Subscribe Twitter Twitter

29 Ocak 2012

Biraz da Futbolsuz Kalmak Lazım


Haftasonu tatilimi geçirmek için Yalova'da ailemin yanındaydım. Soğuk bir Pazar sabahında yapılabilecek en güzel şeylerden birini yaptım ve neredeyse 11:30'a kadar uyudum! Uyandığımda Djokovic - Nadal arasındaki Avustralya Açık finalinin henüz başlarıydı ve ilk setin ortalarını geçmişti. Biraz izledikten sonra maçın ısınmaktan uzak olduğunu gördüm ve en azından annem kahvaltıyı hazırlayana dek biraz internette dolanayım dedim. Maçı bir yandan göz ucuyla da olsa izliyordum bu arada. Derken şu haberi okumamla birlikte Pazar sabahım tatsız bir darbe yemiş gibi oldu. Evet, Demirören yine basına konuşmuştu. Nasıl olacağını kendi de bilmez biçimde "sırtımızdan formaları çıkaralım, Türk futbolunu kurtaralım" diyordu özetle. Daha kendi kulübünü ayağa kaldıramayan, 450 milyon TL'ye dayanan borcu nedense hiç düşünmeyen, aksi gibi kulübü kendine 80 milyon TL borçlandıran, ağzını her açışında illaki Beşiktaş duruşunun gölgesine sığınan, bunu yaparak o duruşun değerini iki paralık eden, kendine ve tüm camiaya insanların işaret edip gülmesine yol açan bir adam Demirören. Bu adamın Türk futbolunun kurtarıcısı rolüne soyunmaya başlaması da ayrı bir komedi ama beni Türkiye şartlarında şaşırtmıyor artık.


Neyse, bu haberi okuduktan sonra güzel bir anne kahvaltısı ettim. Gözüm yine Djokovic ve Nadal arasındaki çekişmedeydi. Çekişme diyorum çünkü maç artık basit bir karşılaşma olmaktan çıkıyordu. İlk seti Nadal almış, ikincisi olağanüstü bir mücadeleye sahne oluyordu. Nadal'ı gitgide pasifize eden Djokovic, ikinci seti aldıktan sonra üçüncüde artık olayı şov boyutuna taşıyordu. Tabi tüm bunlar olurken ben kahvaltıyı bitirmiştim bu arada, o kadar da değil!.. O mucizevî dördüncü set oynanırken maçın efsaneler arasına gireceği artık belliydi. Nadal inatla oyunu bırakmıyor, müthiş bir tie-break sonucu durumu tekrar eşitliyordu. Ancak kader ağlarını benden yana örmedi, zira feribot saati geliyordu ve hazırlanıp evden çıkmak lazımdı. Ben İstanbul'a vardığımda maç bitmiş olacaktı ve o son seti kaçırmış olacaktım.


Feribottan indiğimde sonucu Twitter'dan ve sağdan soldan okuyup öğrendim malum. İkilinin ne kadar unutulmaz bir final yaşattığı, benim maçı bıraktığım yerde tam olarak fark edilebilir gibi değildi. Başka bir olaydı çünkü bu. Öyle ki Twitter'da birisi, kupa töreninde iki tenisçiye de birer sandalye getirildiğini yazmıştı! Nitekim 6 saate dayanan süreyle tarihin en uzun süreli Grand Slam finali olmuştu. Djokovic'in de Nadal'ın da adım atacak hali kalmamış meğer. Eve gelip birkaç dakika haber izleyeyim diye TV'yi açtığımda o sahneyi bir de gözlerimle gördüm, ki iki oyuncu da dayak yemişten beterdi! Saygı duydum, spora olan saygım ve sevgim bir kez daha perçinlenmiş oldu.

İnsan sabaha Demirören röportajı okuyarak başlasa bile böyle bir final çıkıp her şeyi unutturabiliyor. Olabilecek en rezil futbol ortamında barınmaya çalışıyoruz. 58. madde, ikili oynayan beceriksiz başkanlar, taraftarının %80'inin hükümet partisine oy verdiğine kendisi de inanmayıp belli çıkarlar uğruna bunu rahatça dile getirebilenler, ligin marka değerini yayıncı kuruluşun ödediği para ile ölçenler, taraftarına "decoder alın, futbolumuzu ayağa kaldırın" diye seslenenler... Hepsinden bir an olsun kurtulup başka dünyaların zevkine varabilmek için arada böyle finaller lazım oluyor. Evet, biraz da futbolsuz kalmak gerekebiliyor bazen...

22 Ocak 2012

City - Tottenham - Balotelli


Bugünkü Man. City - Tottenham mücadelesini günlerdir bekliyordum. Hatta tam saatini öğrendikten sonra ona göre haftasonu planı yaptım. Beklentilerimin aksine ilk devre oldukça sıkıcıydı. İkinci devre de benzer şekilde başlayınca neredeyse göz ucuyla izlemeye başlayacaktım ki Nasri'nin güzel golü geldi. Dzeko'nun boş koşusunu gören Silva, onun boşalttığı koridora giren Nasri'yi topla buluşturdu ve Fransız çok düzgün bir son vuruş yaptı. Hemen ardından Lescott'un karambol golü ligin ilk yarısındaki maçı hatırlatacaktı ki bir dakika sonra Savic'in amatörce hatasını Defoe değerlendirdi. Beş dakika sonra ise Bale koltuğumdan kalkıp kendimi salonun orta yerinde bulmamı sağladı. Gerçekten enfes bir goldü.


