Subscribe Twitter Twitter

5 Kasım 2011

Altyapı Sanatı



Takımınızın maçını izlerken hangi oyuncunuzun başarısını bir kat daha fazla istersiniz? Yeni transfer edilmiş şöhret sahibi yıldızın mı, yoksa altyapınızın son mahsulü olan bir yeteneğin mi? Taraftarın kalbinde genç oyuncuların yeri her daim ayrıdır. Onu tribünlere sunana kadar olan süreç ise her kulüp için yeni bir senaryo gibi.

Menajerlik oyunu oynayanlar pek iyi bilir genç futbolcuların değerini. Daha 20’li yaşlara gelmeden keşfettiği oyuncuya şans verir, onu zamanla geliştirir ve başarısının payını da gururlu bir biçimde kendine ayırır. Bosman kuralları geldikten sonra altyapıya önem veren kulüplerin genç yeteneklerini elde tutabilmesi, menajerlik oyunundaki kadar kolay olmadı elbette. Aynı zamanda transfer piyasası da günden güne bir balon misali şişti. Dolayısıyla büyük kulüpler için kendi yeteneklerini çocuk yaştan itibaren yetiştirmesi önem kazanırken, orta direkler için daha bakir pazarlardaki cevherleri işleyip zamanı gelince satmak kritik hale geldi.

İçinde bulunduğummuz sezonun başlamasıyla birlikte Manchester United’ın yeni nesil gençleri tüm Avrupa’nın diline dolandı bile. Öte yanda Arsene Wenger’in bu konuya bakışı tekrar sorgulanır hale geldi. Porto Falcao’nun satışı ile kasasını yine milyonlarla doldurmayı bildi. Mesut Özil’den sonra Nuri Şahin’i de Real Madrid’e gönderen Alman altyapısı şimdi de Götze’yi parlattı. Barcelona ise La Masia’da büyümüş kendi çocuklarıyla her daim zirvede. İşte bu farklı altyapı politikaları daha bir süre kendinden söz ettirecek gibi...

Rinus Michels & Johan Cruyff: sonraki 40 yıla damga vuran ikili 

Cruyff’un Evlatları
Futbolcu yetiştirme sanatı ile ilgili bir film çekilseydi, başrolün Johan Cruyff’a verilmesine neredeyse hiçkimse itiraz etmezdi. Ajax ve Barcelona gibi altyapıya büyük önem veren iki köklü kulübün efsanesi konumunda olan Hollandalı, halen ikisi üzerinde de hatırı sayılır bir nüfuza sahip. Cruyff Ajax’ın başındayken kökleri Rinus Michels’e kadar uzanan mükemmel bir altyapı sistemi mevcuttu. Onun sihirli dokunuşları ile sistem kusursuzlaşmaya başladı ve 4-3-3 kültürünü de iyice benimseyerek adeta ete kemiğe bürünmüş oldu.

Ajax’a Luis van Gaal yönetiminde 1995 Şampiyonlar Ligi kupasını getiren gençlik aşısının 4 önemli antikoru vardı: teknik, oyun zekası, kişilik ve hız. Bunlardan son ikisi doğuştan gelen yetenekler olsa da ön plana çıkarılmalıydı. Son ikisi ise futbolcunun kariyeri el verdiği sürece gelişmeyi sürdürebilen özelliklerdi. Yıllar yılı bir Ajax geleneği olarak eski De Meer Stadı’nın atmosferinde yer edinen bu sistem, 1995 zaferinin ardından Bosman kurallarının yürürlüğe girişiyle yara aldı. Daha büyük denizlere yelken açmak üzere yuvadan uçan yeteneklerini tutamayan Ajax, başarıya uzanan yolu kısaltmak uğruna yılların geleneğinden ödün vermeye başladı. Gençliğinde De Meer’in soyunma odasındaki havayı koklamış kişilerin yönetimdeki ağırlığı azalınca da son 10 yılda sadece Sneijder ile Van der Vaart’ı sahneye çıkarabilmiş bir Ajax ortaya çıktı. Nitekim Cruyff’un perde arkasındaki suflörlüğüyle takımın başına geçen Frank de Boer, gençlik tohumlarını tekrar ekerek Ajax’a 7 yıl aradan sonra ilk lig şampiyonluğunu getirdi.

