Subscribe Twitter Twitter

30 Mayıs 2011

Avrupa'da Gol Krallığı: Sezon Finali



İngiltere:    Tevez (Man. City)            21 gol
İspanya:      Ronaldo (R. Madrid)      40 gol
Almanya:   M. Gomez (Bayern)         28 gol
İtalya:          Di Natale (Udinese)          28 gol
Fransa:        Moussa Sow (Lille)           25 gol
Portekiz:    Hulk (Porto)                       23 gol
Hollanda:  Vleminckx (NEC)             22 gol
Türkiye:    Alex (Fenerbahçe)            28 gol


Sezon biterken Altın Ayakkabı fersahlık bir farkla Ronaldo'ya gidiyor. Ne var ki bu performans bile Portekizli'ye yalnızca Copa del Rey'i getirmeye yetti. Zira karşısında artık tanımlanamayan bir olguya dönüşen Barcelona varken zaten bu çok zordu. Bu arada sezonu 31 lig golüyle tamamlayan Messi'ye de bir selam çakmazsak ayıp olur. Aynı zamanda 12 Şampiyonlar Ligi golüyle bu kulvarda bir sezonda atılan en çok gol rekoruna van Nistelrooy'la ortak oldu böylece.


Listede takımına direk etki eden iki oyuncu Di Natale ve Alex... İkisi de 34. yaşlarını doldurmak üzere. Biri mütevazi kulübünü tarihinde ikinci kez Devler Ligi'ne sokarken, diğeri de takımına 4 yıllık aradan sonra şampiyonluk getirdi. Ve açıkçası ikisi de 28 golü bulmanın hiç de kolay olmadığı sert liglerde başardı bunu. Dolayısıyla bu ikili de büyük bir alkışı hak ediyor.


Son olarak listedeki sekiz ülkeden üçünün (Fransa, Portekiz ve Türkiye) gol kralı şampiyon takımdan çıkarken, ikisinin (İngiltere ve İspanya) golcüsü de lig kupasını kaldırdı. İngiltere demişken, sekiz ülke arasından en  kısır gol kralının Premier Lig'den çıkmış olması enteresan. Tabii Torres ve Drogba gibi adamlar eski formlarında değil. Adebayor'un da gidişi tepetaklak, ki zaten sezon ortasında Madrid'e adeta kaçmıştı. Ronaldo'nun formunda değişen bir şey olmasa bile o da artık La Liga'nın topçusu. Hal böyleyken ortam, takımını büyük ölçüde sırtlayan Tevez'e kalıyor. O da "ülkeme gideceğim, futbolu bırakacağım..." nidaları altında bir yere kadar zaten...

29 Mayıs 2011

Meşrutiyet

28 Mayıs 2011

Barcelona - Man Utd Öncesi...



Bu iki video, bu gece maç öncesi Wembley'in dev ekranında gösterilecek. İkisini de izleyince içi kıpırdanıyor insanın... Barcelona'nınki daha çok kulübün tarihteki Şampiyonlar Ligi macerasına odaklanırken, United'ın ekibi daha genel ele almış olayı. Bu arada iki kulübün de geçmişinde üçer Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu var ve ikisi de bunu ilk olarak Wembley'de kazandı. Man Utd 1968'de Matt Busby yönetiminde, Barça ise 1992 yılında Cruyff ile... İki maçın da görüntüleri videolarda var. Gecenin havasına erkenden girmek için ideal kareler...

