Subscribe Twitter Twitter

18 Nisan 2012

Old Trafford, 1966


17 Nisan 2012

Yazık...


Artık bir Beşiktaşlı olmaktan neredeyse utandığım bir sezonu geride bırakıyoruz. Her türlü utanmak ama... Bunu da belki hayatımda ilk kez bu derece net söyleyebiliyorum. O raddeye gelmiş durumdayım. Zaten koca sezonu en fazla birkaç maçı baştan sona oturup seyrettim, hatta bir aralar "Lig TV üyeliğimi mi iptal ettirsem" diye de düşündüm. Halihazırda bataklık içindeki ülke futbolu 3 Temmuz'dan sonra hiç çekilmedi. Carvalhal gerçeğini çıkarın Beşiktaş da öyle... Süper Final deseniz zaten en başından beri palavra. Avrupa futbolu benim için yeterliydi açıkçası.

Videoyu kendim arayıp bulmadım bu arada. Yabancı bir sitede tesadüfen karşıma çıktı. Yorumları da okumak isteyen buradan bakabilir. Bu tarz rezillikleri direk "vay efendim marka değeri!.." diyerek yerme taraftarı değilim. Ama şunun ayrımını yapmak gerek; bu topraklarda futbolun özüne iyi niyetle yatırım yapmadıktan sonra, onu sahada geliştiremedikten sonra istediğiniz kadar o dönen paraları kurtarmaya çalışın. Marka değerini böyle yaratamazsınız. O kendiliğinden oluşacak bir şey. Alın size değer! Yurtdışında insanlar bizi nasıl görüyor, buyrun. Resmen yazık, daha ötesi yok...

9 Nisan 2012

Premier Lig'de Kırılma Anları


Futbolda genel olarak en önemli olgulardan biri nedir diye sorulsa muhtemelen cevaplarımdan biri "kırılma anı" olurdu. Bir maça ne kadar iyi hazırlanırsanız hazırlanın, hatta sahada ne kadar iyi oynarsanız oynayın... Veya sezona ne kadar iyi başlarsanız başlayın, öyle de götürün... Şartlara göre kendi kendine oluşan bazı kırılma anları vardır ki; gerek maç, gerek sezon içerisinde o eşiği geçemediğiniz anda olayın sonunu getiremezsiniz. Bu sezon Premier Lig'in zirvelerinde yaşanan tam da budur bana göre.


Manchester City'yi ele alalım. "Artık bu sefer olacak galiba" gazıyla sezona başladılar ve hiç de fena götürmediler. United'ı Old Trafford'ta 6-1 ile perişan ettiler, haftalar boyunca zirveden de inmediler. Ama onların tecrübe eksikliği, sezonun yoruculuğundan nasibini aldı. United'ta eksikten ziyade fazla olan tam da bu ve bununla birlikte gelen sabırdı. Şampiyonlar Ligi'nden elenip Avrupa Ligi'ne kalmak da City'yi motivasyon olarak bir alt vitese taktı. Orada da Sporting'e elenince City'nin kırılma anı yaşanmış oldu. Silva'nın formsuzluğu buna eklenince 8 puanlık farka kadar geldi olay. Hatta Tevez'e bile tekrar sarıldılar!


Arsenal adına kabus gibi başlayan sezon; Wenger'in biraz geç birbirine alışan, sonradan bir bütün halini alan takımı ile hız kazandı. Rosicky'nin belalı sakatlığından tamamen kurtulup Wilshere'in yokluğunda ipleri eline alışı onların kaderini değiştiren etmen oldu. Öte yandan Tottenham ise 21. haftada oynadığı Manchester City maçını kazanabilseydi liderle puan farkını 2'ye kadar indirmiş olacaktı. Berabere giden maçta Defoe'nun son dakikada altıpas içinden kaleye sokamadığı top, saniyeler sonra dönüp dolaşıp Friedel'in arkasındaki ağlara takılınca sevinen City, yıkılan Tottenham oldu. Bundan birkaç hafta sonra Redknapp'in adı milli takımla anılır olunca Tottenham'ın düşüşü iyice ivme kazandı. Bugün Arsenal'in gerisinde kaldı, liderle olan puan farkı 20'yi buldu.