O dakikadan sonra da hiç durmayan bir maç izledik ama sahada artık Balotelli vardı. Bu adamın dünya üzerinde  kaç tane seveni vardır açıkçası merak ediyorum. Ne kadar zor ve acımasız şartlar altında büyüdüğünü herkes az çok biliyor. Henüz 21 yaşında olabilir, buna da tamam ama artık bunlar Balotelli'nin aptallıklarını kapatmaya yetmiyor. Başka bir sıkıntı var bu adamda. Yerde yatan Scott Parker'a durduk yere çifte atar gibi tekme sallamanın hiçbir açıklaması yok. Böyle adamları elbette kazanmaya çalışmak lazım ama o da bir yere kadar. Mourinho bile adam edemedi ve Mancini de o kadar uğraşmasına rağmen hizaya getiremedi çocuğu. Ve böyle bir oyuncuyu her şeyden önce kulüp imajına zarar veriyor diye takımdan uzaklaştırmalı bir teknik adam. Aynı eleştiri, Pepe gibi insanlıktan nasibini almamış bir kasabı neredeyse her şartta koruyup kollayan Mourinho için de geçerli elbette. Hatta son aylarda pek ortalıkta gözükmese bile Xabi Alonso'nun böğrüne tekme sokan, Ben Arfa'nın bacağını eline veren De Jong'un da mazisini unutmak elde değil.


İşin en sinir bozucu tarafı da günün kahramanı olarak her yanda Balotelli'nin yer alması... Guardian veya Telegraph'ın sitesinde spor sayfasını açın, maça dair baş fotoğraf olarak Balotelli'nin o penaltı gölünden sonraki aklı sıra kendini tanrısallaştıran duruşunu görüyorsunuz. İşte bu noktada futbolun adaletsizliğine sövüyor insan. Bir dakika önce Defoe bir metreden boş kaleye atsa neler değişirdi halbuki. Tottenham'ın sesi şampiyonluk yarışında birkaç kat daha güçlü çıkar, transfer isteyen Defoe takımına tekrar bağlanır, Bale bir kez daha tribünleri mest etmiş olurdu. Tüm gazetelerde ise bu kez Defoe'yu görürdük kuşkusuz. Ama olmadı... "Neden hep ben?" diye soran adam yerde yatan rakibinin kafasına tekme sallamasına ve son dakikaya kadar ortalıkta görünmemesine rağmen yine manşetlere çıktı.

Neyse ki "futbolsever" dediğin adam genel olarak henüz o kadar da vefasızlaşmadı. Balotelli bugün futbolu bıraksa bir ay sonra kimse onu aramayacak. Bir yıl sonra birçok kimse "Bir Balotelli vardı n'oldu ona?" demeyecek. Ama Redknapp'in Tottenham'ı ve Bale'i daha uzun bir süre hatırlanacak. O yüzden kazananı değil, sevileni ve güzel olanı bu postun ana fotoğrafı olarak koymayı uygun görüyorum...

Formspring


21 Ocak 2012

San Siro, 1955


Tam 57 yıl önce Milano'da bir Serie A mücadelesi... San Siro'nun o silindir şeklindeki meşhur kulelerinin eklenmesine henüz 32 yıl daha var. II. Dünya Savaşı biteli neredeyse 10 yıl olmuş ve Avrupa halen toparlanmaya çalışıyor. Sahada Milan'ın karşısında kim var bilmiyorum ama tribünlerde iğne atsan düşecek yeri olmadığından rakip biraz sağlam sanki. Milan'dan henüz bir yıl önce Bela Guttmann gibi efsane bir seyyah futbol adamı geçmiş. Nereo Rocco'nun gelip Catenaccio'dan izler sunması için ise daha 6 sezon bekleyecek San Siro. Hatta henüz Avrupa'da Şampiyonlar Ligi diye bir kavram yok. Seneye gelecek. Avrupa Futbol Şampiyonası'na 5,5 yıl var. Türkiye'de ise Baba Hakkı'nın emekli olduğu, rahmetli Lefter ve Metin Oktay'ın hüküm sürdüğü naif yıllar...

20 Ocak 2012

Haftasonu Gelince




20 Ocak Cuma
20:00 Antalyaspor - Beşiktaş (Ligtv)
20:00 Gaziantepspor - Mersin İdman Yurdu (Ligtv 2)
21:30 B.Mönchengladbach - Bayern Münih (TRT HD)

21 Ocak Cumartesi
13:00 Büyükşehir Bld - Manisaspor (Ligtv)
13:00 Samsunspor - Orduspor (Ligtv 2)
13:30 Kayseri Erciyesspor - Bucaspor (TRT 3)
14:45 Norwich City - Chelsea (Ligtv 3)
16:00 Bursaspor - Sivasspor (Ligtv 2)
16:00 KDÇ Karabükspor - Trabzonspor (Ligtv)
16:00 Elazığspor - Kartalspor (TRT 3)
16:30 Schalke 04 - Stuttgart (TRT Haber)
17:00 Fulham - Newcastle United (Ligtv 3)
19:00 Fenerbahçe - Kayserispor (Ligtv)
19:00 Kasımpaşa - Konyaspor (TRT 3)
19:30 Kaiserslautern - Werder Bremen (TRT HD)
19:30 Bolton - Liverpool (Ligtv 3)
21:00 Real Sociedad - Atletico Madrid (NTV Spor)

