Subscribe Twitter Twitter

28 Kasım 2011

Cantona - Ferguson - Keane


Kasım 1992... Eric Cantona'nın Manchester United için attığı imza henüz kurumamış. Takımıyla ilk maçına gidiyor Arsenal deplasmanına. 1-0 kazanacaklar ama malum ilk maç, o tribünde oturacak şimdilik. Yakaları kaldırıp takımın doğal lideri oluvermesine var yani biraz daha. Kariyerinin doruklarına ulaşacağı son 5 yıllık altın döneme girdiğinden habersiz. En sağda; her mahallede mutlaka bir tane bulunan, mülayim, çalışkan, teyzelerin güvenle bakkala nevale almaya gönderebileceği tipte, temiz yüzlü (şimdilik tabi) Roy Keane ise 21 yaşında. Daha temizinden bir 13 sezonu var kulüpte. Kaptan olarak bırakacak, kazanmadık kupa bırakmayacak.

Ve Alex Ferguson... United'taki 6. sezonunu geride bırakıyor henüz. Ne bilsin daha 19 yıl orada takılacağını... Sağ yanındaki uslanmaz sayesinde 6 ay sonra takımına ilk lig şampiyonluğunu yaşatacak. Sonra 11 tane daha... Anlatmaya pek gerek yok zaten ama Ferguson'a dair şu ve benzeri birçok fotoğraf bugün canlı tarih gibi geliyor insana. Hoş bir nostalji yaşatıyor. Bu resim çekildiğinde ilkokul 1. sınıftaki ikinci ayımı geride bırakıyordum mesela... Hiç yazasım olmasa bile resmi alıp birkaç şey karalayasım geliyor böyle.

Fotoğrafhttp://thefootballarchivist.tumblr.com/

27 Kasım 2011

Liverpool 1-1 Man. City


İki takım da maça 4-3-3'ün çok benzer birer varyasyonuyla başladı. Liverpool'da defansın önündeki Lucas'a karşın City'nin Barry'si vardı. Ayrıca orta alandaki sağ ve sol iç ikilileri de sırasıyla Henderson - Adam ve Milner - Toure'den oluşuyordu. Öte yandan hücum hattında Liverpool'da Downing ve Kuyt, City'nin Nasri ve Silva'sına nazaran daha çizgiye yakın oynuyordu. Hatta Silva'ya açıktan ziyade forvet arkası demek daha bile doğru. Ona sağ kanatta Milner ve arkadan gelen Richards destek veriyordu. Genel olarak City, sezon boyunca gözlemlediğimiz paralelinde beklerini hücuma olabildiğince fazla kattı. Bu da Silva ve Nasri'nin içeri kat etmesini, Toure ve Milner'ın da atağa derinlik katmasını sağladı. Fakat bunlar çoğunlukla amaçlamalka kaldı sadece.

Liverpool'da Dalglish bu tehlikenin farkında olduğunu baştan belli etti. Zira ilk devrenin büyük kısmında Enrique ve Johnson, rakip bekler gibi cesur oynayamadı. Bundan ziyade açıktaki oyunculara kısıtlı destek vermekle yetindiler. Ancak bu yetersiz destek, açıktaki Downing ve Kuyt'ın Suarez'e yakın oynamasını engelledi. Adam ve Henderson da savunma bilincini ön planda tutunca Suarez uzun bir süre ileride yalnızları oynadı. Ve hatta bir anlamda boşa enerji tüketti diyebilirim.


Liverpool'un ilk devredeki alan daraltmaya yönelik oyunu, City'de Silva ve özellikle Nasri'yi etkisiz hale getirdi. Bu ikilinin ayağına bakan Agüero bu şekilde desteksiz kalınca tam anlamıyla kilitlenmiş bir maç izledik ilk yarı boyunca. 31. dakikada gelen Kompany'nin golü, pozisyonsuz seyreden oyunu canlandıracak derken 2 dakika bu kez Lescott ve Hart'ın birleşik hatası Liverpool'a beraberliği getirdi. Böylesine kilitlenmiş bir maçı da ancak bir duran top organizasyonu ve bir savunma hatası açabilirdi nitekim. Golden sonra Liverpool hücumdaki hareketliliğini arttırdı. Zira bekler ilk yarım saate nazaran hücuma daha fazla destek veriyor, Downing ve Kuyt Suarez'e yaklaşıyor ve Adam da bu ekibe dahil olarak rakip ceza sahasına yakın duruyordu. Bu şekilde iki pozisyon yakaladı Liverpool ancak soyunma odasına önde girme şansını kullanamadı.

İkinci yarıya başlarken Toure'yi daha ileride ve Agüero'ya yakın bulduk. Silva ise sağ tarafa daha yakın görünüyordu ama Richards'ın o kanadı çok aktif kullanması, İspanyol oyuncuyu ister istemez yine içeri itiyordu. Bu durum bence Silva'yı kalabalığın içinde daha verimsiz hale getirdi maç boyunca. City, hafta arasındaki Napoli deplasmanının yorgunluğunu biraz erken çekmeye başladı. Liverpool cephesi ise özellikle soldan üst üste bindiriyordu. Bu noktada Enrique'nin hakkını vermek lazım. İkinci devre boyunca o bölgeyi koridor gibi kullandı ve bu performansı Downing'i de ileri ittirdi. Hatta birçok kez Downing ve Suarez'i alan değiştirirken de gördük. Son yarım saate girildiğinde çok net bir Liverpool üstünlüğü vardı. Halen etkisiz kalan Henderson'ın oyundan alınmamasını ise alternatifinin olmamasına bağlamak gerek. Yokları oynadı bu akşam.


Mancini'nin Balotelli hamlesi işleri daha kötü hale getiremezdi! Hiçbir yapıcı hareketi bulunmadı ve 18 dakikada iki sarı kartla geldiği gibi gitti resmen. Yalnız ikinci kartın tek açıklaması, Balotelli'nin adının dokuza çıkmış olup bir türlü sekize inememesinden ileri geliyor! Kırmızı kart çıktığı anda Dalglish de hiç düşünmeden Carroll'ı oyuna aldı. Fakat bence biraz geç bile kaldı. Onu daha erken oyuna sokarak Liverpool'un bariz üstünlük kurduğu dakikaların ivmesini artırabilirdi. Ama takımı bozmak istemedi veya Mancini'nin takımı ayağa kaldırabilecek potansiyeldeki yedek kulübesinden çekinerek temkinli davrandı.

Liverpool adına bu maçtan çıkarılabilecek sonuç, eğer Suarez ileride tek forvet oynayacaksa mutlaka ona yakın bir veya iki oyuncunun bulunmasının şart olduğudur. Özellikle ikinci devrede Liverpool'un yakaladığı fırsatların çoğunda Suarez'in Downing, Adam ve hatta Lucas ile yaptığı paslaşmaların varlığı göze çarpıyor. Carroll Kuyt'ın yerine girdiğinde sağa geçti Suarez. Bu hamle daha önce gelseydi Carroll ile duvar pasları yapabilecek, belki sağ içte etkisiz oynayan Henderson'ın bile performansını artırabilecekti. City için ise yorgunluk elbette önemli bir faktör ama halen iyi alan daraltan takımlara karşı mükemmel olamadıklarını söyleyebilirim. Bir de bu maça özel olarak Silva gibi bir silah, kalabalık Liverpool orta sahasının arasında kalmaktan ziyade sağ çizgiye daha yakın oynatılabilirdi.

26 Kasım 2011

Giggs 39'a Giderken


Lig TV'de "Unutulmaz Maçlar" görüntülerini izliyordum öğlen. Malum bugün Manchester United - Newcastle maçı var. Son 10 yılın maç özetlerini veriyorlardı sanırım. 2002 yılındaki bir maçta artık saçında sakalında beyazlar çıkmaya başlamış Ryan Giggs çarptı gözüme. Aklıma geldi de; o zamanlar daha yeni ergen halimle "lan bu adam da yaşlandı valla" diye düşünürdüm. Hem 30 yaşındaki bir oyuncuya Türkiye'deki genel bakış açısı, hem de malum FM oynarken daima genç oyuncuya şans verme eğilimim etkili olmuştur öyle düşünmemde! O 'yaşlanan' adam 3 gün sonra 38. yaş gününü kutlayacak United idmanında. Ve takım rotasyonunda halen kendine yer bulabiliyor, varlığıyla bile neredeyse oğlu yaşındaki gençlere ilham oluyor. Bizim buralara ters elbet bu işler. 2002'deki o maçla aynı günlerde bizim Tugay da Blackburn'deki ilk yılını geride bırakmıştı. Yaş 32... O da 39'unda kadar oynadı, kulüp efsaneleri arasında yerini paşa paşa aldı. Ülkesinde kalsaydı aynı tarihlerde medya tarafından baston tutuşturulacaktı eline. Bir süre sonra da yaka silkecek, 'çiçeği burnunda hoca' olarak Anadolu turuyla kariyerine başlayacaktı belki de...