27. hafta bitmişken 3. sıradaki Tottenham'ın 9 puan gerisinde 6. sırada bulunan Newcastle ise o günden sonra ligde puan bile kaybetmedi. Takıma Ocak ayında katılan Papiss Cisse, oynadığı 9 lig maçında 10 gole imza atmayı başardı. Hatta bu 10 golün 8 tanesi, 15 puan getiren o son 5 maça ait. Bir anlamda Newcastle'ın kırılma noktası olarak Cisse'nin sözleşme imzalamasını gösterebiliriz.

6 Nisan 2012

Avrupa'da Son 8


UEFA Avrupa Ligi'nde de çeyrek final eşleşmeleri tamamlandığına göre, bu kupada ve Şampiyonlar Ligi'nde son 4'e kalmış takımlar hakkında ufak bir analiz yapabiliriz. Malum 8 takımın tam 5 tanesi İspanyol öncelikle. Uzun zamandır La Liga'nın artık sadece Barça ve Real Madrid'ten ibaret olduğunu söyler dururuz. Ama yine de bu ikili haricindekiler Devler Ligi'nde olmasa bile Avrupa'nın ikinci kupasında tam gaz ilerliyor. Şu linkten de görülebileceği üzere son yıllardaki performansı sayesinde İspanya, UEFA katsayı sisteminde önümüzdeki sezon muhtemelen İngiltere'yi sollayıp liderliği devralacak. Zira bu sezon aradaki farkı iyice kapattılar ve İngilizler'in Manchester United ile Avrupa'nın zirvesine çıktığı 2007/08 sezonu önümüzdeki yıl ortalama puana dahil edilmeyecek. Bu da İspanya'yı 1 numaraya taşıyacak önemli bir unsur elbette. Bir de yarı finalde Barcelona'nın Chelsea'yi elemekten beter etmesi de işten değil, ki İspanya'yı İngiltere önüne geçirecek bir nokta daha...

Öte yandan Real Madrid ve Bayern Münih arasındaki eşleşme tam anlamıyla bir nostalji. 2000'lerin başlarında bu ikilinin çekişmelerine şahit olup durduk. Sonrasında Real Madrid'in Avrupa'da düşüşü başlarken bu çekişmenin yerini Barcelona - Chelsea (veya Mourinho diyelim) aldı, ki bu ikili de yarı finalin diğer ayağında karşılaşıyor zaten. Kısacası Şampiyonlar Ligi'nde eski ve biraz daha eski rekabetler tekrar gün yüzüne çıkıyor.


Avrupa Ligi bu sezon Bielsa'nın damgasıyla geçiyor. Önce Manchester United, ardından Schalke'yi sansasyonel biçimde elediler, ki Bielsa'nın sürprizlerle dolu futbol anlayışından da bu beklenirdi! Yarı finalde Sporting Lisbon'u geçip finalde olmaları sürpriz değil. Öteki tarafta ise Atletico Madrid ve Valencia arasında kıyasıya bir eşleşme oldu. Burada da Valencia'nın finale çıktığını düşünürsek neredeyse Şampiyonlar Ligi tadında bir final izleyebiliriz.

4 Nisan 2012

3’lünün Evrimi



80’lerde Arjantin’de türeyen 3-5-2 modası, o günün şartlarında birçok futbol otoritesine aykırı gelerek doğum sancısı çekmişti. Ne var ki 90’ların ortasına kadar süren misyonunu birçok takıma önemli kupalar kazandırarak tamamladı. Uzun zamandır sıranın tekrar kendisine gelmesini bekleyen 3’lü defans anlayışı, başka versiyonlarla geri dönmeye hazırlanıyor.

19. yüzyılın sonlarında futbol 2-3-5 gibi bugün herkese komik görünen bir dizilişle ortaya çıkmıştı. Güzel oyunun sahadaki duruşu, tıpkı tiyatrodaki sahne kıyafetleri gibi zamanla sürekli evrim geçirdi ve yepyeni modalar yarattı. Yeri geldi Catenaccio tüm sahne anlayışını baştan yazdı. Ama bir süre sonra Total Futbol gelerek oyunun üzerinden defansif kıyafeti çıkariverdi. Tıpkı zaman geçtikçe onu da demode hale getiren başka dizilişlerin evrildiği gibi... Bugün Barcelona’nın oynadığı futbola bir panzehir üretme çabası işte bu tarihsel devinim sonucunda doğan umuttan başkası değil. Yakın zamana dek 3’lü defans tamamen eskimiş bir kıyafet gibi görülse de, futbolun yeni dönemine damgasını vuran bir anlayışın yolunu da açabilir.