22 Ocak Pazar
13:00 Osasuna - Valencia (NTV Spor)
13:30 Boluspor - Giresunspor (TRT 1)
13:30 Akhisar Belediyespor - İstanbul Güngörenspor (TRT 3)
13:30 TKİ Tavşanlı Linyitspor - Sakaryaspor (TRT 6)
15:30 Manchester City - Tottenham Hotspur (Ligtv 2)
16:00 Ankaragücü - Gençlerbirliği (Ligtv)
16:00 Adanaspor - Karşıyaka (TRT 3)
16:30 Hamburg - Borussia Dortmund (TRT Haber)
18:00 Arsenal - Manchester United (Ligtv 2)
18:30 Bayer Leverkusen - Mainz (TRT HD)
19:00 Eskişehirspor - Galatasaray (Ligtv)
19:00 Göztepe - Denizlispor (TRT 3)
19:00 Malaga - Barcelona (NTV Spor)
22:30 Real Madrid - Athletic Bilbao (NTV Spor)

17 Ocak 2012

Güle Güle Nihat Kahveci


Nihat Kahveci'yi bir başka sevmemin nedeni ne olabilir? Beşiktaşlı olması mı? Veya Beşiktaşlı bir genç olarak altyapıdan yetişip futbolu bırakırken de öyle hatırlanması mı? Beşiktaş'ta, Avrupa'da ve Milli Takım'da yaptıkları mı? Aslında hepsi bu sevginin birer parçasını oluşturuyor. Bu sayede Nihat bana futbolda birçok farklı sevinci ve gururu bir arada yaşatan insan olduğu için yeri farklı.

Futbola gerçek anlamda damardan girdiğim an olan ve benim için bir dönüm noktası teşkil eden 1998 Dünya Kupası'ndan sonraki sezon takımdaki yerini sağlama almıştı Nihat. Ben de yıllardır Beşiktaş'ı takip ederken artık Fransa 98 ile futbola daha geniş coğrafyalarda bakmaya başlamıştım. Bir yerde bu konsept Beşiktaş'ı da gözümde daha değerli kılıyordu artık ve takıma yeni yükselmiş Nihat'ın yeri daha o zamanlar başkaydı bende. Ve tabii bir de Şifo Mehmet'in...


Nihat'a ilk 11'in yolunu açan Toshack'tan sonra Briegel ve Scala da ondan vazgeçemiyordu. İnönü'deki 3-0'lık tarihî Barcelona galibiyeti de halen omzunda ayrı bir apolet taşır Nihat'ın. Sonraki sezon Daum, Nihat'ı satmanın şampiyonluğu kaybetmekle eşdeğer olduğunu söylüyordu. Nitekim Nihat Real Sociedad'ın yolunu tutarak gitti ve Daum'un dediği gibi şampiyonluk da başka bahara kaldı. Ama iyi ki de gitti Nihat. İlk sezonunda istediği etkiyi yaratamasa da takımdaki ikinci yılına Kovacevic ile damga vuruyordu. Real Madrid ile girilen hiç beklenmedik bir şampiyonluk yarışının yanı sıra, (orijinal) Ronaldo ile kıyasıya bir gol krallığı rekabeti vardı ortada. Ve Nihat'ı seyretmeye doyamıyordum. Her haftasonu önce 100. yılında şampiyonluğa koşan Lucescu'nun Beşiktaş'ını izleyip sonrasında TRT ekranında R. Sociedad maçını açıveriyordum. Nihat girdiği iki yarışı da kıl payı kaybetti belki ama Sociedad yılları en parlak apoleti oldu. 2002/03 sezonunu benim için özel kılan en önemli etkenlerden biri de bu oldu.

Bir San Sebastian efsanesi olarak Sociedad'tan ayrılıp Villareal'e geçtiğinde beklentiler elbette yüksekti. Sakatlıkla geçen ilk sezonunun ardından ikinci yılını toplam 24 golle kapattı. Bir anlamda geri dönmüştü. İvmesini o yaz da korudu ve Avrupa'daki gururumuz olduktan sonra bu kez Euro 2008'de bize tarifi çok zor sevinçler yaşattı. Omzundaki bir diğer ışıldayan apolet de Çek Cumhuriyeti'ne karşı gösterdiği performans oldu.


Türkiye'ye döndüğünde başka bir takımda oynama ihtimali yoktu benim için. Beşiktaş'taki ikinci döneminde çoğu kez bekleneni veremedi ama takımdaki varlığı az da olsa umut veriyordu. Sakatlığı artık kronik bir hal almaya başlayınca da Nihat'ın kariyeri sonları oynamaya başladı. Bu sezona hiçbir takımla sözleşme imzalamadan başladı, devre arasında da herhangi bir teklif gelmeyince futbolu bıraktığını açıkladı.

Son 3,5 sezonunu sıfıra yakın etkiyle geçirmiş olabilir Nihat. Ama benim futbola olan ilgim büyürken onun da kariyerini bu paralelde ve benzer zaman diliminde büyütmesi, Nihat'ı bana bir kat daha değerli kılıyor. Yaşattıkları unutulmayacak cinsten, karakteri olan bir futbolcuydu. Keşke bu kadar erken bırakmak zorunda kalmasaydı.