24 Kasım 2011

Gelişigüzel Ortalar


Kaç gündür yazamıyordum bloga. İş, yüksek lisans, TamSaha, sonra biraz daha iş, sonra da daha fazla iş derken ara ara yoruluyor insan! Olacak o kadar... Neyse ki an itibariyle haftayı erkenden kapatmanın verdiği rahatlıkla dağınık da olsa bir şeyler karalayabileceğim.

Beşiktaş - Galatasaray maçında tribündeydim. Ama eve gelince bir değerlendirme yazma fırsatım olmadı. Maçı geçtim fakat şu bir gerçek ki ne tribünde maç izlemekten eskisi gibi zevk alıyorum, ne de Beşiktaş beni eskisi kadar heyecenlandırabiliyor. Sahadaki ekip mücadele ediyor belki ama 90 dakika bitince bir taraftar olarak insanın içi içini yemeye devam ediyor. Borçlar, yanlış yönetim, vasıfsız başkan, şike skandalı, şaşkın federasyon vs... Liste uzadıkça uzuyor ve ne zamandır da kısalmıyor. İnsan şu karanlıkta bir mum ışığı bulmak için bir umutla gidiyor maça ama eski tadı alamıyor...


Geçtik... Gayet güzel bir Şampiyonlar Ligi grup aşaması izliyoruz bu sezon. Apoel'in üst turu garantilemesi, dört İngiliz'den üçünün azımsanmayacak şekilde tur atlayamama riski bulunması, Napoli, Trabzonspor derken ortalamanın üstünde bir heyecan oluştu. Peki ne kadarını izleyebiliyoruz? Star sağ olsun her seferinde tek maça duacı bırakır oldu bizi. Bizim Boğaziçi Üniversitesi civarında D-Smart yayınlayan bir cafe vardı, o da iptal etti üyeliği. Olmadı orada izlerdik ama şimdi internetten linke tabî olduk yine. O da tutarsa elbet...


Bu arada Napoli başkanı De Laurentiis, hafta arasında 2-1 yendikleri Manchester City'nin sahibi El Mansur'un arkasından iyi bombalamış. Kulübü oyuncak gibi kullanıyor, birkaç seneye bırakabilir, o zaman City'nin durumu vahim gibisinden konuşmuş. Heyecanlı adam tabi... Ama El Mansur hakkındaki bu sözlere pek katılmıyorum. Transferleri ve ödediği maaşlar çok dikkat çekiyor olabilir ama City'nin altyapısına da inanılmaz yatırım yapıyor bizim Şeyh. Etihad Campus bunun başlıca örneği. Gelecek kurtaracak türden bir proje... Üstteki taslak da ona ait. Yalnız geçtiğimiz günlerde 2010/11 sezonunu 200 milyon £ zararla kapadığını açıkladı City yönetimi. Finansçı aklımla oturdum bir iki hesap yaptım ama Manchester City'nin Financial Fair Play'e nasıl ayak uyduracağına bir türlü akıl erdiremedim. Bir bildikleri var herhalde...


Napoli'nin yeri bambaşka öte yandan. Şeyh Mansur parasını yer yer akıllıca yönlendiriyor olabilir ama De Laurentiis'in yaptığı kesinlikle daha takdire şayan. Kulübü Serie C1 gibi dipteki bir kümeden alıp Şampiyonlar Ligi'nde 2. Tur'u zorlamak başlı başına heykel diktirecek cinsten. Üstelik finansal açıdan zarar etmeden... Tamam çıkıp sahada top oynayan maç kazanan adam De Laurentiis değil ama gerek teknik adam, gerekse sportif direktör seçerken veya gönderirken çok doğru ve zamanlaması mükemmel kararlar veriyor. Aynı şekilde futbolcu transferleri de öyle. Şu aralar Cavani - Lavezzi - Hamsik üçlüsüne sulanan City yönetimini de eli boş göndermesi muhtemel! Napoli hakkında detaylı incelemeyi okumak isteyen TamSaha Haziran ayındaki yazıma göz atabilir.

O değil de Simon Kuper'in yeni kitabı çıktı ama tabi ki Türkiye'ye henüz gelmedi. Önemli futbol adamlarının hikayelerini anlatan bir kitap incelediğim kadarıyla. Amazon'dan sipariş etmek lazım, buraya gelmesi daha kaç ay alır... Soccernomics'i de öyle getirtip okumuştum. Orijinal dilinde okuyunca daha bir içine giriyormuş insan...

Haftasonu Gelince...




25 Kasım Cuma
20:00 Gençlerbirliği - Fenerbahçe (Ligtv)
21:30 Köln - B. Mönchengladbach (TRT HD)
21:45 Udinese - Roma (Euro Futbol)

26 Kasım Cumartesi
13:00 Samsunspor - Antalyaspor (Ligtv)
14:45 Stoke City - Blackburn Rovers (Ligtv 2)
16:00 Orduspor - Mersin İdman Yurdu (Ligtv)
16:30 Borussia Dortmund - Schalke 04 (TRT Haber)
17:00 Manchester United - Newcastle United (Ligtv 2)
17:00 Chelsea - Wolves (Ligtv 3)
19:00 Galatasaray - Sivasspor (Ligtv)
19:00 Rayo Vallecano - Valencia (NTV Spor)
19:30 Arsenal - Fulham (Ligtv 3)
20:00 Adanaspor - Tavşanlı Linyitspor (TRT 3)
21:00 Real Madrid - Atletico Madrid (NTV Spor)
21:45 Lazio - Juventus (Euro Futbol)
21:45 Atalanta - Napoli (Smart 3D)
23:00 Getafe - Barcelona (NTV Spor)

27 Kasım Pazar
13:00 Real Betis - Real Sociedad (NTV Spor)
13:00 Eskişehirspor - Ankaragücü (Ligtv)
13:00 Büyükşehir Bld - Gaziantepspor (Ligtv 2)
13:30 Boluspor - Kartalspor (TRT 3)
13:30 Giresunspor - Denizlispor (TRT 1)
15:30 Swansea City - Aston Villa (Ligtv 2)
16:00 Manisaspor - Kayserispor (Ligtv)
16:00 Sakaryaspor - Çaykur Rizespor (TRT 3)
16:00 Gaziantep BŞB - Bucaspor (TRT 6)
16:00 Siena - Inter (Euro Futbol)
16:00 Palermo - Fiorentina (Smart 3D)
16:30 Werder Bremen - Stuttgart (TRT Haber)
17:00 Levante - Sporting Gijon (NTV Spor)
18:00 Liverpool - Manchester City (Ligtv 3)
19:00 Trabzonspor - Beşiktaş (Ligtv)
20:00 Göztepe - Kayseri Erciyesspor (TRT 3)
21:45 Milan - Chievo (Euro Futbol)
22:30 Zaragoza - Sevilla (NTV Spor)

28 Kasım Pazartesi
20:00 Karabükspor - Bursaspor (Ligtv)
20:00 Elazığspor - Kasımpaşa (TRT 3)

Kaynak: tribundergi

14 Kasım 2011

Spor İletişimi Sertifika Programı 2012


Şöyle bir geriye dönüp baktığımda hayatımda aldığım en güzel kararlardan birinin, Kadir Has Üniversitesi'nde düzenlenen bu programa katılmak olduğunu görüyorum. Rahatlıkla söyleyebilirim bunu. Futbol dünyamızda artık Ahmet Çakar & Erman Toroğlu tarzı boş konuşan eyyamcı tiplerin karşısında güçlü biçimde durabilecek potansiyele sahip genç, yaratıcı ve dinamik bir nesil var. Kendinizi bu ikinci ve yeni ekole yakın görüyorsanız  ve bu yönde elle tutulur bir şeyler yapmak istiyorsanız mutlaka katılın derim. Çünkü en nihayetinde kafanızın dengi bir sürü insanla bir arada bulunuyor, yeri geldiğinde yapıcı tartışmalara giriyor, bu ortak paydadan hareketle beraberce dergi ve blog yazma işlerine de girebiliyorsunuz. Ve ortaya çıkan eserin kalitesi sizi inanın ki çok mutlu ediyor. Bir yandan kendinizi verimli ve kafa denginiz olan bir ekibin parçası olarak hissediyor, yeteneklerinizi de geliştiriyorsunuz. En güzeli de 'mezun' olduktan 1,5 yıl sonra bile halen irtibat halinde olabiliyorsunuz bu ekiple.

Size ders veren isimler de zaten pek tartışmaya gerek bırakmayacak nitelikte. Gün geliyor sabah 10'daki ilk derste Barış Kuyucu'nun memleketten getirdiği Antep fıstıklarını yiyerek spikerliği dinliyorsunuz, bir sonraki derste de İbrahim Altınsay ile dertlene dertlene Beşiktaş'ın durumunu konuşarak kalan fıstıkları bitiriyorsunuz! Ümit Kıvanç ile hayatın anlamını yeniden keşfediyor (!), zaman geçtikçe o derslerin nasıl size vizyon kattığını görüyorsunuz. Bağış Erten ile güle eğlene geçen pratik uygulamalı derslerin bitmemesini istiyor, canlı tarih Atilla Gökçe'yi dinlerken ağzınız açık kalıyor, Mert Aydın sayesinde tüm olimpiyatları yerinden izlemiş gibi oluyorsunuz. Böyle bir ortam işte... Aynı ekiple benzer dersleri yine alacaksın deseler şu yoğunluğumda çok düşünmeden katılırım açıkçası.