3’lü Tango
1986 Dünya Kupası’na hazırlanan Arjantin teknik direktörü Carlos Bilardo; tarihte bir kasap gibi sert, kimi zaman olayı çirkefliğe götürmekten çekinmeyen, pragmatik ve sisteme çok bağlı bir anlayışla iz bırakmış olan Estudiantes kültüründe futbol oynamıştı. Antrenörlük kariyerinde ise bu özelliklerden ağırlıklı olarak son ikisini benimsemişti. Kupaya hazırlık dönemini tam da bu yüzden, taktiğine bağlı ve birbirini anlayabilen oyunculardan kurulu bir takım yaratmak üzere gayet uzun tutmuştu. Buraya kadar her şey normal gibiydi ancak Bilardo’nun sahaya üç defans, beş orta saha ve iki forvet sürmesi, özellikle ilk etapta eleştiri oklarını Arjantinli teknik adamın üzerine çekiyordu. Hatta 1984’te takımıyla çıktığı Avrupa turunda İsviçre karşısına süreceği ilk 11’i açıkladığı anda bir gazeteci onun yanlışlıkla üç defans oyuncusu saydığından şüphelenmişti. Bilardo ise bunu yanlış duymadıklarını ve iki yıldır üzerinde çalıştıkları taktiği zorlu maçlarda test etmek istediğini belirtmişti.

3'lü defansın mucidi Carlos Bilardo '86 Meksika'da

Bilardo’nun yeni sistemini hazırlarken üçlü defans kadar üzerinde durduğu başka bir nokta kanatlardı. Zira son 30 yılda defanstaki bek oyuncuları Brezilya’nın başlattığı akım sonucu gittikçe daha çok hücumu düşünüyordu. Hatta savunmadan çok orta sahanın bir parçası gibi hareket edenler de vardı. Bilardo ise bu modayı bir adım ileri götürerek onları orta sahanın kenarlarına yerleştirdi. Merkezdeki üç oyuncunun ortak görevi savunmaya yardımcı olurken  hücum ikilisinin de yükünü hafifletmekti. İşte bu nokta, en uçtaki Valdano’nun yanından ziyade onun arkasında nispeten serbest olarak oynayan Maradona’nın elini oldukça kuvvetlendirecekti.

En azından Bilardo’nun planları bu şekildeydi. Fakat evdeki hesap, Bilardo’nun koltuğunu sallayacak kadar uzun bir süre çarşıya yabancı kaldı. Nihayet hazırlık amaçlı Avrupa turunda alınmaya başlanan galibiyetler tünelin ucunda ışık gösterse de Arjantin’i kupanın favorisi yapacak kadar radikal görünmüyordu. Öte yandan bu yeni akımın Avrupa ülkelerine de sıçramaya başlaması, Bilardo’nun aslında çok da mantıksız işlere girmediğinin bir kanıtıydı. Helenio Herrera’nın izinden Catenaccio’yu taklit etmeye çalışan birçok takım, Arjantin’de gördükleri anlayıştan ilham almakta çok gecikmedi. Aynı şekilde yıllarca 1-3-3-3 benzeri bir dizilişle sahne alan Almanya, orta sahadaki bir adamını geriye çekip defansın kenarındakileri daha ileri sürüyordu. Böylece kanat oyuncuları Bilardo’nun hayalindekinden biraz daha defansif olan alternatif bir 3-5-2 türüyordu.

"Libero"nun yaratıcısı, 3'lü anlayışı da ileri götürdü

Zirve Noktaları
1986 Dünya Kupası finali, Bilardo’nun yarattığı ve Beckenbauer’in farklı baharatlarla çeşitlendirdiği yeni sistemin kendisiyle ilk sınavı olarak tarihe geçti. İki modern libero Jose Luis Brown ve Ditmar Jakobs’un önderliğindeki 3’lü defans dizilişlerinin işini Maradona, Valdano, Rummenigge ve Völler gibi kült isimler iyice zorlaştırıyordu. Nitekim iki kardeş sistemin ilk çarpışmasından doğan  5 gol, damaklarda leziz bir tat bıraktı. Kupa o yaz Maradona’nın ellerine yakıştı ama dört yıl sonra takımlarını neredeyse Meksika’dakiyle aynı taktiklerle sahaya çıkaran Bilardo ve Beckenbauer’den kazanan, libero kavramını kendi elleriyle yazmış olan Almak teknik adamdı.