La Masia'nın üç pırlantası: Messi, Xavi, Iniesta

1978 yazında futbolcu olarak Barcelona’ya veda eden Cruyff, kulüp başkanı Josep Nunez’e La Masia’da kurulabilecek sıra dışı bir altyapı sistemi hakkında öneriler sunmuştu. Sarı Fare’yi dinleyen Nunez hemen ertesi yıl bu şirin binayı bir oyuncu yetiştirme merkezine dönüştürüyordu. İlk mezunlardan Guillermo Amor, Carles Busquets ve Josep Guardiola ise 1988 yılında kulübe teknik direktör olarak dönen Cruyff sayesinde A takımdaki ilk maçlarına çıkıyordu. Bol pas, hücum pres ve topa olabildiğince sahip olmaya dayanan felsefenin dalları bugün Xavi, Iniesta, Messi ve Puyol gibilerinin ayak uçlarına kadar uzanıyor.

Altyapı Ticareti
Ajax’ın Bosman kuralları sonucu De Teokomst’taki gençlik ruhunu yabana atıp kulüp bütçesini zorlayan transferlere girişmesi, uzun vadede kulübün başarısızlığına temel hazırlamıştı. Geleneklerinden vazgeçmeseydi bile Ajax muhtemelen Avrupa’nın en büyükleri arasında yer alamayacaktı. Ne var ki Bosman sonrası yeni futbol düzeninde Porto ve Lyon’un bugünkü politikasını çok önceden uygulayıp zirveyi zorlamaya rahatlıkla devam edebilirdi.

Karim Benzema yüksek uçuşa geçerken...

Portekiz ve Fransa’nın iki güzide kulübüne kalıcı başarı kazandıran üç ortak özellik mevcut. Öncelikle hem Porto hem de Lyon kendi ülkelerinin zirve takımlarından olsa da, ikisini de Avrupa futbolunun elit kulüpleri arasında göstermek zor. Hal böyle olunca sıra dışı yeteneğe sahip bir futbolcuyu takımda tutmak günün koşullarında zorlaşıyor. Zira Porto ve Lyon, Avrupa çapındaki bir yeteneğe hak ettiği uluslararası kupaları, prestiji ve maddi geliri sağlama garantisi verebilen kulüpler değil. İşte bu nokta, Porto ve Lyon’un ticari başarısının temelini oluşturan ikinci unsurun yolunu açıyor: “futbolcuya değerinden fazlası veriliyorsa sat!”. Olympique Lyon’un Ligue 1’ın yanı sıra Avrupa kupalarında da zirveye oynadığı 2005 - 2010 arasındaki dönemde Essien, M. Diarra, Malouda, Abidal, Tiago, Ben Arfa ve Benzema’dan elde ettiği transfer geliri tam 160 milyon €, yani sezon başına 32 milyon €. Porto’nun ise en nihayetinde Avrupa Ligi şampiyonluğuna uzanan son 5 sezonunda Pepe, Anderson, Quaresma, Lucho Gonzalez, Lisandro Lopez, Bruno Alves ve Falcao’nun satışından kazandığı para 192 milyon €’yu buluyor.

İki kulübün üçüncü anahtar özelliği, yıldız bir oyuncuyu elden çıkarmadan önce mutlaka ona benzer potansiyel taşıyan bir alternatif bulabilmeleri. Örneğin Porto Quaresma’yı Inter’e yolcu ederken yerine gelecek isim, şimdilerde onu hiç de aratmayan Hulk’tan başkası değildi. Aynı şekilde Lisandro Lopez Lyon’a giderken onun geçtiği yollardan Falcao yürüyecekti. Bu sezon Atletico Madrid’e transfer olurken onun yerini alan isimse Kleber oldu. Keza Lyon da Lisandro ile anlaştığında Benzema’yı Real Madrid’e göndermeye çoktan karar vermişti. Juninho ise Katar’a giderken yerini Michel Bastos gibi bir cevherin alacağından muhtemelen haberdardı. Özetle bu üç özellik sayesinde Porto ve Lyon sürekli ve düzenli bir devinim sağlamayı başarırken, aynı zamanda potansiyel yeteneğin kokusunu herkesten önce alarak bu dalda sivrilmeyi ve böylece zamanı geldiğinde tok satıcı olmayı biliyor.