10 Ocak 2012

Henry: Hiç Eskimemiş Gibi


Thierry Henry'nin Leeds'e attığı golü izlemeyen kalmamıştır sanırım. Yaklaşık 4,5 yıllık aranın ardından sırtına geçirdiği Arsenal forması altında 227. golünü attı Fransız. Her şeyi geçtim de, şu gol sevincini görüp de içi ısınmayan var mıdır? Golü attıktan sonraki şaşkınlıkla karışık coşması, Wenger'e sarılışı, taraftarla kucaklaşması... Hepsi ayrı birer sahne gibi. Sevdiğini yıllardır görmeyip ona kavuşan aşık gibi... Eminim ki Arsenal adına bundan başka bir gol daha atamasa bile Henry'nin hayatında o gecenin manası çok farklı olacak.

Belki onu 'Henry' yapan özelliği olan hızından uzakta artık. Eskisi gibi rakibinin yanından uçup kaçamıyor. Ama o son vuruş özelliğinden pek bir şey kaybetmemiş. ABD'ye gittiğinden beri gözden ırak elbette ama o yetenek sanki hiç körelmemiş gibi. Bir anda defansın arkasına kaçabilme özelliği de aynı şekilde... Fakat belli ki Henry'de hiç eskimeyen, hatta daha da artan bir şey varsa o da Arsenal sevgisi ve özlemi. Belki "bayrak adam" dendiğinde akıllara ilk Henry'nin adı gelmiyor ama o bayrak adam olamayanların arasında bir kulübe en gönülden bağlanan isim olabilir.

Böylesi kucaklaşmaları çok sık göremiyoruz. Tekrar tekrar izleyesi geliyor insanın...

8 Ocak 2012

Çok 'Şükür'


Bugünkü Manchester derbisinde izledik tekrar Paul Scholes'u. Geçtiğimiz sezon sonunda futbolu bırakmış, Ferguson'ın yanında antrenör olarak yeni bir göreve soyunmuş, bu sezon takımın orta sahası alarm vermeye başlayınca da hocasının ricasını geri çevirememiş. 37 yaşında Scholes ve bugün aylardır takımla idman yapmamasına rağmen birkaç pas hatası haricinde neredeyse hiç sırıtmadı.

Biz ise ülke futbolumuzun önemli isimlerinden birinin "geri dönüşünü" konuşuyoruz son günlerde. Yeşil sahalara olmasa bile futbol programı stüdyolarına... Semih Şentürk'ün 25 yaşında "Genç" sıfatını koruduğu, Blackburn'den 39 yaşında omuzlara alınarak futbola veda eden Tugay'ın henüz 30'unda 'yaşlı' diye hor görülmüş olduğu bir ülkede yaşıyoruz neticede. Hakan Şükür'ün de meclis koltuğundan yarı kalkıp biraz da 'yorumcu' koltuğuna çöreklenmesi çok şaşırtıcı değil bu açıdan. Uğur Vardan'ın bugünkü yazısına noktasına virgülüne kadar katılıyorum konuyla ilgili.

İki kulvarda da part-time olmaktan ziyade tam zamanlı milletvekili olarak kalsa bile Hakan Şükür'den ülke sorunlarına müthiş çözümlemeler getirecek bir yaratıcılık beklemiyorduk elbette! Ne de olsa işine gelen her zaman konuyu ondan iyi bilen büyükleri var Şükür'ün. İşin vicdanî ve etik kısmı mı? Orasını da yine başka bir 'büyük' iki kelamla halleder nasılsa, okyanus ötesinden...

5 Ocak 2012

Taca Çıkan Süper (!) Lig


Şike skandalına dair ne desek bir şekilde manasını yitirdiği ve hiç olduğu raddedeyiz uzun zamandır. Kirlenen futbolun nasıl temizlenebileceğinden ziyade yayın hakları, Türk futbolunun ekonomik durumu, play-off gibi ikincil  unsurlarla uğraşıp durdu gerekli merciler. Ve bu şekilde sorumluluk alan birer merci unvanını da yitirdiler net bir şekilde. Şimdi de 58. madde değişsin mi değişmesin mi tartışması... Ne güzel! Değişse ve şikeye teşebbüs eden hatta şike yapan yöneticinin mensubu olduğu kulüp küme düşürülmese ne kazanacağız biz? Artık olmayacak mı şimdi bu tarz kirli oyunlar; sevinelim mi ne yapalım şimdi!

Demirören bu maddede yapılacak olası değişikliğin Türk futboluna nasıl bir fayda sağlayacağını biraz daha açsa kendince ne güzel olur. Eminim mantıklı bir açıklamayı kendi beyin kıvrımlarında da bulamıyor zaten. Politik mi politik o da diğer herkes gibi... Milleti de 6 aydır aptal yerine koyup yüzeysel açıklamalar yapmaktan da sıkılmadılar.

Her geçen gün top bir kez daha taca atılıyor, yine gündem olayın çekirdeğinden uzaklaşıyor. Toplantılar, genel kurullar, kararlar, UEFA'nın tutumu vs... Her seferinde değişik bir yan gündem geliyor, geçiyor ve top tekrar taca çıkıyor. Bir gün gelecek top taçtan da öte stadın dışına çıkacak. Bu ülkede bir tane Süper Lig var, her ne kadar süperlikten çok uzak olsa da. Ve o da stadın dışına çıkarsa eğlenecek bir futbolumuz kalmayacak.