Bu arada programa dair tüm detaylara buradan ulaşabilirsiniz.

13 Kasım 2011

Buhran Döneminde Futbol



Siyah beyaz yıllarda ticarî bakış açısından oldukça uzak duran futbol, endüstri çarkının içine girdikçe onun bir dişlisi haline geldi. Çark hızlı dönerken sorun yoktu ama araya ne zaman bir çomak girse, yavaşlayan dişliler yeşil sahaları da etkiledi. Dünyanın tanık olduğu büyük ekonomik buhranlar futbolu birçok kez teğet geçmedi.

1970’li yıllara kadar futbol, bugün olmazsa olmaz dediğimiz sponsorluk kavramına yabancıydı. Alman kulüplerinin temelini attığı, İngilizler’in de kat çıkmaya başladığı formada göğüs reklamı olgusu bile bu zaman diliminde uzun münakaşalar sonucu baş gösterebildi. İlk kıvılcımların ardından çeşitlenen ticari gelirler, Premier Lig’in kurulması ve Rupert Murdoch’ın televizyon yayınları sonucu yarattığı muazzam kaynak sonucu bambaşka boyutlara taşındı. Dolayısıyla uzun yıllar boyunca neredeyse sadece gişe gelirlerine muhtaç biçimde varlığını sürdüren futbol kulüpleri, para musluklarının çeşitlendiği bir havuza girerek arkasını sağlama aldı. Ne var ki bu durum, sponsorları etkileyecek biçimde büyük bir küresel ekonomik krizin futbola da bulaşabileceği bir ortam doğurdu.

Elbette 1970’ten çok önceleri dünya “ekonomik kriz” kavramıyla tanışmıştı. 1. Dünya Savaşı sonrasında tazminat ödemekten yorulan Alman ekonomisi, 1923 yılında iflas bayrağını çekmişti. 1929’da Wall Street’te piyasaların çöküşü, tüm dünyayı 12 yıl sürecek olan Büyük Buhran’ın içine sürüklüyordu. 1966 yılında ise yine ABD merkezli bir kredi depremi, Avrupa ekonomilerinde sarsıntı yaratıyordu. Yine de tüm bunlar, köklerini endüstriyel dünyaya henüz uzatamamış olan çim sahalardan uzak kaldı. Tarihteki en derin finansal krizlerden biri olan 1973-74 petrol krizi bile futbol dünyasında sadece ufak sıyrıklara yol açabildi.


1973: Aman Petrol!
Bugün bahar mevsimini yaşayan Arap coğrafyası, 1973 yılında tüm dünyayı bol fırtına ve tipi barındıran bir kışa sürükledi. ABD’nin Soğuk Savaş’ın gölgesinde İsrail’e tam desteğini sürdürmesi, bölgede petrol ihracatı yapan Arap ülkelerinin kovanına sokulmuş bir çomak etkisi yarattı. Alınan karar doğrultusunda petrol fiyatları bir gecede %70 arttı ve zaman içinde üretim azaltıldı. Bu gelişme, özellikle sırtını endüstriyelleşmeye dayamış olan ülke ekonomilerinin eline tutuşturulmuş bir bomba gibiydi.

Petrol Krizi’nden en çok yara alan Avrupa ülkesi İngiltere’ydi ancak bu durumun Ada futbolunu derinden sarstığını söylemek mümkün değil. Henüz forma sponsorluğu ve göğüs reklamı ile tanışmaktan ziyade flört edilen bu dönemde futbol kulüpleri, yeni transferler için en büyük kaynak olarak maç günü gelirlerini görürdü. Ancak büyük oranda orta sınıf ve işçilerden oluşan tribünler, Ortadoğu’dan gelen kriz dalgasından kolaylıkla etkilenebilirdi. Bu şekilde altyapıya ve futbolcu arayışına bir kat daha önem veren İngilizler, Petrol Krizi sonrasındaki on yılda beş farklı lig şampiyonu çıkarmayı bildi. Leeds’te Don Revie, Derby ve ardından Nottingham Forest’ta Brian Clough, Liverpool’da Bill Shankly ve Bob Paisley bu değişimin başrol oyuncuları oldu. Ligdeki bu çoklu rekabet Avrupa’ya da yansıyınca Şampiyon kulüpler Kupası, 1977 – 1982 arasındaki 6 sezon boyunca İngiltere’ye gitti.

70'lerin iki ezeli rakibi: Brian Clough ve Don Revie

Petrol Krizi’ni etkili biçimde hisseden diğer bir Avrupalı olan Hollanda, Ajax sayesinde 1971 – 73 döneminde üç kez üst üste Şampiyon Kulüpler Kupası’nı başkente getirmişti. Ne var ki bu dönemin sonunda Johan Cruyff’un 920 bin £’luk rekor fiyat karşılığı Barcelona’ya satılması, bir noktada krizin tetiklediği nakit ihtiyacına bağlanabilir. Sonuçta Hollanda, Avrupa’nın bir numaralı kupasını bir kez daha eve getirebilmek için 15 yıl beklemek zorunda kaldı.

Berlin Duvarı’nın batısındakiler petrol üretimindeki kısıntıların sıkıntısını çekerken, onların bu açığını kapatan ülke Sovyetler Birliği idi. Soğuk Savaş’ın ikinci büyük aktörü, bu şekilde 1980 yılında dünyanın en büyük petrol üreticisi unvanına erişti. Bu bolluktan beslenen rejimin de desteğiyle radikal altyapı sistemi, futbolcu yetiştirme tarzı ve oyun planıyla yepyeni bir ekol sunan Dinamo Kiev’in tarihî başarılar elde etmesi tesadüf değil. Malum dönemde Kupa Galipleri Kupası ile UEFA Süper Kupa’yı kazanan Lobanovskyi’nin ekibi, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda çeyrek ve yarı final görmeyi de zaman içinde alışkanlık haline getirdi.

2002: Arjantin Kendine Ağlarken
Tarihin en köklü futbol kültürlerinden birine sahip olan Arjantin, yıllar süren askerî yönetimden sonra demokrasiye ve istikrarlı ekonomiye geçişin yollarını aradı. Ne var ki bu durum, karanlık bir kulübeye uzun süre tek başına kapatılmış bir insanın aniden toplumun içine karışması gibi zaman isteyen ve zorlu bir süreç oldu. Özellikle yeni milenyuma ramak kala enflasyon dizginlenemiyor, işsizlik sürekli artıyor, bankalar güven kaybediyor ve ekonomi büyüyemiyordu. Nitekim 2002 yılına gelindiğinde nüfusun %58’i yoksulluk, %28’i de açlık sınırının altında yaşıyordu.

Boca Juniors günleri: Riquelme ve Tevez

Halkın isyan bayrağını çekip sokaklarda yürüdüğü o günlerde yeşil sahalarda da işler tam olarak yolunda değildi. Ülkenin önde gelen kulüpleri, yetiştirdiği genç yıldızları yüksek fiyatla Avrupa’ya göndermeye bir kat daha meyilli halde geldi. Ekonomik bunalımın zirveye yol aldığı 2000/01 sezonunda neredeyse bir ihracat fırtınası yaşandı. Boca Juniors Martin Palermo ve Walter Samuel’i sırasıyla Villareal ve Roma’ya yolcu ederek 25 milyon €’yu cebine koyuyordu. River Plate ise Juan Pablo Angel’i Aston Villa’ya, Pablo Aimar’ı da Valencia’ya satarak 36 milyon €’luk nakit elde ediyordu. Ertesi sezon Barcelona yolunu tutan Saviola, Boca’ya tek başına 36 milyon € kazandırıyordu. Forlan’ı Manchester United’a gönderen Independiente’nin geliri ise 11 milyon €’yu buluyordu.

Milli Takım da finansal krizin yarattığı depresyonu yaşıyor gibiydi. 2001 Copa America’ya ev sahibi Kolombiya’daki yetersiz güvenlik seviyesini göstererek katılmayan Mavi Beyazlılar, zaten bunalımda olan taraftarını 2002 Dünya Kupası’nda bir kat daha üzdü. Kupanın favorilerinden olmasına rağmen sadece 4 puan toplayabilen Arjantin, İsveç ve İngiltere’nin ardından üçüncü sırada kalarak gruptan bile çıkamamıştı. Ekonomik krizin soğumaya başladığı 2004 yılında Copa America’da kazanılan 2.lik ise, ülke insanını futbol konusunda da biraz olsun güldürmeyi başarıyordu.