Sir Alex Ferguson, 'adam' ettiği gençleriyle nostalji halinde

Ferguson mu Wenger mi?
28 Ağustos günü Manchester United ile Arsenal arasında oynanan Premier Lig maçı, ilkeleri arasında oyuncu yetiştirmeyi ilk sıralara yazan iki teknik adamı karşı karşıya getiriyordu. Nitekim 90 dakika sonunda Alex Ferguson’un ekibine tam 8 golle boyun eğen Arsene Wenger, yıllar sonra transfer anlayışında değişikliklere gitmek zorunda kalacaktı. 2003/04 sezonunda ligi namağlup bitiren ve Arsenal kariyerinde zirveyi gören Fransız teknik adam, o günlerdeki bir söyleşide bugünkü imajıyla çelişen sözler sarf etmişti. “Bir kalecinin en verimli olduğu yaş 30-35 arasıdır. Stoper için bu aralık 26-34, orta saha için 26-32, forvet için ise 24-30’dur. Bunların zirve yaşları olduğu konusunda ikna olmuş durumdayım”. Bu sözlerin genel anlamda doğruluğu kabul edilebilir ancak Wenger’in o sezon da uyguladığı, sonrasında daha da yoğunlaştırdığı gençlik politikası bu sözlerle uyumlu değildi. Bu yönde sorulan başka bir soruya ise; “bir futbolcu bu yaşlardan önce bile zirve potansiyeline yakın oynayabiliyorsa sıra dışı bir yeteneğe sahiptir. Onu oynatmak için çok şüphe duymam” diye cevap vermişti.

Wenger’in problemi aslında tam da bu noktada yer alıyor. Futbolcudaki potansiyeli keşfedip onu yetiştirme konusunda Fransız teknik adamın aslında Alex Ferguson’dan aşağı kalır bir yanı yok. Ne var ki tecrübeli İskoç, genç bir yeteneği ne zaman sahaya sıklıkla sürmeye başlayacağını Wenger’den daha iyi biliyor. 28 Ağustos’taki maçta sahada olan ve sezona şimdiden isimlerini kazıyan Cleverley, Smalling, Jones, Welbeck gibileri bunun en güzel örneği. Yakın geçmişteki Chicarito, Evans, Fletcher ve Da Silva kerdeşler de cabası. Bu noktada Ferguson’un genç bir oyuncuda yetenek ve oyunu okumadan öte karaktere de büyük önem verdiği sır değil. Tüm bunlara sahip bir genç futbolcunun ise her daim şansı olduğunu ve yeterince iyi bir genci oynatmaktan çekinmeyeceğini de dile getiriyor Sir.

Wenger'in namağlup ve çok da genç olmayan Arsenal'i

İki teknik adamın ortak yönleri de yok değil. Öncelikle bir yeteneği takıma katmadan önce onu uzun uzun takip etmeyi tercih ediyorlar. Öyle ki, Reyes’i bile iki yıl boyunca her dakikasını takip edip idmanlarını dahi izleyerek transfer etti Wenger. Ayrıca her ikisinin de çok güvendiği yetenek avcılarından oluşan ekipleri mevcut. Özellikle Chicarito’nun 2010 Dünya Kupası başlamadan hemen önce Manchester’a getirilmesi  takdire şayan. Son olarak Wenger de Ferguson da ilk 11’i zorlamaya başlayan oyuncularını kiralık olarak göndererek onları olgunlaştırma yolunu tercih ediyor.