90’lı yılların ilk yarısı, 3’lü defansın klasik 4-4-2 ile bir bütünleşme çabası aramasıyla geçti. Yine de Bilardo ve Beckenbauer’in yaktığı ateş henüz parlaklığını tam olarak yitirmemişti. 1996 yazında Wembley’in çimlerine 6 yıl önceki gibi çıkan Almanya, libero Matthias Sammer’in toparlayıcı oyununun da katkısıyla bu kez Avrupa şampiyonu oluyordu. Ertesi sezon aynı Sammer’in kaptanlığını yaptığı Borussia Dortmund’un Şampiyonlar Ligi’ni kazanmasındaki taktik anlayış da 3-5-2’den başkası değildi.

3'lü savunma Scolari ile dünyanın zirvesinde

21. yüzyıla adım atıldığında bu kez Fabio Capello’nun Roma’sı izleyenlere seyir zevki sunuyordu. Yine 3’lü bir savunma anlayışının sergilendiği takımda geride Samuel ile başlayan, Tommasi ve Totti ile devam eden, ileri uçta Batistuta ile sonlanan mükemmel bir omurga mevcuttu. Ayrıca sistemin genişliği için büyük önem arz eden kanat bekleri de Cafu ve Candela gibi formunun zirvesinde oyunculardı. Bu başarılı denemenin sonucunda Roma, 18 yıl aradan sonra tarihinin üçüncü şampiyonluğunu elde ediyordu. Bir sene sonraki dünya kupası finali ise uzun bir zaman sonra üçlü defansla oynayan iki takımın mücadelesine sahne olacaktı. Cafu’nun bu kez Brezilya kaptanı olarak görev aldığı turnuvada Sambacılar kalesinde sadece dört gol görecek, oynadığı tüm maçlarda 90 dakika sonunda sahadan galip ayrılacaktı. Elbette bu başarının payı, Scolari’nin geri üçlüsünden daha fazla ilerideki Rivaldo, Ronaldo ve Ronaldinho’nun muhteşem uyumunda gizliydi.

3’lünün Rafa Kalkışı
Çoğu futbol akımında olduğu gibi 3’lü savunma anlayışını da demode haline getiren bir silah geliştirmek çok uzun sürmedi. Oyunun kendi dinamikleri içinde Bilardo’nun sisteminin de zaafları keşfedildi ve bu sayede onu alt edebilecek yeni taktikler sahalarda yerini aldı. Örneğin 3’lü defans, dönemin yaygın taktiklerinden 4-4-2’ye karşı özellikle orta sahada elde ettiği fazlalık sonucu üstünlük kurabiliyordu. Ne var ki rakip takım 4-3-3’e dönebilen 4-5-1 gibi tek forvetli bir düzenle sahaya çıktığı anda 3’lü savunmanın en büyük zayıflığı gözler önüne seriliyordu. Zira 3-5-2 oynayan ekibin kanat bekleri, rakibin kenar hücumcularını karşıladığı anda geri üçlünün savunması gereken sadece tek bir oyuncu kalıyordu. Diğer bir deyişle, savunma yapan 5 kişinin karşısında aslında 3 kişi vardı. Kanat beklerinin pasifize olduğu ortamda orta sahada kalan üç kişi, rakip takımdan da aynı sayıda oyuncuyu karşısında buluyordu. Yani 3-5-2’nin orta saha avantajı kaybolmuş oluyordu. Son olarak hücumdaki iki forvet, karşısında tam dört rakip savunmacıyla eşleşiyordu. Yani rakibin bekleri bir anda atıl durumda kalıyordu. Bunlardan sadece birinin ileri çıkması, orta saha üstünlüğünü 4-3-3 ile oynayan takıma verebilirdi.