2008: Global Kredi Batağı
Önce ABD’deki konut piyasasını sarsan, ardından Avrupa’nın gelişmiş ülkelerini tehdit eden ve gelişen ekonomilere de yavaş yavaş gözünü diken son zamanların en büyük finansal krizinin halen içinde bulunuyoruz. Bu süreçte Sterlin’in Euro karşısında önemli ölçüde değer kaybettiğini düşünürsek Britanya kökenli kulüplerin krizi bir kat daha derinden hissetmesi normal. Ayrıca kulüp sahibi olan bazı işadamlarının sorumsuz kararları da bu dönemde belli futbol kurumlarını ciddi zararlara taşıdı.


Kredi Krizi’nin öncü sarsıntılarının başladığı 2007 yazından sonraki 2 yıl boyunca Sterlin’in Euro karşısında %21 değer kaybetmesi, özellikle Avrupa’dan ithalata dayalı iş yapan birçok İngiliz firmayı etkiledi. Elbette kıta içinden önemli sayıda futbolcu transfer eden Premier Lig kulüpleri de bu gelişme sonucu darbe yedi. Nitekim 2010 yılının Ocak transfer döneminde dönen para rekor seviyede aşağı çekildi. Ayrıca Ada’nın en köklü kulüplerinden Newcastle United, art arda başarısız sonuçların ardından 2009 baharında Championship’in yolunu tuttu. Newcastle’ın en büyük destekçilerinden Northern Rock ise, yaklaşık bir yıl önce likidite sorununu çözemediğinden ötürü devlet himayesine alınmıştı bile. Kulüp sahibi Mike Ashley’nin sorumsuz davranışları, krizin simgesi haline gelen bu çöküşle birleşince Newcastle’ın küme düşmesi neredeyse kaçınılmaz olmuştu.

UEFA’nın son dönemlerdeki en isabetli kararı gibi görünen Finansal Fair Play’in çıkmasında da Kredi Krizi’nin rol oynadığı söylenebilir. Zira borç yükü gittikçe artan ve kriz ortamında bunu çevirmekte zorlanan futbol kulüplerinin bir düzenlemeye ihtiyaç duyduğu aşikârdı. Nitekim Manchester United’ın 500 milyon £’u aşan borcu taraftarına alternatif bir kulüp bile kurdururken, aynı durumdaki Barcelona son olarak bazı amatör branşlarını kapatma yolunu tercih etti. Öte yandan ünlü Rumen işadamı Dumitru Bucşaru’nun kanatları altında Romanya’da kısa sürede basamak atlayan, 2009/10 Şampiyonlar Ligi gruplarında adından söz ettiren Unirea Urziceni kulübü de geçtiğimiz sezon küme düştü ve hatta Bucşaru’nun kriz ortamındaki umursamazlığı sonucu sessiz sedasız bir biçimde kepenk indirdi.

Türkiye'deki ekonomik kriz, ertesi yıl Milli Takım'a ters etki yaptı.

2001: Türkiye’de Şubat Krizi
Enflasyon canavarının artık bizden biri gibi olduğu, hükümetin bir türlü istikrar yakalayamadığı, bankacılık sektörünün derinlikten çok uzak kaldığı bir dönem yaşıyordu Türkiye. Tepe taklak giden ekonomi, devletin zirvesini de germişti. Yapılan kur politikası değişikliği sonucu Türk Lirası döviz karşısında sadece bir günde %40’ları bulan değer kayıpları yaşamıştı. Neyse ki futbol, Türkiye tarihinin en geniş çaplı krizinden yara almadan çıkabilmişti.

Malum kriz döneminde Türk futbolunda sponsor ağırlığının bugünkü gibi olmaması, finansal sarsıntı yaşayan şirketlerin bunu futbol kulüplerine hissettirmesini engelledi. Şubat 2001 sonrası hükümet kanadında atılan doğru finansal adımlar ekonominin belini doğrulturken, 2002 yazında Türkiye Milli Takımı’nın dünya 3.lüğü ilaç gibi geldi. Bu gelişme, Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazanmasıyla dikkat çeken Türk futbolunu kalıcı biçimde göz önüne çıkardı. Ayrıca artık döviz kurlarının kriz sebebiyle yaklaşık %40 daha değerli olması sonucu Şampiyonlar Ligi’nden gelen katılım parası çok daha kritik hale gelmişti. Havuzda toplanan bu gelirlerin Süper Lig’e olan finansal katkısı sayesinde Türk futbolu altın çağını yaşadı. Hatta Avrupa’dan yıldız oyuncu ithalatı da bu dönemden sonra artış göstermeye başladı. Son olarak yayıncı kuruluşun değişmesi ve televizyon gelirlerinin gitgide daha adaletli biçimde kulüplere dağıtılması, futboldaki atılımın sadece büyük kulüplerle sınırlı kalmasını önledi. İleriki yıllarda Sivasspor, Kayserispor ve Bursaspor gibi kulüplerin zirveye oynaması, tüm bu etkenlerin birleşimi sonucu ortaya çıktı.

Bugün 40 yıl önce olduğundan çok daha farklı futbol. Ticarî mantığın oyunun içine günden güne daha fazla girmesi, futbolun ekonomik krizlere kimi zaman daha hassas hale gelmesini sağladı. Ortadoğu’daki petrol krizi İngilizler’e rekabet kavramını baştan öğretirken, doğuda Dinamo Kiev efsanesinin türemesini kolaylaştırdı. 10 yıl önce Arjantin’in yaşadığı bunalım, elde yetişen oyuncunun hele ki Avrupa’ya karşı iyi pazarlanması gerektiğini tekrar hatırlattı. Aynı dönemde benzer tecrübeyi yaşayan Türkiye, finansal sarsıntılarını futboldan uzak tutmanın ödülünü aldı. Bugün ise global anlamda tarihin önemli ve uzun soluklu ekonomik bunalımlarından birini yaşarken, sponsorluk kavramıyla iyice bütünleşmiş haldeki futbolun bundan yara alışını izliyoruz.

Not: TamSaha dergisinin Kasım sayısında yayımlanmıştır...

10 Kasım 2011

Atatürk, 10 Kasım ve Gelincikler

Geçtiğimiz haftasonu herhangi bir Premier Lig maçını izleyen varsa anma törenlerini de görmüştür. Sebebi kısaca şöyle ki; İngiltere için 1. Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918'deki ateşkes anlaşması ile resmen sona erdi. Dolayısıyla bu savaşta ölen askerler anısına her sezon bu tarihlerde takımların formalarında birer gelincik sembolü görürsünüz. İngiltere Futbol Federasyonu, Cumartesi günü İspanya ile yapacakları hazırlık maçında da milli formaya gelincik logosu iliştirmek için FIFA'ya başvurdu. Ancak olumsuz cevap alınca yine klasik İngiliz lobiciliğine şahit olduk günlerce.

Adamların bu yönü bir yandan oldukça itici dursa da öte yandan da örnek alınası türden... Federasyonun girişimi sonuçsuz kalınca Prens William ve Başbakan David Cameron da FIFA'ya yüklendi zaman kaybetmeden. Kaç gündür Guardian, Telegraph, BBC gibi kurumların internet sitelerinde ağırlıklı olarak haberler ve fikir yazıları yer aldı. Kısacası İngiltere yine topuyla tüfeğiyle yüklendi ve FIFA'ya bir orta yol buldurttu. Sonuç olarak Cumartesi günkü maça formada değil, siyah kol bandı üzerinde gelincik sembolleriyle çıkacaklar.

Çıksınlar da... Yüz binlerce insanın ölümü, sebep ne olursa olsun anılası türden. Bugün de 10 Kasım geride kaldı. Türkiye için bugünün anlamını belirtmeye gerek yok. Peki biz ne yaptık? Saat 9'u 5 geçe hayat durdu ve herkes siren sesleriyle hazır ola geçti. Facebook'taki bir ton arkadaşımın profil fotoğrafı Atatürk'ün portresi olarak değişti. Gazeteler ve TV kanalları hemen O'nun sözde hiç görülmemiş fotoğraflarıyla ve görüntüleriyle bezendi. Şiirler, ağıtlar vs... Kısacası yine kendimiz yazdık, kendimiz çizdik, kendimiz üzüldük... Yarın da hayata devam edeceğiz kaldığı yerden. 

Peki, yarınki milli maç için biz de İngiltere'nin benzeri bir girişimde bulunamaz mıydık? Bu kadar sade ve artık klişeleşmiş anmalardan sıkılmadık mı? Fena mı olurdu biz de bu önemli maça forma kolunda Atarürk siluetiyle çıksak? Veya ne bileyim, milliyetçi propagandaya kaçmayacak biçimde başka yaratıcı bir aktivite bulsak? Bütün Avrupa'nın gözü bu haftasonu malum 4 play-off maçı üzerinde. Türkiye'de ülkesini seven herkesin ilk sıraya koyduğu Atatürk'ün değerini kendi kendimize tekrar aynı şekilde anlatmak yeterli görüldü demek ki. İngilizler'in en genel anlamda çıkar uğruna ölen 900 bin askeri, vatanını kurtarmak uğruna ömrünü feda eden tek bir kişiden daha ön plana çıkmamalı. En azından biz Atatürk gibi bir yüzyılın dehasını bu denli kapalı tutmaktan öteye geçmeliyiz derim zira O'nun örnek alınacak yönleri sadece bize hitap etmiyor.