Alman Rönesansı
Geçtiğimiz sezon Wolfsburg’da görev yapan İngiliz teknik adam Steve McClaren, buradaki bir anısını unutamaz. Henüz 21 yaşındaki bir oyuncusuyla sohbet ederken söz taktiklere gelir ve McClaren oyuncusuna kısa bir test yapmayı düşünür. Ona bir sonraki rakiplerinin oyun sistemini artılarıyla ve eksileriyle anlatarak bu maçta nasıl oynamaları gerektiğini sorar. Oyuncu kalemi eline alır ve tahtaya çizmeye başlar. Neden topsuz oyunda geride üç adam bulundurmak gerektiğini, sol açığın nasıl hareket edeceğini, nerede pres yapacaklarını bir bir sıralar. Öyle ki, McClaren bir ara onun notlarını okumuş olduğundan şüphelenir ve bunları nasıl bildiğini sorar. Oyuncunun cevabı basittir: “biz bunları 12 yaşından beri öğreniyoruz.”

Bugünün ve  geleceğin Alman Milli Takımı

EURO 2000’de grup sonuncusu olarak turnuvaya erken veda eden Almanya Milli Takımı, kaderini değiştirmek için hiç beklemedi. Yıllık 20 milyon €’luk bütçeye sahip proje sonucu federasyon, ülkede 366 noktada yetenek geliştirme merkezleri kurdu. 11-14 yaş arası 14 bin genç bu akademilerde futbolun temellerini öğrendi. Bundesliga’nın ilk iki ligindeki 36 takımın akademilerle ortak çalışması zorunlu tutuldu. Böylece kulüpler, zengin bir yetenek havuzundan eşit şartlarda faydalanma ve onu geliştirme imkanı buldu. Üstelik her akademide en az 12 futbolcunun Alman Milli Takımı adına oynayabilme şartı konuldu. Ayrıca bir Bundesliga kulübünde herhangi bir kişi veya kurumun %49’dan fazla hisse sahibi olması yasaklandı.

Tüm bu yatırımların sonuçları ortada. 2002’de %60’lara tırmanan Bundesliga’daki yabancı oyuncu oranı, 2010’da %38’e düştü. Son üç sezonda 17, 19 ve 21 yaş altı turnuvalarda Avrupa şampiyonlukları elde edildi. 2010’da Güney Afrika’da mücadele eden 23 kişilik kadronun 19’u Bundesliga akademilerinden gelirken, kalan 4’ü Bundesliga 2 akademilerinde yetişti. Eski usülde güç ve dayanıklılığa dayanan sistemler demode olurken, tekniği ön plana çıkaran genç teknik adamlar başarılı oldu. Şampiyonlar Ligi’ne dört takım gönderen, Avrupa’nın daha da prestijli liglerine futbolcu ihraç eden, borcun ne olduğunu pek bilmeyen yepyeni bir Bundesliga ortaya çıktı.

Son Panzer: Mario Götze
Nitekim bir kulübün veya ligin başarı kazanmasının yolu, sadece pahalı oyuncu veya prestijli teknik adam ithal etmekten geçmiyor. Kimi zaman Cruyff gibi bir yetiştirici, bir kulübün ve birçok futbolcunun kaderini baştan yazabiliyor. Porto ve Lyon gibi genç oyuncuların hem yeteneğinden hem de bonservisinden fayda çıkaran kulüplerin ilerleyişi de parmak ısırtabiliyor. Wenger ve Ferguson’un takdire şayan  sabrı ve öğretmenliği, yeri gelince sahadaki oyundan bile öne çıkabiliyor. Almanya ise tüm bunları kapsamlı ve detaylı bir sistemde barındırarak topyekün Avrupa’nın zirvesini hedefleyebiliyor. Sonuçta gerçek başarı, pırlantanın kendisinden çok cevherine yapılan yatırımlarla ışık veriyor.

Not: TamSaha dergisinin Kasım sayısında yayımlanmıştır...

0 yorum:

Yorum Gönder

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...