Kulüpler Birliği, Fenerbahçe batarsa hepimiz batarız derdinde. Öyle olunca topu sürekli federasyona atarak bir anlamda baskıya alıyorlar M. Ali Aydınlar'ı. O da topu taca atmaktan ötesine gidemiyor, hatta net bir karar almıyor aylardır. Bana öyle geliyor ki en sonunda ne karar verilmesi gerekiyorsa bir şekilde UEFA gerekli yaptırımlarını koyacak ve olayı pat diye kavga kıyamet kapatacak. Sonra kulüpler birliği ve federasyon "biz uğraştık ama kurtaramadık" deme hakkı olacak ve günah keçisi dış mihrak (!) UEFA olacak. Kısacası içerde herkes üç maymunu oynarken dışarıdan 'patron' gelip masaya yumruğunu vuracak ve kötü adam olma pahasına olayı temizleyecek, temizletecek.

Ama tabi Türkiye burası. Bugün bunu yazıyorum ama yarın manşetlerde öyle bir şey görürüm ki şu yazı külliyen boşa gitmiş olabilir. Sonumuz hayrolsun...

1 Ocak 2012

Elveda 2011



Her sene, kendi içinde sayısız duygu barındıran koca bir film senaryosu gibi geçer. Destanların yazıldığı, kimi efsanelerin aramızdan ayrıldığı, kimilerinin de tekrar hatırlandığı ve daha birçok sürprizin yaşandığı bir 2011’i geride bıraktık. Dünya futbolu bu yılı çeşitli renklerle hatırlayabilir ama Türkiye’de akıllarda en çok kalan renk siyah olacak.

Bugünün üzerinden yıllar geçtikten sonra geri dönüp 2011’e baktığımızda damağımızda nasıl bir tat hissedeceğiz? Muhtemelen bu yıl çeşitli alanlarda 7 kez karşılaşan Real Madrid ve Barcelona’nın hikayesi yüzlerde hoş bir gülümseme yaratacak. Kendini aşanlar ve hayal kırıklığı yaratanlar hatırlanacakken, belki de bu sene futboldaki yeni bir taktiksel akımın dönüm noktası sayılacak. Ayrıca 2011 Türk futbolcuların Avrupa’da parladığı yıl olarak akıllarda kalacakken, Süper Lig’den FIFA’ya kadar uzanan bir skandallar dizisi hafızalardan çıkmayacak.

El Clasico Rüzgârı
Bir futbolsever dünyanın her yerinden derbi maç bulup izlese bile birçoğu için El Clasico’nun yeri apayrıdır. J.R.R. Tolkien’in ünlü eseri Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf ve Sauron misali, iki köklü kulüp Guardiola ve Mourinho önderliğinde tam 7 kez karşı karşıya geldi. Özellikle Nisan ve Mayıs aylarında sadece 18 gün içinde dört kez karşımıza çıkan El Clasico, Tolkien’in Orta Dünya’sındaki mitolojik savaşlar misali tarihe kazındı.

2011, El Clasico adına düello gibi bir yıl oldu.

Bernabeu’daki ilk mücadeleye Barcelona ezeli rakibinin 8 puan önünde başlıyordu. 90 dakika sonucu skor tabelası 1-1’i gösterirken Katalan ekibi matematiksel olmasa bile moral olarak La Liga şampiyonu olmuş gibiydi. Dört gün sonraki Copa Del Rey finalinde çoğunluğun favorisi yine Barcelona iken, Ronaldo’nun uzatmalarda gelen golü Mourinho’ya takımındaki ilk kupayı kazandırıyordu. Madrid ekibi sevinç kutlamalarını kupayı otobüsten düşürüp kırana kadar kutlarken, bir hafta sonra bu kez Şampiyonlar Ligi yarı finalinde rakibini tekrar Bernabeu’da ağırlayacaktı. Ancak Messi’yi kontrol edemeyen Madrid takımı, evinde 2-0 yenilerek final için ağır yara aldı. Nou Camp’ta 1-1 sona eren rövanş maçı ise Guardiola’a üç yıl içindeki ikinci Devler Ligi kupasının yolunu açıyordu.

İspanya yeni sezona yine bir El Clasico ile uyanırken Barcelona, iki maçta toplam 9 golün atıldığı Süper Kupa finalinde R. Madrid’i geride bırakmayı başarıyordu. Son olarak geçtiğimiz ay Bernabeu’da oynanan lig maçında Mourinho’yu deplasmanda 3-1 ile geçen Guardiola, bu maçtaki taktiksel hamleleriyle de akıllarda yer etti.

3’lünün Dönüşü
Joseph Guardiola’nın Marcelo Bielsa ile olan yakınlığı, birçok kişinin haberdar olmadığı bir durum. Fakat bu samimiyet, neredeyse 20 yıldır dünya futboluna hakim olan 4’lü defansa dayalı taktik anlayışını evrimleştirebilir. 2010 Dünya Kupası’nda Şili’nin başında olan Bielsa, takımını herkese farklı gelen 3-3-1-3 sistemiyle sahaya sürerek son 16’ya kalmayı başarmıştı. Takvimler 2011’i gösterdiğinde ise Guardiola’yı buna benzer bir diziliş kullanırken görmeye başladık. Takımı başarısını sürdürdükçe daha tahmin edilebilir bir özellik kazanacağını düşünen Guardiola, özellikle Aralık ayındaki Real Madrid maçının ikinci yarısında bu değişikliğie giderek sistemindeki devrimi iyice gözler önüne serdi.