3-5-2'nin sırrı 10'da gizli

Sadece savunma anlamında değil, modern taktiklere karşı 3-5-2 hücumda da eksik kalabiliyordu. Arjantin örneğinde Maradona ile Valdano’nun rolleri farklıydı. Valdano’nun en ileri uçta satrafor olarak oynadığı ortamda Maradona biraz daha geride, serbest bir rol alıyordu. Böylece hareketli bir forvet olarak üçüncü bölgede sergileyebileceği yeteneğini daha geride ve daha geniş alanda kullanabiliyordu. Bu noktadan yola çıkan birçok takım, forvet özelliği taşıyan oyuncularını orta sahaya yaklaştırdılar. Ne var ki herkes Maradona gibi olamazdı. Doğal bölgesinden geride oynayan birçok hücum oyuncusunun yeteneği bu şekilde daha ön plana çıkmaktan ziyade kısıtlandı. Bu da 90’lar futbolunda bir süre gol kısırlığına yol açan sebeplerden biri oldu.

3’lünün irtifa kaybetmesine bir örnek olarak da dünya futbolunun günden güne fiziğe daha bağımlı hale gelişini göstermek mümkün. Sahada 90 metrelik bütün bir kanadı kullanmakla yükümlü olan bekler, oyundaki fiziksel artış eğilimiyle paralel gelişim gösteremediler. Kendilerinden bu yönde beklenti artmasına rağmen, karşılarında takım oyunu ve fizik gücü birleştiren rakipler bulmaya başladılar. Böylece 3-5-2’nin en kritik parçalarından biri daha yeni eğilimlere yenik düştü.

Napoli yeni model 3'lüye örnek olabilir mi?

Bugün 4-3-3 ve çeşitli türevlerini sahalarda sıklıkla görüyoruz. Dolayısıyla Carlos Bilardo’yu dünya şampiyonluğuna kadar götüren sistemi günümüzde uygulamak pek kolay görünmüyor. Yine de bu durum, 3’lü defansın tekrar yükselişe geçmesine kesinlikle mani değil. Bu sezon Barcelona’nın bazı durumlarda  ve Napoli’nin daimi olarak uyguladığı 3-4-3 dizilişi yeni bir soluk olabilir. Böylece ileri üçlü, rakibi 3-5-2’de olduğundan daha fazla meşgul ederken hücuma genişlik katabilir. Orta saha ise 80’li ve 90’lı yıllarda neredeyse sözü bile edilemeyen, hem savunmaya hem de hücuma katkı sağlayabilen çift yönlü futbolculardan oluşabilir. Bu şekilde hem pozisyon üstünlüğü sağlamak ve takım savunmasına yardımcı olmak daha kolay hale gelebilir. Ayrıca defans oyuncuları tıpkı Pique, Abidal ve Busquets’in mükemmel itfa ettiği gibi gerektiği anda orta sahanın birer parçası olabilir. Bu şekilde de 3-5-2’nin en büyük zaafı olan geride atıl oyuncu bırakma riski azalabilir. Kısaca 3-4-3’te başarılı olmanın yolu, oyun içinde mevki bakımından esnek ve birbirini anlayabilen futbolcularla çalışmaktan geçiyor. Bu ahengi yakalamak ise kesinlikle kolay ve az zaman isteyen bir durum değil.

Carlos Bilardo, 3’lü defansı piyasaya sürerken elbette alacağı eleştirilerden ve hatta ülkesinde bazı kesimlerin hışmına uğrayacağından haberdardı. Aynı zamanda ne kadar fazla emek istese ve başarı getirse bile, denemelerinin futbol tarihindeki taktiksel devinimin sadece küçük bir parçası olacağının da farkındaydı. Sistemi kimi zaman dünya kupaları ve önemli şampiyonalara damga vururken, bazen de kendi içinde değişim süreçlerine girdi. Uzun süredir yerini bambaşka anlayışlara bıraksa bile köşesinde bekledi ve nihayet tekrar gün yüzüne çıkmasını bildi. Bugün soyunma odalarındaki kara tahtalara 25 yıl öncesinden oldukça farklı dizilişler çiziliyor olabilir. Yine de 3’lü defansın bambaşka kılıklarda tekrar “merhaba” demesi uzak bir ihtimal değil.

Not: TamSaha dergisinin Nisan '12 sayısında yayımlanmıştır.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...