Subscribe Twitter Twitter

13 Kasım 2011

Buhran Döneminde Futbol



Siyah beyaz yıllarda ticarî bakış açısından oldukça uzak duran futbol, endüstri çarkının içine girdikçe onun bir dişlisi haline geldi. Çark hızlı dönerken sorun yoktu ama araya ne zaman bir çomak girse, yavaşlayan dişliler yeşil sahaları da etkiledi. Dünyanın tanık olduğu büyük ekonomik buhranlar futbolu birçok kez teğet geçmedi.

1970’li yıllara kadar futbol, bugün olmazsa olmaz dediğimiz sponsorluk kavramına yabancıydı. Alman kulüplerinin temelini attığı, İngilizler’in de kat çıkmaya başladığı formada göğüs reklamı olgusu bile bu zaman diliminde uzun münakaşalar sonucu baş gösterebildi. İlk kıvılcımların ardından çeşitlenen ticari gelirler, Premier Lig’in kurulması ve Rupert Murdoch’ın televizyon yayınları sonucu yarattığı muazzam kaynak sonucu bambaşka boyutlara taşındı. Dolayısıyla uzun yıllar boyunca neredeyse sadece gişe gelirlerine muhtaç biçimde varlığını sürdüren futbol kulüpleri, para musluklarının çeşitlendiği bir havuza girerek arkasını sağlama aldı. Ne var ki bu durum, sponsorları etkileyecek biçimde büyük bir küresel ekonomik krizin futbola da bulaşabileceği bir ortam doğurdu.

Elbette 1970’ten çok önceleri dünya “ekonomik kriz” kavramıyla tanışmıştı. 1. Dünya Savaşı sonrasında tazminat ödemekten yorulan Alman ekonomisi, 1923 yılında iflas bayrağını çekmişti. 1929’da Wall Street’te piyasaların çöküşü, tüm dünyayı 12 yıl sürecek olan Büyük Buhran’ın içine sürüklüyordu. 1966 yılında ise yine ABD merkezli bir kredi depremi, Avrupa ekonomilerinde sarsıntı yaratıyordu. Yine de tüm bunlar, köklerini endüstriyel dünyaya henüz uzatamamış olan çim sahalardan uzak kaldı. Tarihteki en derin finansal krizlerden biri olan 1973-74 petrol krizi bile futbol dünyasında sadece ufak sıyrıklara yol açabildi.


1973: Aman Petrol!
Bugün bahar mevsimini yaşayan Arap coğrafyası, 1973 yılında tüm dünyayı bol fırtına ve tipi barındıran bir kışa sürükledi. ABD’nin Soğuk Savaş’ın gölgesinde İsrail’e tam desteğini sürdürmesi, bölgede petrol ihracatı yapan Arap ülkelerinin kovanına sokulmuş bir çomak etkisi yarattı. Alınan karar doğrultusunda petrol fiyatları bir gecede %70 arttı ve zaman içinde üretim azaltıldı. Bu gelişme, özellikle sırtını endüstriyelleşmeye dayamış olan ülke ekonomilerinin eline tutuşturulmuş bir bomba gibiydi.

Petrol Krizi’nden en çok yara alan Avrupa ülkesi İngiltere’ydi ancak bu durumun Ada futbolunu derinden sarstığını söylemek mümkün değil. Henüz forma sponsorluğu ve göğüs reklamı ile tanışmaktan ziyade flört edilen bu dönemde futbol kulüpleri, yeni transferler için en büyük kaynak olarak maç günü gelirlerini görürdü. Ancak büyük oranda orta sınıf ve işçilerden oluşan tribünler, Ortadoğu’dan gelen kriz dalgasından kolaylıkla etkilenebilirdi. Bu şekilde altyapıya ve futbolcu arayışına bir kat daha önem veren İngilizler, Petrol Krizi sonrasındaki on yılda beş farklı lig şampiyonu çıkarmayı bildi. Leeds’te Don Revie, Derby ve ardından Nottingham Forest’ta Brian Clough, Liverpool’da Bill Shankly ve Bob Paisley bu değişimin başrol oyuncuları oldu. Ligdeki bu çoklu rekabet Avrupa’ya da yansıyınca Şampiyon kulüpler Kupası, 1977 – 1982 arasındaki 6 sezon boyunca İngiltere’ye gitti.

70'lerin iki ezeli rakibi: Brian Clough ve Don Revie

Petrol Krizi’ni etkili biçimde hisseden diğer bir Avrupalı olan Hollanda, Ajax sayesinde 1971 – 73 döneminde üç kez üst üste Şampiyon Kulüpler Kupası’nı başkente getirmişti. Ne var ki bu dönemin sonunda Johan Cruyff’un 920 bin £’luk rekor fiyat karşılığı Barcelona’ya satılması, bir noktada krizin tetiklediği nakit ihtiyacına bağlanabilir. Sonuçta Hollanda, Avrupa’nın bir numaralı kupasını bir kez daha eve getirebilmek için 15 yıl beklemek zorunda kaldı.