3'lü defans deneyenlerden sadece biri: Copa America şampiyonu Uruguay

2011 yılında üçlü defansı kullanarak taktiksel evrimi destekleyen tek takım Barcelona değildi. 2010’daki dünya dördüncülüğünün ardından 2011 Temmuz’unda Uruguay’a Copa America şampiyonluğu hediye eden Oscar Tabarez de bu turnuvada birçok kez üçlü savunmayı denedi. Bielsa’nın bir başka yakını olan Universidad de Chile teknik direktörü Jorge Sampaoli ise, Aralık ayında Copa Sudamericana’yı yine üçlü defans ile kazanarak 20 yıllık aradan sonra ilk kez bir Şili kulübünü kıta çapında bir kupada zafere taşıdı.

Üçlü defansın en yoğun görüldüğü Avrupa ligi ise Serie A. Udinese ve Napoli gibi kalburüstü kulüplerin bu şekilde zirveye oynamaya başladığı İtalya’da 2011’i ikinci olarak kapatan Juventus da zaman zaman oldukça esnek bir 3-5-2 kullanabiliyor. Son olarak Inter de yeni sezona 3’lü defans müridi olan Gasperini’yi takımın başına getirerek başlamıştı. Ne var ki İtalyan teknik adamın Guiseppe Meazza’daki macerası 3 aydan öteye gidemedi.

Batanlar ve Çıkanlar
Gasperini kuşkusuz ki 2011’i hiç hoş anılarla hatırlamayacak. Bu yılın geride kalmasına onun gibi sevinenler olduğu kadar 2011’i hiç unutmayacak olanlar da var. Maradona’lı yılların ardından en iyi dönemini yaşayan Napoli gibi... Geçtiğimiz sezonu Milan ve Inter’in ardından 3. sırada tamamlayan Napoli, krizle boğuşan İtalya şartlarına rağmen sağlam finansal durumuyla da parmak ısırttı. Üstelik bu sezon da Şampiyonlar Ligi’nde üst tura atlaması, son yıllardaki çıkışın tesadüften çok uzak olduğunu simgeliyor.

Napoli'nin yükselişi 2011'de de sürdü.

Lille ve Borussia Dortmund da kendi potansiyellerini aştıkları bir yılı geride bırakıyor. İki ekip Mayıs ayında liglerini zirvede bitirirken, yeni sezonda bu başarıyı Devler Ligi’nde sürdüremedi. Tottenham ise bu arenada Nisan ayında çeyrek finali gördü ve yılı da lig 3.sü olarak tamamladı. Öte yandan Porto, eski hocası Mourinho’nun izinden giden genç teknik adam Villas-Boas’ın önderliğinde tarihî yıllarından birini geride bıraktı.

2011’e bir Schalke taraftarı gözünden bakmak tam anlamıyla kafa karışıklığı manasına geliyor. Önce Devler Ligi’nde yarı finale kalan, ardından Almanya Kupası’nı kazanan bir ekibi başarılı sayabilirsiniz. Ancak aynı sezon ligi düşme hattının 4 puan üstünde bitiren ve yeni sezonda zirve yarışına tekrar dahil olan da aynı Schalke! Yine de bu kısa vadeli düzensizlik, istikrarlı bir biçimde kötü sonuçlar alarak tarihinde ilk kez küme düşen River Plate’in durumundan çok daha makul. Aynı şekilde Deportivo da geçtiğimiz yılı unutup 2012’ye tekrar La Liga’ya yükselme hayalleriyle giriyor.

Efsanelere Saygı
2011’in ilk günlerinde Manchester United’ın efsane oyuncusu Eric Cantona’nın tarzına yakışır şekilde sürpriz bir göreve soyunmasına tanık olduk. Futbolu bıraktıktan sonra uzun süre film ve belgesellerle uğraşan ve bir dönem plaj futboluna da merak saran Fransız yıldız, geçtiğimiz yıldan itibaren tekrar canlanan New York Cosmos kulübünün futbol direktörlüğünü üstlendi.

Saygılar Doktor...

İngiltere’de kendini fazlasıyla kabul ettirmiş diğer bir isim Gary Speed’ten Kasım ayında gelen haberler ise eğlenceli olmaktan uzaktı. Hiç beklenmedik biçimde evinin garajında asılı olarak bulunan Galler teknik direktörü, bu ani ölümüyle tüm futbol dünyasını yasa boğdu. Aralık ayı geldiğinde bu hüzün daha dağılmamışken bir Brezilya efsanesi Socrates’in hayata vedası duyuldu. Sahada her daim bir sanatçı gibi var olan, günlük yaşamında da birçok alanda aktif olan Socrates, ismini taşıdığı filozof adaşı gibi ölümsüzlüğe doğru yol aldı.

Adını hiçbir zaman unutturmayacak bir başka efsane Sir Alex Ferguson için ise 2011’in ayrı bir anlamı vardı. Şu anki birçok oyuncusunun henüz hayatta bile olmadığı 1986 yılında Old Trafford’un kapısından içeri adımını atan Ferguson, Kasım ayında düzenlenen seremoniyle kulübündeki 25. yılını kutladı. Öte yandan onu ligde en çok zorlayan meslektaşlarının belki de başında gelen Arsene Wenger de Ağustos ayında Arsenal’deki 15. senesini doldurdu.