7 Kasım 2011

Avrupa'da Gol Krallığı


İngiltere:    Van Persie (Arsenal)         11 gol
İspanya:      Messi (Barcelona)              14 gol
Almanya:   M. Gomez (Bayern)           13 gol
İtalya:          Di Natale (Udinese)             8 gol
Fransa:        O. Giroud (Montpellier)    8 gol
Portekiz:    P. Diawara (Maritimo)        8 gol
Hollanda:  D. Martens (PSV)                11 gol
Türkiye:    Burak (Trabzonspor)        13 gol


Evet, böyle bir liste vardı bu blogda geçen seneden kalan! Sezon başı diyebileceğimiz haftalardan çıkıp sezon ortasına doğru ilerlerken tekrar başlatmanın vakti de geldi.  Messi, Di Natale, Gomez, Burak ve hatta listede olmayan C. Ronaldo (13 gol) kaldıkları yerden devam eden isimler. Ciddi sakatlık geçirmedikleri sürece Mayıs'a kadar kaleyi yoklamaya  devam edecekler gibi. Premier Lig'de Rooney'nin orta sahaya gittikçe daha da yaklaşması ve Berbatov ile Torres'in formsuzluğu sonucu kaptan Van Persie şimdilik kral koltuğunda. Fakat hemen arkasındaki Dzeko'nun gol ortalaması olarak daha önde olduğunu hatırlatalım.

6 Kasım 2011

Ali Kuşçu


Efsaneye Saygı


Sevmeyeni var mıdır bilmem ama eminim ki ona saygı duymayan birini bulamazsınız. Futbol dünyasında 'saygınlık' dendiği anda aklıma gelen ilk isim Sir Alex Ferguson. Old Trafford'taki 25. yılını geride bırakıyor bugün ama 30'u görürse de kimse şaşırmayacak. Bir  gerçek var ki o emekli olduğunda o statta 76 bin kişi yaşayan efsanenin ardından gözyaşı dökecek. Matt Busby'nin 62, Bill Shankly'nin 60, Brian Clough'ın 58, Bob Paisley'nin 64 yaşında kepenk kapattığı antrenörlük kariyerine 70 yaşında devam ediyor. Fotoğraftaki heyecanını koruduğu müddetçe neden bıraksın zaten...

5 Kasım 2011

Altyapı Sanatı



Takımınızın maçını izlerken hangi oyuncunuzun başarısını bir kat daha fazla istersiniz? Yeni transfer edilmiş şöhret sahibi yıldızın mı, yoksa altyapınızın son mahsulü olan bir yeteneğin mi? Taraftarın kalbinde genç oyuncuların yeri her daim ayrıdır. Onu tribünlere sunana kadar olan süreç ise her kulüp için yeni bir senaryo gibi.

Menajerlik oyunu oynayanlar pek iyi bilir genç futbolcuların değerini. Daha 20’li yaşlara gelmeden keşfettiği oyuncuya şans verir, onu zamanla geliştirir ve başarısının payını da gururlu bir biçimde kendine ayırır. Bosman kuralları geldikten sonra altyapıya önem veren kulüplerin genç yeteneklerini elde tutabilmesi, menajerlik oyunundaki kadar kolay olmadı elbette. Aynı zamanda transfer piyasası da günden güne bir balon misali şişti. Dolayısıyla büyük kulüpler için kendi yeteneklerini çocuk yaştan itibaren yetiştirmesi önem kazanırken, orta direkler için daha bakir pazarlardaki cevherleri işleyip zamanı gelince satmak kritik hale geldi.

İçinde bulunduğummuz sezonun başlamasıyla birlikte Manchester United’ın yeni nesil gençleri tüm Avrupa’nın diline dolandı bile. Öte yanda Arsene Wenger’in bu konuya bakışı tekrar sorgulanır hale geldi. Porto Falcao’nun satışı ile kasasını yine milyonlarla doldurmayı bildi. Mesut Özil’den sonra Nuri Şahin’i de Real Madrid’e gönderen Alman altyapısı şimdi de Götze’yi parlattı. Barcelona ise La Masia’da büyümüş kendi çocuklarıyla her daim zirvede. İşte bu farklı altyapı politikaları daha bir süre kendinden söz ettirecek gibi...

Rinus Michels & Johan Cruyff: sonraki 40 yıla damga vuran ikili 

Cruyff’un Evlatları
Futbolcu yetiştirme sanatı ile ilgili bir film çekilseydi, başrolün Johan Cruyff’a verilmesine neredeyse hiçkimse itiraz etmezdi. Ajax ve Barcelona gibi altyapıya büyük önem veren iki köklü kulübün efsanesi konumunda olan Hollandalı, halen ikisi üzerinde de hatırı sayılır bir nüfuza sahip. Cruyff Ajax’ın başındayken kökleri Rinus Michels’e kadar uzanan mükemmel bir altyapı sistemi mevcuttu. Onun sihirli dokunuşları ile sistem kusursuzlaşmaya başladı ve 4-3-3 kültürünü de iyice benimseyerek adeta ete kemiğe bürünmüş oldu.

Ajax’a Luis van Gaal yönetiminde 1995 Şampiyonlar Ligi kupasını getiren gençlik aşısının 4 önemli antikoru vardı: teknik, oyun zekası, kişilik ve hız. Bunlardan son ikisi doğuştan gelen yetenekler olsa da ön plana çıkarılmalıydı. Son ikisi ise futbolcunun kariyeri el verdiği sürece gelişmeyi sürdürebilen özelliklerdi. Yıllar yılı bir Ajax geleneği olarak eski De Meer Stadı’nın atmosferinde yer edinen bu sistem, 1995 zaferinin ardından Bosman kurallarının yürürlüğe girişiyle yara aldı. Daha büyük denizlere yelken açmak üzere yuvadan uçan yeteneklerini tutamayan Ajax, başarıya uzanan yolu kısaltmak uğruna yılların geleneğinden ödün vermeye başladı. Gençliğinde De Meer’in soyunma odasındaki havayı koklamış kişilerin yönetimdeki ağırlığı azalınca da son 10 yılda sadece Sneijder ile Van der Vaart’ı sahneye çıkarabilmiş bir Ajax ortaya çıktı. Nitekim Cruyff’un perde arkasındaki suflörlüğüyle takımın başına geçen Frank de Boer, gençlik tohumlarını tekrar ekerek Ajax’a 7 yıl aradan sonra ilk lig şampiyonluğunu getirdi.

La Masia'nın üç pırlantası: Messi, Xavi, Iniesta

1978 yazında futbolcu olarak Barcelona’ya veda eden Cruyff, kulüp başkanı Josep Nunez’e La Masia’da kurulabilecek sıra dışı bir altyapı sistemi hakkında öneriler sunmuştu. Sarı Fare’yi dinleyen Nunez hemen ertesi yıl bu şirin binayı bir oyuncu yetiştirme merkezine dönüştürüyordu. İlk mezunlardan Guillermo Amor, Carles Busquets ve Josep Guardiola ise 1988 yılında kulübe teknik direktör olarak dönen Cruyff sayesinde A takımdaki ilk maçlarına çıkıyordu. Bol pas, hücum pres ve topa olabildiğince sahip olmaya dayanan felsefenin dalları bugün Xavi, Iniesta, Messi ve Puyol gibilerinin ayak uçlarına kadar uzanıyor.

Altyapı Ticareti
Ajax’ın Bosman kuralları sonucu De Teokomst’taki gençlik ruhunu yabana atıp kulüp bütçesini zorlayan transferlere girişmesi, uzun vadede kulübün başarısızlığına temel hazırlamıştı. Geleneklerinden vazgeçmeseydi bile Ajax muhtemelen Avrupa’nın en büyükleri arasında yer alamayacaktı. Ne var ki Bosman sonrası yeni futbol düzeninde Porto ve Lyon’un bugünkü politikasını çok önceden uygulayıp zirveyi zorlamaya rahatlıkla devam edebilirdi.

Karim Benzema yüksek uçuşa geçerken...

Portekiz ve Fransa’nın iki güzide kulübüne kalıcı başarı kazandıran üç ortak özellik mevcut. Öncelikle hem Porto hem de Lyon kendi ülkelerinin zirve takımlarından olsa da, ikisini de Avrupa futbolunun elit kulüpleri arasında göstermek zor. Hal böyle olunca sıra dışı yeteneğe sahip bir futbolcuyu takımda tutmak günün koşullarında zorlaşıyor. Zira Porto ve Lyon, Avrupa çapındaki bir yeteneğe hak ettiği uluslararası kupaları, prestiji ve maddi geliri sağlama garantisi verebilen kulüpler değil. İşte bu nokta, Porto ve Lyon’un ticari başarısının temelini oluşturan ikinci unsurun yolunu açıyor: “futbolcuya değerinden fazlası veriliyorsa sat!”. Olympique Lyon’un Ligue 1’ın yanı sıra Avrupa kupalarında da zirveye oynadığı 2005 - 2010 arasındaki dönemde Essien, M. Diarra, Malouda, Abidal, Tiago, Ben Arfa ve Benzema’dan elde ettiği transfer geliri tam 160 milyon €, yani sezon başına 32 milyon €. Porto’nun ise en nihayetinde Avrupa Ligi şampiyonluğuna uzanan son 5 sezonunda Pepe, Anderson, Quaresma, Lucho Gonzalez, Lisandro Lopez, Bruno Alves ve Falcao’nun satışından kazandığı para 192 milyon €’yu buluyor.