Berlin Duvarı’nın batısındakiler petrol üretimindeki kısıntıların sıkıntısını çekerken, onların bu açığını kapatan ülke Sovyetler Birliği idi. Soğuk Savaş’ın ikinci büyük aktörü, bu şekilde 1980 yılında dünyanın en büyük petrol üreticisi unvanına erişti. Bu bolluktan beslenen rejimin de desteğiyle radikal altyapı sistemi, futbolcu yetiştirme tarzı ve oyun planıyla yepyeni bir ekol sunan Dinamo Kiev’in tarihî başarılar elde etmesi tesadüf değil. Malum dönemde Kupa Galipleri Kupası ile UEFA Süper Kupa’yı kazanan Lobanovskyi’nin ekibi, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda çeyrek ve yarı final görmeyi de zaman içinde alışkanlık haline getirdi.

2002: Arjantin Kendine Ağlarken
Tarihin en köklü futbol kültürlerinden birine sahip olan Arjantin, yıllar süren askerî yönetimden sonra demokrasiye ve istikrarlı ekonomiye geçişin yollarını aradı. Ne var ki bu durum, karanlık bir kulübeye uzun süre tek başına kapatılmış bir insanın aniden toplumun içine karışması gibi zaman isteyen ve zorlu bir süreç oldu. Özellikle yeni milenyuma ramak kala enflasyon dizginlenemiyor, işsizlik sürekli artıyor, bankalar güven kaybediyor ve ekonomi büyüyemiyordu. Nitekim 2002 yılına gelindiğinde nüfusun %58’i yoksulluk, %28’i de açlık sınırının altında yaşıyordu.

Boca Juniors günleri: Riquelme ve Tevez

Halkın isyan bayrağını çekip sokaklarda yürüdüğü o günlerde yeşil sahalarda da işler tam olarak yolunda değildi. Ülkenin önde gelen kulüpleri, yetiştirdiği genç yıldızları yüksek fiyatla Avrupa’ya göndermeye bir kat daha meyilli halde geldi. Ekonomik bunalımın zirveye yol aldığı 2000/01 sezonunda neredeyse bir ihracat fırtınası yaşandı. Boca Juniors Martin Palermo ve Walter Samuel’i sırasıyla Villareal ve Roma’ya yolcu ederek 25 milyon €’yu cebine koyuyordu. River Plate ise Juan Pablo Angel’i Aston Villa’ya, Pablo Aimar’ı da Valencia’ya satarak 36 milyon €’luk nakit elde ediyordu. Ertesi sezon Barcelona yolunu tutan Saviola, Boca’ya tek başına 36 milyon € kazandırıyordu. Forlan’ı Manchester United’a gönderen Independiente’nin geliri ise 11 milyon €’yu buluyordu.

Milli Takım da finansal krizin yarattığı depresyonu yaşıyor gibiydi. 2001 Copa America’ya ev sahibi Kolombiya’daki yetersiz güvenlik seviyesini göstererek katılmayan Mavi Beyazlılar, zaten bunalımda olan taraftarını 2002 Dünya Kupası’nda bir kat daha üzdü. Kupanın favorilerinden olmasına rağmen sadece 4 puan toplayabilen Arjantin, İsveç ve İngiltere’nin ardından üçüncü sırada kalarak gruptan bile çıkamamıştı. Ekonomik krizin soğumaya başladığı 2004 yılında Copa America’da kazanılan 2.lik ise, ülke insanını futbol konusunda da biraz olsun güldürmeyi başarıyordu.

2008: Global Kredi Batağı
Önce ABD’deki konut piyasasını sarsan, ardından Avrupa’nın gelişmiş ülkelerini tehdit eden ve gelişen ekonomilere de yavaş yavaş gözünü diken son zamanların en büyük finansal krizinin halen içinde bulunuyoruz. Bu süreçte Sterlin’in Euro karşısında önemli ölçüde değer kaybettiğini düşünürsek Britanya kökenli kulüplerin krizi bir kat daha derinden hissetmesi normal. Ayrıca kulüp sahibi olan bazı işadamlarının sorumsuz kararları da bu dönemde belli futbol kurumlarını ciddi zararlara taşıdı.


Kredi Krizi’nin öncü sarsıntılarının başladığı 2007 yazından sonraki 2 yıl boyunca Sterlin’in Euro karşısında %21 değer kaybetmesi, özellikle Avrupa’dan ithalata dayalı iş yapan birçok İngiliz firmayı etkiledi. Elbette kıta içinden önemli sayıda futbolcu transfer eden Premier Lig kulüpleri de bu gelişme sonucu darbe yedi. Nitekim 2010 yılının Ocak transfer döneminde dönen para rekor seviyede aşağı çekildi. Ayrıca Ada’nın en köklü kulüplerinden Newcastle United, art arda başarısız sonuçların ardından 2009 baharında Championship’in yolunu tuttu. Newcastle’ın en büyük destekçilerinden Northern Rock ise, yaklaşık bir yıl önce likidite sorununu çözemediğinden ötürü devlet himayesine alınmıştı bile. Kulüp sahibi Mike Ashley’nin sorumsuz davranışları, krizin simgesi haline gelen bu çöküşle birleşince Newcastle’ın küme düşmesi neredeyse kaçınılmaz olmuştu.