Türkiye’de 2011
Ülke olarak belki de profesyonel futbol tarihimizin en siyah yılını geride bıraktık. Türkiye 3 Temmuz sabahına uyanırken birçok yönetici, menajer ve futbolcunun adının bundan sonra yeşil sahalardan ziyade cezaevlerinde duyulacağından habersizdi. O günden beri lig ve kupa sisteminden Avrupa temsilcilerimize, sporda şiddet yasasından kulüp yönetimlerine kadar birçok unsur eskisi gibi kalmadı. 2012’de de devam edecek olan süreç, taraftarların içindeki yarayı bir süre daha taze tutacağa benziyor.

Türk futbolunun en kara yılı

Şike ve teşvik olaylarının milli takıma da olumsuz yansıdığı kesin. Euro 2012 elemelerinde grubu Almanya’nın ardından ikinci sırada tamamlamayı son maçta garantileyen takımımız, play-off’ta eşleştiği Hırvatistan’a iki maçta da gol dahi atamayarak boyun eğdi. Bu başarısızlığın ardından koltuğunu Abdullah Avcı’ya devreden Guus Hiddink ise, şike sürecinin milli takıma verdiği zarardan dem vuruyordu.

Milli takımın Euro 2012’de yer bulamayışı karamsarlığa yol açsa da, geçtiğimiz ay bu turnuvanın hakem listesinin açıklanması bir nebze olsun içimizi aydınlatmaya yetti. 2010’da olduğu gibi 2011’de 20 Yaş Altı Dünya Kupası dahil birçok uluslararası maçta düdük çalan Cüneyt Çakır, önümüzdeki yaz Euro 2012’de görev almaya hak kazanarak bunu 16 yıl aradan sonra başaran ilk Türk hakemi oldu. Avrupa’da ülkemizi başarıyla temsil eden bir başka isim olan Nuri Şahin ise, ikinci kaptanlığa kadar yükseldiği Dortmund’un şampiyonluğunda birinci dereceden rol alarak Real Madrid’in yolunu tuttu. Ondan birkaç hafta sonra bu kez Bayern Münih’li Hamit Altıntop Mourinho’nun ekibine dahil oldu. Arda Turan ise başkentin diğer köklü takımı Atletico Madrid’e vize alırken, Trabzonspor’lu Umut Bulut Toulouse’a giderek Avrupa’daki son temsilcimiz oldu.

2011’de takımlarımızın yurtdışı karnesinin ‘pekiyi’lerle dolu olduğunu söylemek güç. Şubat ayında UEFA Avrupa Ligi 2. turunda Dinamo Kiev ile karşılaşan Beşiktaş, iki maçta da dörder golü kalesinde görerek elenince ülke olarak bir Avrupa maceramız daha erkenden kapandı. Yeni sezonda aynı turnuvada grubunu lider tamamlayan Beşiktaş’ın yeni rakibi ise Braga olacak. Öte yandan Trabzonspor son dakikada kaptığı Şampiyonlar Ligi biletini iyi değerlendirdi ve grubunu üçüncü sırada tamamlayarak Avrupa’da yoluna devam etti. Bursaspor ve Gaziantepspor ise Ağustos ayında ön elemeleri geçemeyerek erken havlu attı.

Blatter ve Bin Hammam: İki dost, iki düşman

Skandallar Dizisi
3 Temmuz’da filizlenen şike skandalı, 2011’in en kötü gelişmesi olarak yeteri kadar canımızı sıkmıştı. Yine de yılın tek yüz kızartıcı olayı o değildi. Özellikle futbolun merkezi FIFA’da yaşanan skandallar dizisi dünya çapında yankı uyandırdı. Mart ayında Blatter’e karşı aday olacağını açıklayan Asya Futbol Konfederasyonu Bin Hammam, Haziran’daki seçimden sadece 3 gün önce yarıştan çekildiğini açıkladı. Zira Katar’lı futbol adamı, başkanlık seçiminde kendisini desteklemeleri için Karayip Konfederasyonu üyelerine 40’ar bin dolar para teklif etmekle suçlandı. Yarışta tek kalan Blatter dördüncü kez başkan seçilirken, bir ay sonra Bin Hammam’ın ömür boyu tüm futbol faaliyetlerinden men edildiği açıklanıyordu.

2011’de şike tartışmaları yaşayan tek ülke Türkiye değildi. İtalya, Totonero ve Calciopoli skandalları kadar ses getirmese de bu kez ağırlıklı olarak Serie B kulüplerini saran bir şike ve yasadışı bahis krizi yaşadı. Haziran ayında aralarında Cristiano Doni ve Luigi Sartor gibi isimlerin de bulunduğu 17 kişi tutuklanırken, Serie A’ya yeni yükselen Atalanta kulübü lige -6 puanla başladı.

Blanc, hakkındaki ırkçılık iddialarını çabuk savuşturdu.