İki kulübün üçüncü anahtar özelliği, yıldız bir oyuncuyu elden çıkarmadan önce mutlaka ona benzer potansiyel taşıyan bir alternatif bulabilmeleri. Örneğin Porto Quaresma’yı Inter’e yolcu ederken yerine gelecek isim, şimdilerde onu hiç de aratmayan Hulk’tan başkası değildi. Aynı şekilde Lisandro Lopez Lyon’a giderken onun geçtiği yollardan Falcao yürüyecekti. Bu sezon Atletico Madrid’e transfer olurken onun yerini alan isimse Kleber oldu. Keza Lyon da Lisandro ile anlaştığında Benzema’yı Real Madrid’e göndermeye çoktan karar vermişti. Juninho ise Katar’a giderken yerini Michel Bastos gibi bir cevherin alacağından muhtemelen haberdardı. Özetle bu üç özellik sayesinde Porto ve Lyon sürekli ve düzenli bir devinim sağlamayı başarırken, aynı zamanda potansiyel yeteneğin kokusunu herkesten önce alarak bu dalda sivrilmeyi ve böylece zamanı geldiğinde tok satıcı olmayı biliyor.

Sir Alex Ferguson, 'adam' ettiği gençleriyle nostalji halinde

Ferguson mu Wenger mi?
28 Ağustos günü Manchester United ile Arsenal arasında oynanan Premier Lig maçı, ilkeleri arasında oyuncu yetiştirmeyi ilk sıralara yazan iki teknik adamı karşı karşıya getiriyordu. Nitekim 90 dakika sonunda Alex Ferguson’un ekibine tam 8 golle boyun eğen Arsene Wenger, yıllar sonra transfer anlayışında değişikliklere gitmek zorunda kalacaktı. 2003/04 sezonunda ligi namağlup bitiren ve Arsenal kariyerinde zirveyi gören Fransız teknik adam, o günlerdeki bir söyleşide bugünkü imajıyla çelişen sözler sarf etmişti. “Bir kalecinin en verimli olduğu yaş 30-35 arasıdır. Stoper için bu aralık 26-34, orta saha için 26-32, forvet için ise 24-30’dur. Bunların zirve yaşları olduğu konusunda ikna olmuş durumdayım”. Bu sözlerin genel anlamda doğruluğu kabul edilebilir ancak Wenger’in o sezon da uyguladığı, sonrasında daha da yoğunlaştırdığı gençlik politikası bu sözlerle uyumlu değildi. Bu yönde sorulan başka bir soruya ise; “bir futbolcu bu yaşlardan önce bile zirve potansiyeline yakın oynayabiliyorsa sıra dışı bir yeteneğe sahiptir. Onu oynatmak için çok şüphe duymam” diye cevap vermişti.

Wenger’in problemi aslında tam da bu noktada yer alıyor. Futbolcudaki potansiyeli keşfedip onu yetiştirme konusunda Fransız teknik adamın aslında Alex Ferguson’dan aşağı kalır bir yanı yok. Ne var ki tecrübeli İskoç, genç bir yeteneği ne zaman sahaya sıklıkla sürmeye başlayacağını Wenger’den daha iyi biliyor. 28 Ağustos’taki maçta sahada olan ve sezona şimdiden isimlerini kazıyan Cleverley, Smalling, Jones, Welbeck gibileri bunun en güzel örneği. Yakın geçmişteki Chicarito, Evans, Fletcher ve Da Silva kerdeşler de cabası. Bu noktada Ferguson’un genç bir oyuncuda yetenek ve oyunu okumadan öte karaktere de büyük önem verdiği sır değil. Tüm bunlara sahip bir genç futbolcunun ise her daim şansı olduğunu ve yeterince iyi bir genci oynatmaktan çekinmeyeceğini de dile getiriyor Sir.

Wenger'in namağlup ve çok da genç olmayan Arsenal'i

İki teknik adamın ortak yönleri de yok değil. Öncelikle bir yeteneği takıma katmadan önce onu uzun uzun takip etmeyi tercih ediyorlar. Öyle ki, Reyes’i bile iki yıl boyunca her dakikasını takip edip idmanlarını dahi izleyerek transfer etti Wenger. Ayrıca her ikisinin de çok güvendiği yetenek avcılarından oluşan ekipleri mevcut. Özellikle Chicarito’nun 2010 Dünya Kupası başlamadan hemen önce Manchester’a getirilmesi  takdire şayan. Son olarak Wenger de Ferguson da ilk 11’i zorlamaya başlayan oyuncularını kiralık olarak göndererek onları olgunlaştırma yolunu tercih ediyor.

Alman Rönesansı
Geçtiğimiz sezon Wolfsburg’da görev yapan İngiliz teknik adam Steve McClaren, buradaki bir anısını unutamaz. Henüz 21 yaşındaki bir oyuncusuyla sohbet ederken söz taktiklere gelir ve McClaren oyuncusuna kısa bir test yapmayı düşünür. Ona bir sonraki rakiplerinin oyun sistemini artılarıyla ve eksileriyle anlatarak bu maçta nasıl oynamaları gerektiğini sorar. Oyuncu kalemi eline alır ve tahtaya çizmeye başlar. Neden topsuz oyunda geride üç adam bulundurmak gerektiğini, sol açığın nasıl hareket edeceğini, nerede pres yapacaklarını bir bir sıralar. Öyle ki, McClaren bir ara onun notlarını okumuş olduğundan şüphelenir ve bunları nasıl bildiğini sorar. Oyuncunun cevabı basittir: “biz bunları 12 yaşından beri öğreniyoruz.”

Bugünün ve  geleceğin Alman Milli Takımı

EURO 2000’de grup sonuncusu olarak turnuvaya erken veda eden Almanya Milli Takımı, kaderini değiştirmek için hiç beklemedi. Yıllık 20 milyon €’luk bütçeye sahip proje sonucu federasyon, ülkede 366 noktada yetenek geliştirme merkezleri kurdu. 11-14 yaş arası 14 bin genç bu akademilerde futbolun temellerini öğrendi. Bundesliga’nın ilk iki ligindeki 36 takımın akademilerle ortak çalışması zorunlu tutuldu. Böylece kulüpler, zengin bir yetenek havuzundan eşit şartlarda faydalanma ve onu geliştirme imkanı buldu. Üstelik her akademide en az 12 futbolcunun Alman Milli Takımı adına oynayabilme şartı konuldu. Ayrıca bir Bundesliga kulübünde herhangi bir kişi veya kurumun %49’dan fazla hisse sahibi olması yasaklandı.

Tüm bu yatırımların sonuçları ortada. 2002’de %60’lara tırmanan Bundesliga’daki yabancı oyuncu oranı, 2010’da %38’e düştü. Son üç sezonda 17, 19 ve 21 yaş altı turnuvalarda Avrupa şampiyonlukları elde edildi. 2010’da Güney Afrika’da mücadele eden 23 kişilik kadronun 19’u Bundesliga akademilerinden gelirken, kalan 4’ü Bundesliga 2 akademilerinde yetişti. Eski usülde güç ve dayanıklılığa dayanan sistemler demode olurken, tekniği ön plana çıkaran genç teknik adamlar başarılı oldu. Şampiyonlar Ligi’ne dört takım gönderen, Avrupa’nın daha da prestijli liglerine futbolcu ihraç eden, borcun ne olduğunu pek bilmeyen yepyeni bir Bundesliga ortaya çıktı.

Son Panzer: Mario Götze
Nitekim bir kulübün veya ligin başarı kazanmasının yolu, sadece pahalı oyuncu veya prestijli teknik adam ithal etmekten geçmiyor. Kimi zaman Cruyff gibi bir yetiştirici, bir kulübün ve birçok futbolcunun kaderini baştan yazabiliyor. Porto ve Lyon gibi genç oyuncuların hem yeteneğinden hem de bonservisinden fayda çıkaran kulüplerin ilerleyişi de parmak ısırtabiliyor. Wenger ve Ferguson’un takdire şayan  sabrı ve öğretmenliği, yeri gelince sahadaki oyundan bile öne çıkabiliyor. Almanya ise tüm bunları kapsamlı ve detaylı bir sistemde barındırarak topyekün Avrupa’nın zirvesini hedefleyebiliyor. Sonuçta gerçek başarı, pırlantanın kendisinden çok cevherine yapılan yatırımlarla ışık veriyor.

Not: TamSaha dergisinin Kasım sayısında yayımlanmıştır...