UEFA’nın son dönemlerdeki en isabetli kararı gibi görünen Finansal Fair Play’in çıkmasında da Kredi Krizi’nin rol oynadığı söylenebilir. Zira borç yükü gittikçe artan ve kriz ortamında bunu çevirmekte zorlanan futbol kulüplerinin bir düzenlemeye ihtiyaç duyduğu aşikârdı. Nitekim Manchester United’ın 500 milyon £’u aşan borcu taraftarına alternatif bir kulüp bile kurdururken, aynı durumdaki Barcelona son olarak bazı amatör branşlarını kapatma yolunu tercih etti. Öte yandan ünlü Rumen işadamı Dumitru Bucşaru’nun kanatları altında Romanya’da kısa sürede basamak atlayan, 2009/10 Şampiyonlar Ligi gruplarında adından söz ettiren Unirea Urziceni kulübü de geçtiğimiz sezon küme düştü ve hatta Bucşaru’nun kriz ortamındaki umursamazlığı sonucu sessiz sedasız bir biçimde kepenk indirdi.

Türkiye'deki ekonomik kriz, ertesi yıl Milli Takım'a ters etki yaptı.

2001: Türkiye’de Şubat Krizi
Enflasyon canavarının artık bizden biri gibi olduğu, hükümetin bir türlü istikrar yakalayamadığı, bankacılık sektörünün derinlikten çok uzak kaldığı bir dönem yaşıyordu Türkiye. Tepe taklak giden ekonomi, devletin zirvesini de germişti. Yapılan kur politikası değişikliği sonucu Türk Lirası döviz karşısında sadece bir günde %40’ları bulan değer kayıpları yaşamıştı. Neyse ki futbol, Türkiye tarihinin en geniş çaplı krizinden yara almadan çıkabilmişti.

Malum kriz döneminde Türk futbolunda sponsor ağırlığının bugünkü gibi olmaması, finansal sarsıntı yaşayan şirketlerin bunu futbol kulüplerine hissettirmesini engelledi. Şubat 2001 sonrası hükümet kanadında atılan doğru finansal adımlar ekonominin belini doğrulturken, 2002 yazında Türkiye Milli Takımı’nın dünya 3.lüğü ilaç gibi geldi. Bu gelişme, Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazanmasıyla dikkat çeken Türk futbolunu kalıcı biçimde göz önüne çıkardı. Ayrıca artık döviz kurlarının kriz sebebiyle yaklaşık %40 daha değerli olması sonucu Şampiyonlar Ligi’nden gelen katılım parası çok daha kritik hale gelmişti. Havuzda toplanan bu gelirlerin Süper Lig’e olan finansal katkısı sayesinde Türk futbolu altın çağını yaşadı. Hatta Avrupa’dan yıldız oyuncu ithalatı da bu dönemden sonra artış göstermeye başladı. Son olarak yayıncı kuruluşun değişmesi ve televizyon gelirlerinin gitgide daha adaletli biçimde kulüplere dağıtılması, futboldaki atılımın sadece büyük kulüplerle sınırlı kalmasını önledi. İleriki yıllarda Sivasspor, Kayserispor ve Bursaspor gibi kulüplerin zirveye oynaması, tüm bu etkenlerin birleşimi sonucu ortaya çıktı.

Bugün 40 yıl önce olduğundan çok daha farklı futbol. Ticarî mantığın oyunun içine günden güne daha fazla girmesi, futbolun ekonomik krizlere kimi zaman daha hassas hale gelmesini sağladı. Ortadoğu’daki petrol krizi İngilizler’e rekabet kavramını baştan öğretirken, doğuda Dinamo Kiev efsanesinin türemesini kolaylaştırdı. 10 yıl önce Arjantin’in yaşadığı bunalım, elde yetişen oyuncunun hele ki Avrupa’ya karşı iyi pazarlanması gerektiğini tekrar hatırlattı. Aynı dönemde benzer tecrübeyi yaşayan Türkiye, finansal sarsıntılarını futboldan uzak tutmanın ödülünü aldı. Bugün ise global anlamda tarihin önemli ve uzun soluklu ekonomik bunalımlarından birini yaşarken, sponsorluk kavramıyla iyice bütünleşmiş haldeki futbolun bundan yara alışını izliyoruz.

Not: TamSaha dergisinin Kasım sayısında yayımlanmıştır...

0 yorum:

Yorum Gönder

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...