Son olarak futbol dünyası bir yılı daha ırkçılık münakaşası olmadan tamamlayamadı. Nisan ayında Fransa milli takım teknik direktörü Laurent Blanc’ın, futbol akademilerinde siyahî veya Afrika kökenli oyuncuların oranını azaltmaya yönelik gizli bir uygulamaya destek verdiği öne sürüldü. İddiaya ilişkin kaset kayıtlarının ortaya çıkmasıyla kriz büyürken, sadece birkaç gün sonra açıklanan soruşturma sonucuna göre Blanc aklanıverdi ve olay kapandı. Yılın sonuna gelirken ırkçılık virüsü bu kez İngiltere’ye sıçradı. Önce John Terry QPR oyuncusu Anton Ferdinand’a oyun içerisinde ırkçı söylemde bulunduğu için suçlanırken, Manchester United ile oynadıkları maçta Evra’ya benzer ithamlarda bulunduğu gerekçesiyle Liverpool’lu Suarez 8 maç oynamama cezasına çarptırıldı.

Nitekim teması çeşitli ve aksiyonu bol bir senaryo misali 2011’i geride bıraktık. Yaşanan şike ve ırkçılık krizleri yeteri kadar can sıksa da, Napoli ve Tottenham gibi ivme kazanan ‘orta halli’ takımların varlığı ümit doğurdu. El Clasico tam anlamıyla bir film serisine dönüşürken, Guardiola futbolun çekirdeğindeki en önemli unsurlardan birinin taktiksel evrim olduğunu tekrar hatırlattı. Sonuç olarak sürekli değişen futbol dünyası, yeni renkler keşfedeceği bir 2012’ye kucak açtı.

TamSaha Ocak



TamSaha dergisinin Ocak sayısı yayında. Dünya ve Türkiye futbolunun gündemindeki konuları, röportaj ve dosyalarla ele alan derginin 87. sayısı da dopdolu.

Kamerun'da başlayan futbol kariyerini Uruguay ve İspanya'da sürdürdü. Şimdiyse Büyükşehir Belediyespor forması giyiyor. Kulübünde birlikte çalışma fırsatı bulduğu Millî Takım Teknik Direktörü Abdullah Avcı'ya biraz sabır gösterilmesi durumunda Türkiye'nin çok önemli bir teknik adam ve başarı kazanacağına inanıyor. Pierre Webo: "Türkiye Avcı'yla iyi yerlere gelecek..."

Meksika futbolu denilince akla gelen ilk onun ismi geliyor. Pek bilinmese de bir diş hekimi olan yıldız oyuncunun Real Madrid kariyerini rekorlarla süslemesi ve kulüp tarihinin en iyi 10 ismi arasında gösterilmesi boşuna değil. Röveşata golleri ve taklalarıyla ünlü Hugo Sanchez, TamSaha'nın sorularını yanıtladı: "Türkiye önemli bir futbol ülkesi..."

Galatasaray'ın altyapısından yetişip 14 yaşında profesyonel sözleşmeye imza attı. Genç Millî Takımların her kategorisinde 70'in üzerinde maç oynadı. Sivasspor'da Süper Lig'deki ilk sezonunda formayı kaptı. Murat Akça: Defansın Kara Murat'ı...

Altyapısından yetiştiği Beşiktaş'ın as kadrosunun belki de önemli isimlerinden biri olabilecekken, sakatlıklar ve hoca değişiklikleri yüzünden uzun bir süre kiralık oyuncu unvanından kurtulamadı. Ancak Orduspor, kaybolmakta olan bu genci adeta ayağa kaldırdı. Emre Özkan: "Bir gün Liverpool'da oynayacağım..."

Geçtiğimiz sezon bir 2. Lig oyuncusuyken bu sezon Süper Lig'de forma giyen Emrah Başsan, Pendikspor'da gösterdiği performansla önce Genç Millî Takımlara, ardından da Antalyaspor'a sıçrama yaptı. Henüz 19 yaşında ve artık bir Ümit Millî Takım oyuncusu: "Antalya'da bir joker..."

Futbolda Avrupa Şampiyonası finallerine üç kez katılan Türkiye, futsalda bu heyecanı ilk kez 2012 yılında yaşayacak. Avrupa'nın en iyi 12 takımı arasına giren Futsal Millî Takımı'nın Teknik Direktörü Ömer Kaner, 5 yıl içinde gelinen noktanın önemli bir başarı olduğunu belirtiyor: "Az zamanda çok iş başardık..."

Ayrıca, "Spor Toto Süper Lig İlk Yarı Analizi: Damgayı Galatasaray vurdu", " Süper Lig'in Yabancı Raporu: Gelen gideni arattı", "Türk hakemliğinin gurur tablosu!", "Şampiyonlar Ligi: Bu sezon sürpriz çok",  "UEFA Avrupa Ligi: Yoksa boşu boşuna mı oynadık?", "Braga: Portekiz'in yeni yıldızı", "PSV: Eski günlerini arıyor", "Elveda 2011", "Alt kattan gelen sesler", "Avrupa Şampiyonası Tarihi: Mucizelerin gölgesinde", "Euro 2012'ye Doğru: Ölüm grubu eksik kalmadı!" "Socrates: Saygılar Doktor!", "Gary Speed: Hızlı yaşadı, genç öldü", "Barça'nın yeni bebekleri", "Udinese: Kuzeyden esen rüzgâr" dosyalarıyla TamSaha'nın Ocak sayısında da futbol kültürünün değişik konularıyla, farklı bir içerik yer alıyor.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...