4 Kasım 2011

Messi 202 Gol


Bugün Messi için kim ne dese boş. Onu farklı biçimde övmek için belki de sofistike bir edebiyatçı olmak gerek! Klasik kelimeler yetersiz kalabiliyor çünkü. Buyrun Messi'nin Barcelona forması altında attığı 202 golün tamamı... Yoruma pek hacet kalmadan keyifle izlenesi...

3 Kasım 2011

Carlito’nun Yolu



Brian De Palma’nın ünlü filminde Al Pacino; hapisten henüz çıkmış, geçmişinden kurtulup yeni bir hayat planlayan eski bir mafya mensubunu canlandırır. Zor bir çocukluk geçiren, genç yaştan itibaren şirketlerin elinde oyuncak olan ve artık olgunluk çağını yaşayan Carlos Tevez de Manchester şehrinden temelli ayrılıp yolunu kendi çizmek istiyor.

Dünya futbolunu biraz olsun yakından takip eden herkes henüz 20 yaşında bile değilken tanırdı onu. Rotasını Avrupa’ya kırması için gün sayılırken birden Corinthians’ta gördük Tevez’i. Kimse bu radikal tercihin sebebini tam olarak anlamamışken 2 sene sonra West Ham’a imza attı. Artık bu iki transferin tam olarak kişisel bir ‘tercih’ olmadığı yavaş yavaş anlaşılıyordu. Derken Manchester’ın kırmızı ve mavi taraflarında başarılarla dolu ama mutsuz geçen zamanlar... Sürekli ayrılmak isteyen, ailesine özlem duyan ve zaman zaman futbolu bırakma noktasına kadar gelen Tevez’in halet-i ruhiyesini anlamak için gözle görülenden fazlasını sorgulamak gerek.

Gettodaki Çocuk
Arjantin Milli Takımı ev sahipliği yaptığı 1978 Dünya Kupası’nda zafere uzandığında Tevez’in doğmasına henüz 6 yıl vardı. Askerî cunta ile yönetilen ve fakirliğin kol gezdiği Buenos Aires sokakları, dünyanın dört bir yanından gelecek olan misafirleri karşılamak için biraz ‘dağınık’ görünüyordu. Zira havaalanından şehir merkezine uzanan yolun etrafında sayısız gecekondu mahallesi mevcuttu ve şehir yönetimi bu yoksulluğu dünyaya gösterme niyetinde değildi. Bölgedeki 26 bin kişinin yeni evi olarak tasarlanan, yıllar sonra güven ve hijyen eksikliği sebebiyle yıkılacak olan kule gibi binalar tam da bu fakir görünümü tersine çevirmek amacıyla inşa edildi. Tevez’in tüm çocukluğu ise ülkenin muhtemelen en az önemsenen insanlarının yaşadığı ‘Fuerte Apache’ adlı bu bölgede geçti.

Boca'da gençlik günleri

“Çok zor zamanlar geçiridim. Hava karanlıkken pencereden baktığınızda gördüğünüz manzaradan korkmamanız mümkün değildi. Belli bir saatten sonra dışarı bile çıkamazdınız ve bu inanılmazdı. Yanlış yolu seçip kolaylıkla bir uyuşturucu satıcısı olabilirdim ve sonum feci olabilirdi. Yine de güzel bir çocukluğum oldu çünkü bugün beni onurlandıran erdemleri o zamanlar öğrendim: saygı, alçakgönüllülük ve fedakârlık”. Bu değerleri gerçekten içinde barındıran Tevez gibi bir kişinin o günlerini ve ona bir anlamda öğretmenlik eden büyüdüğü yeri unutmasını bekleyemeyiz. Henüz 10 aylıkken üzerine kaynar su dökülmesi sonucu yüzünde oluşan yaraları tedavi ettirmeyi tam da bu yüzden hiç istemedi. Keza bir sokak kavgası sonucu dişlerinde oluşan çarpıklıklar da ona geçmişini unutturmaması için aynen duruyor.

Belki de bahsettiği değerleri öylesine zorlu bir yerde edindiği için büyüdüğü bölgeye derin bir özlem duyuyor Tevez. Orada düşe kalka öğrendikleri, Fuerte Apache’yi ve Arjantin’i onun için vazgeçilmez hale getiriyor. İçten içe orayı savunmak istemesi bu yüzden doğal görünebilir. 2001 yılında düzenlenen 17 Yaş Altı Dünya Kupası’nda yarı finalde Fransa’ya yenildikten sonra bir haber alır Tevez. Buna göre en yakın çocukluk arkadaşı, bulaştığı bir mafya çatışması esnasında vurularak hayatını kaybeder. Tevez’in dünyası, kaçan finalden sonra birkaç kat daha kararır ama o Fuerte Apache’yi yine de lanetleyemez: “Böyle şeyler sadece orada meydana gelmiyor. Nerede bir çalıntı vakası olsa hırsızın Fuerte’den geldiğini söylerler. Çok saçma! Fuerte’de sakin bir hayat sürmek isteseniz bunu yapabilirsiniz. Orası hakkında konuşmak için önce orada yaşamış olmanız gerek.”  İşte bunları hisseden birinin oynadığı hiçbir kulübe bir türlü gönülden bağlanamaması ve yaşadığı hiçbir şehri sevememesi anormal görünmemeli.

Kısa süren Corinthians macerasında da başarılıydı

Şirketlerin Elinde
Peki, Tevez neden kariyerinin şekil almaya başlayacağı erken dönemlerde beklenmedik takımlara transfer oldu? Bu sorunun arkasındaki başlıca aktörün Kia Joorabchian adlı İran kökenli ve İngiltere’de eğitim görmüş işadamı olduğunu söyleyebiliriz. 2004 yılında Brezilya kulübü Corinthians’ı satın almak için kurduğu Media Sports Investments (MSI) adlı şirket sayesinde futbol dünyasına iddialı bir giriş yapmak istedi Joorabchian. Aynı yıl içerisinde Tevez’i takımına katmak için ödediği 22 milyon $, bir Güney Amerika kulübü için rekordu. Zamanla tecrübesizliğinden faydalanarak Tevez’in ekonomik haklarını da MSI bünyesine katan Joorabchian işleri hızla büyüttü ve gözünü Premier Lig ekibi West Ham United’a dikti. 2006 yılında bu kulübü kontrol altına alacağından emin bir şekilde Tevez’i önceden West Ham’a transfer etse de satın alma işleminde başarısız oldu. Artık Tevez’in ekonomik ve ticarî hakları MSI’da, sportif hakkı da West Ham’daydı. Yani oyuncunun her türlü transfer ve kişisel sponsorluk anlaşmalarını MSI yönetirken, futbol oynama imkânını West Ham sağlayacaktı.

Olayın etik yanı uzun süre tartışılmasına ve West Ham’a 5,5 milyon £’luk rekor bir ceza verilmesine rağmen Tevez yeni kulübü için oynamaya devam edebildi. Sezon sonunda onu isteyen Manchester United’ın muhatabı ise West Ham değil, MSI’ın ta kendisiydi. İki tarafın 2007 yazında anlaşması sonucu Arjantinli oyuncunun sportif ve ticarî hakları, 2 yıl için toplam 11 milyon £’luk kiralama bedeli ile United’a geçiyordu. Ayrıca kalıcı bir transfer için ilk teklif verme hakkı da United’ındı. Fakat Tevez’in ekonomik hakları halen MSI’ın elinde kalacaktı.

West Ham taraftarı için her daim sürprizlerle doluydu.

Joorabchian’ın futbolcu hakları üzerinde yarattığı tehdidi iyiden iyiye fark eden FA, 2008 yazında Premier Lig’de lisanslı menajerler harici üçüncü şahısların transferler üzerinde söz sahibi olmasını yasakladı. Bu gelişme, 2009 Haziran’ında Manchester United ile sözleşmesi sona erecek olan Tevez’i çok yakından ilgilendiriyordu. O tarih geldiğinde Alex Ferguson onu halen kadrosunda görmek istiyordu. Ne var ki bunun için yeni kurallar gereği oyuncunun bonservisini MSI’dan alması gerekliydi ve Joorabchian ‘elindekini’ ucuza bırakacağa benzemiyordu. Bir gazeteci tarafından Tevez’in geleceği hakkında sorulan soruya Ferguson’un verdiği cevap ise, durumun nasıl bir çıkmaza girdiğini özetler nitelikteydi: “İşimiz çok zor çünkü müzakere ettiğimiz kurum bir kulüp değil, şirket!..” En nihayetinde United MSI’ın isteklerini karşılayamadı ve bunu fırsat bilen Şeyh Mansur yönetimi, Tevez’in bonservisiyle birlikte tüm haklarını 26 milyon £ karşılığında Manchester City bünyesine katmayı başardı.

Ekonomik haklarını henüz 20 yaşında bir çaylakken elinden kaçıran ve 5 yıl boyunca bir şirketin çıkarlarına alet edilen bir oyuncunun kendini sadece futbola vermesini ne kadar bekleyebilirsiniz? Kariyerini kendi başına planlayabilme gücünden uzun zaman yoksun kalan Tevez, MSI bünyesinde geçirdiği süre boyunca sahadaki etkinliğiyle her daim bunu becerdi. West Ham’ı son hafta Premier Lig’de tutan adam, Manchester United kariyerini de bir futbolcunun kulüp bazında isteyebileceği tüm büyük kupaları kazanarak noktaladı. İşte sadece bu yüzden bile Tevez’i güçlü kişiliğe sahip başarılı bir oyuncu sayabiliriz.

