuz bir şekilde. Sadece izlemekle yetiniyorsanız da her seferinde öyle bir maç çıkar gelir ki o günkü tüm planlarınızı unutur TV karşısına geçersiniz. Aşağıda gördüğünüz "Ütopik 11" birinci türe girenlerden oluşuyor; yakın zamanda futbol sahalarında başarılara koşarken gördüğümüz, şu an teknik direktörlüğe soyunmuş ve 45 yaşın altında olan futbolcu eskilerinden.

Taktik olarak Chelsea'de izlediğimiz ve Fenerbahçe'nin de şu sıralar başarısız biçimde uygulamaya çalıştığı 4-3-1-2'yi tercih ettim. İlk bakışta biraz defansif bir 11 gibi görünüyor. Hücum üçlüsüne diyecek söz yok tabii, yeter ki orta üçlüden yeterli desteği alabilsinler. Bir de sol bekimizin ciğerlerine Allah kuvvet versin artık. Sağ beke de Deschamps'ın ciddi yardımlarını bekliyoruz!

Başlamadan; bir önceki Ütopik 11 için buradan buyurun.

Bogdan Stelea (GK / 41): Kadromuzun hem futbolcu hem teknik direktör olarak en az kariyere sahip oyuncusu. Romanya'nın 1994 Dünya Kupası'nda iz bırakan jenerasyonunun değişmez elemanlarındandı. Ülkemizde Samsunspor'da da forma giydi. Şu sıralar Romanya Milli Takımı'nda yardımcı teknik direktörlük yapıyor.

Alessandro Costacurta (DR / 43): Milan'ın 90'larda fırtınalar estiren altın jenerasyonunun demirbaşlarından biriydi. Futbolu bıraktığında 41 yaşındaydı. Tüm kariyerini tek kulüpte geçiren futbolcu türünün son temsilcilerinden olan Costacurta, Milan'da yardımcı teknik direktör olarak başladığı futbol sonrası kariyerini Serie B'de Mantova'yı çalıştırarak sürdürse de devamı gelmedi.

Leonardo (DL / 40): "Bizim Çocuk" tipi teknik direktörlerin en yenilerinden olan Leonardo, yaş ortalaması kendininkine yakın bir Milan devraldı sezon başında. İlk haftalarda bocalamış olsa da son haftalarda takımı form tutmaya başladı ve Serie A'da beklenenden üst sıralarda. Bakalım bu durum devamlılık arz edecek mi...


Ciro Ferrara (DC / 42): 2006 Dünya Kupası'nı kazanan İtalya'da Lippi'nin yanında oturuyordu. Ranieri sonrasında Juve de modaya uydu ve "eski evladı" Ferrara'ya emanet etti takımı. İtalya'da Milan ile beraber Inter'i zorlamaya, daha doğrusu onun ardından 2. olmaya çalışıyor.

Laurent Blanc (DC / 44): Bordeaux'yu canlandıran adam... Kurduğu takım geçtiğimiz sezon lig şampiyonluğu ve lig kupasının yanında Fransa Süper Kupası'nı da kazandı. Bu sezon başarının devamı geliyor. Bordeaux hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi'nde yoluna hız kesmeden devam ediyor. Blanc, önümüzdeki yıllarda el üstünde tutulan bir menajer olacak gibi görünüyor.

Roy Keane (DMC / 38): Kadromuzun en genç ama kuşkusuz en sert elemanı! Sunderland'i Premier League'e çıkardı ama burada istediği başarıyı elde edemedi. Şu sıralar Ipswich Town'ı Championship'te tutmaya çalışıyor.


Didier Deschamps (MC / 41): Şu ana kadar çalıştırdığı her takımda başarılı oldu. Monaco'ya Şampiyonlar Ligi finali oynattı. Juventus'u şike sonucu düşürüldüğü Serie B'den çıkardı. Şimdi de Marsilya ile lig şampiyonluğunu kovalamaya çalışıyor. Umarız başarılarının devamı gelir.

Josep Guardiola (MC / 38): Geçen sezon bir teknik direktörün yapması muhtemel en iyi kariyer başlangıcını aynı zamanda mükemmel bir futbolla başardı. La Liga birinciliği, Copa del Rey şampiyonluğu, Şampiyonlar Ligi kupası ve Avrupa Süper Kupası. Üstüne üstlük tüm dünyada hayranlık uyandıran bir rüya takım. Dahası ne olabilir ki? Az zamanda yaptığı çok işin karşılığı olarak Pep'e bu takımın kaptanlığını vermek uygun olur sanırım.


Gheorghe Hagi (AMC / 44): R. Madrid ve Barcelona'da oynayan, Galatasaray'a devrim yaşatan bir adamdı. Johan Cruyff'un da övgüyle bahsettiği bir oyuncuydu. Halen ülkemize gelmiş en iyi yabancıdır gözümde ancak her iyi futbolcu iyi teknik direktör olamıyor işte.

Gianfranco Zola (FC / 43): Halen Chelsea taraftarlarının en sevdiği yabancı futbolcudur Zola. Futbolculuğunun ardından İtalya 21 Yaş Altı takımının teknik kadrosunda rol aldı. Geçen sezon West Ham'ın başına getirildi ve takımını kümede tutmaya çalışıyor.

Jürgen Klinsmann (ST / 45): Takımın abisi! Ülkesinde düzenlenen 2006 Dünya Kupası'nda Almanya'ya üçüncülük madalyası kazandırdı. 2 yıllık aranın ardından Bayern'in başına geçse de umduğu başarıyı burada bulamadı. Şu sıralar kazandıklarını Amerika'da yemekle meşgul.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...