Sir ve Prens

İsyankâr Kaptan
Tevez Manchester’daki kırmızılı formasını çıkarıp maviliyi giyerken bunu gerçekten istiyor muydu bilemeyiz. Her şey bir yana, bir gün City’den ayrılmak istediğinde artık bunu kendi hür iradesiyle yapabilecek kadar özgürdü en azından. Taraftar tam anlamıyla ayaklanmıştı zira ezeli rakibe atılan çalımın önemi hiç de az değildi. Bu büyük beklentileri karşılamakta hiç gecikmedi Tevez. Oynadığı her maçta takımının istisnasız en önemli hücum silahı oydu. Zamanla Mancini’nin sisteminde olmazsa olmaz denebilecek bir mertebeye erişti ve hatta takım ona bağımlı hale geldi. Sezonu 23 gol ve 7 asistle kapatmasına rağmen Manchester şehrinde mutsuzdu Tevez ve ısrarla ayrılmak istediğini hiç saklamıyordu. Bu riski göze alamayan Mancini’nin ona ihtiyacı vardı ve isyankâr yıldızına yeni sezon öncesi kaptanlığı teslim etti.

'Şehir' kaptanı

Takımın doğal ve resmî lideri olarak Tevez’in müthiş formu tüm motivasyon sorunlarına rağmen devam ediyordu. Tüm o kafa bulanıklığını, aile özlemini ve kendi topraklarına duyduğu hasreti bir şekilde sahaya yansıtmadı hiçbir zaman. O sezonu da 20 gol ve 6 asistle kapatarak takımının 35 yıl aradan sonra ilk büyük zaferi olan Federasyon Kupası’nı havaya kaldırdı ve Şampiyonlar Ligi’nin yolunu açtı. Öte yandan Manchester City de sadece Tevez’e bağımlı bir ekip olmaktan çıkıp iyiden iyiye ‘takım’ hüviyeti kazanmıştı. Ne var ki Tevez’in derin mutsuzluğu bitmek bilmedi ve ayrılma arzusunu daha yüksek sesle haykırdı. Bu kez Mancini’nin eli daha kuvvetliydi çünkü takım içinde ipleri eline almaya başlayan David Silva’nın yanı sıra, tarzı Tevez’e çok benzer olan Agüero ile anlaşmıştı. Dolayısıyla kaptanlık pazubandını da ondan geri almak için pek tereddüt etmedi. Eski kulübü Corinthians onun için 35 milyon £’u gözden çıkarsa da City teklife yanaşmayınca Tevez yedek kulübesine mahkum kaldı. Takımının Bayern Münih ile oynadığı Şampiyonlar Ligi mücadelesinde oyuna girmeyi reddetmesi, City ile olan bağlarının kopması anlamına geliyordu.

Siyah ve beyaz gibi: Mancini & Tevez

Tevez’in Allianz Arena’daki davranışı birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Kimileri bu hareketi oldukça bencilce bulurken, bazıları da bunu modern futbolda oyuncuların teknik direktörden daha güçlü konuma gelmiş olmasına bile bağladı. Hatta Betfair firması, Old Trafford ve Etihad stadyumlarının önüne özel olarak giydirilmiş birer çöp kamyonu  koyarak taraftarları ‘Tevez’ formalarını imha etmeye davet etti ve olayı bir anlamda fırsata çevirmeye çalıştı! Fakat şu bir gerçek ki, çok az kişi Tevez’i yermeden önce onun geçmişini ve Manchester’daki derin yalnızlığını sorgulamayı akıl edebildi.

Tevez’in kaderi, elbette Carlito’nun Yolu’nda Al Pacino’nun hayat verdiği karakterinki gibi ölüm kalım meselesine kadar giden bir ikilem değil. Fuerte Apache gibi kenara atılmış bir bölgeden çıkıp bugün dünya futbolunun en önemli oyuncuları arasına giren birinin sıkıntılarını anlayabilmek adına belki de sadece Fuerte’de bulunmuş olmak bile yeterli değil. Birinin ona dair empati yapabilmesi için arkadaşının mafya tarafından öldürülmesi, ailesiyle arasına Atlas Okyanusu’nun girmesi, hatta geleceği uzun süre bir şirket tarafından prangalanmış halde kariyerini sürdürmesi gerek. Yine de ‘Carlito’, kariyerinin en olgun döneminde artık kendi yolunu belirleyebilecek özgürlüğe sahip. Yolu açık olsun...

Not: TamSaha dergisinin Kasım sayısında yayımlanmıştır...

2 Kasım 2011

TamSaha Kasım



Bursaspor'da oynarken de taraftarların sevgilisiydi, Trabzonspor formasını giyerken de... Şimdi Beşiktaş'ın oyuncusu ve taraftarın da teknik direktör Carvalhal'ın da gözdesi. Üstelik artık Millî Takım'ın da banko stoperi. Onu bu noktaya getiren sadece sahada her şeyini veren futbolcu olarak görünmesi değil, 29 yaşına karşın hâlâ öğrenmeye açık algısı ve mantalitesi. Egemen Korkmaz: Profesyonelliğin tescilli markası...

Bundesliga'nın önemli takımlarından Bayer Leverkusen'de forma giyen, Almanya Genç Milli Takımı'yla Avrupa Şampiyonluğu yaşayan ancak son tercihini Türkiye'den yana yapan genç bir yıldız adayı var karşımızda. 2009'da geçirdiği kaza sonucu alevlerin arasında kalan ve 7 ay futbol oynayamayan başarılı stoperin mayası futbolla yoğrulmuş. Ömer Toprak: Toprağında futbolculuk var!

Beşiktaş'ın alt yapısından yetişip Genç Millî Takımlarda attığı gollerle sivrildi. 16 yaşında yükseldiği Beşiktaş'ın A takımında Schuster'in gözdesi olmayı başardı. Yarım sezonu Bucaspor'da kiralık geçirdikten sonra biraz daha pişmesi için K. Karabükspor'a kiralandı. Sürati ve yerinde durmayan, devamlı pozisyon kovalayan oyun karakteriyle ele avuca sığmayan bir golcü portresi çiziyor. Ali Kuçik: Golü arayan adam!

Almanya'da Wolfsburg'un altyapısından yetişti, önce Duisburg, sonra da ülkemiz takımlarından Kayserispor'un yolunu tuttu. Genç ve gurbetçi oyuncuların ağırlıkta olduğu sar-kırmızılı ekipte yaptığı asistlerle dikkat çekti sezon başında. Hocası ona sağ açıkta görev verse de asıl mevkii forvet arkası olan genç oyuncu, bugüne gelene kadar yaşadıklarını bizlerle paylaştı. Sefa Yılmaz: "Türkiye'de futbol duygularla oynanıyor..."

Henüz 20 yaşında olmasına rağmen Belçika, Hollanda ve Almanya gibi üç farklı ülkede oynama şansına erişti. Kısacası futbola Belçika'da başladı, Hollanda'da yetişti, şimdilerde ise Almanya 2. Ligi'nde Aachen forması giyiyor. İşte hem sol açık hem de orta saha oynayabilen Ümit Millî Takımızın genç yıldız adayının hikâyesi… Alper Uludağ: "Tam bir takım oyuncusuyum..."

Genç Millî Takımlarımızın kalesinde başarıyla görev yapan, 17 yaşından itibaren Eintracht Frankfurt'un A takımında yer alan bir gurbetçi o. Düzgün bir fiziği, kalecilik yetenekleri, hırsı ve hepsinden önemlisi büyük hedefleri var. Sadece iyi bir kaleci olmakla yetinmeyeceğini, dünyanın en iyisi olmak istediğini söylüyor. Eğitim işini o kadar ciddiye almış ki, mesleki stajını sürdürdüğü fabrikada saat 06.00'da işbaşı yapıyor. Aykut Özer: "1 numara olmak istiyorum!"

Ayrıca, "Millî Takım: Heyecanlı bir Türk filmi!", "Hırvatistan: Yaşı küçük, başarısı büyük", "Euro 2012: Sadece iki tulumcu çıktı", "Euro 2012: Sürprize son iki adım", "Avrupa Futbol Şampiyonası Tarihi: Panzer destanından Panenka penaltısına", "Şampiyonlar Ligi: Aslan payı Manchester United'ın", "Buhran döneminde futbol", "Altyapı sanatı",  "Büyük hezimetler!",  "Carlos Tevez: Carlito'nun yolu", "Stadın da adı var",  "Video teknolojisi gerekli mi?", "Güney Kıbrıs: Avrupa'nın yükselen trendi", "Tribünler çiçek açtı" dosyalarıyla TamSaha'nın Kasım sayısında da futbol kültürünün değişik konularıyla, farklı bir içerik yer alıyor.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...