26 Mayıs 2011

Transferler Patlarken


Sezon biter bitmez transfer incileri de patır patır dökülmeye başladı. Hatta şu postu yayınlamadan önce bile acaba yeni bir şey oldu mu diye baktım sağa sola. Önce Egemen'in Beşiktaş'a geçişini gördük, ki artık Türkçe'nin ikinci hatta üçüncü dil olmaya yüz tuttuğu Nevzat Demir Tesisleri için gerekliydi bu! Yabancı sınırına uyumlu kalmak için her maç türlü denklemlerle uğraşıyor zira Beşiktaş kenar yönetimi... Fernandes'in son haftalardaki çıkışı, takıma kalıcı olarak yerleşmesine yetti. Ben yine de soru işaretiyle bakıyorum. Veli Kavlak hakkında da yorum yapmak için erken. Buna yetecek kadar izleme şansım olmadı ve ayrıca Süper Lig'in bambaşka bir yer olduğunu hatırlamak gerek. Cenk Tosun gibi parlayabileceği gibi Erkan Zengin'in yolundan gidip ortadan kaybolabilir de... Ama yine de Ernst ve Bobo'yla anlaşıp önümüzdeki senenin takımını hazır edeceğini belirten yönetim halen niye Forlan gibi yıldız transferi peşinden koşar? Bir mantığı yok elbet, lig beşinciliğini unutturmak gerek bir yerde!..

Galatasaray'a bakacak olursak, sanırım taraftarın en güvenmediği transfer Fatih Terim. Ünal Aysal'ın pek göze batan popülist veya ütopik bir demeci duyulmadı. Elmander deseniz takıma hücumda basamak atlatacak cinsten. Selçuk İnan ise Barış - Ayhan - Mustafa Sarp üçlüsüne mecbur kalmış bir camia için ilaçtan öte bir transfer. Yalnız Fatih Terim'i bir kulüp takımının başında yüzü gülerken gördüğümüz son sezon, Fiorentina'nın başındaki 2000/01 sezonu. Uzun süredir yoğun maç ve antrenman temposuna hayli mesafeli. Bütün seneyi çöpe atabilir diyemeyiz ama en azından sezonun başlarında Galatasaray'ın önemli sıkıntı çekmesi şaşırtıcı olmayacak. Bu arada Drogba'yı 'the Telegraph' gibi önemli yabancı basın kuruluşları bile öncelikle Galatasaray'a yazıyor malum. Bu isme heyecanlanmayacak adam yok gerçi ama takım başarılı olduğunda yüzü gülüp, rüzgar tersine dönünce ortamı karıştırabilecekmiş gibi geliyor. Sadece bir öngörü...

Fenerbahçe'den şimdilik Emenike sesi geldi sadece. Bir de büyük ihtimalle Beşiktaş'ın bir türlü anlaşmaya varamadığı Sezer Öztürk...İlki bir ihtimal ama ikincisi direk yedek olmaya gelecek gibi. Eğer Aykut Kocaman bin bir güçlükle kurduğu taktiği değiştirip Emenike'yi Niang'ın yanına koyacaksa tamam. Bu uzak ihtimal. Ama sistem aynı olacaksa, sağlıklı olduğu sürece Niang ilk 11'de kalacaktır zaten. Yine de sıkışan maçları koparıp, arkasındakilere yeni çözümler sunması açısından ve kadro derinliği bakımından Emenike oldukça başarılı transfer.

25 Mayıs 2011

19 Yılda Man. Utd.


Şu fotoğrafın her futbolseverin arşivinde bulunması gerekir bana göre. 1992 yılında Ed Harrison yönetiminde FA Gençler Kupası'nı kazanan toy ekip, 2011'de Gary Neville'in jübilesinde aynı şekilde tekrar bir arada. Kulüp olmak bu işte... Bu adamları 19 yıl önce kendinize bağlar, istikrarlı bir yönetim altında onlarla kazanmadık kupa bırakmaz, bugün de bir jübile maçında toplayabilirseniz olmuş demektir. Hatta o derece ki Beckham kafasına krampon yemesine rağmen kırgın ayrılamadı bu kulüpten! Bu arada en arkadaki adamın adı da Terry Cooke'muş. Diğerleri kadar şanslı değilmiş ki yıllarca değişik kulüplerde kiralık ya da kısa süreli görev yapmış.

Son olarak, benzer fotoğrafı Barcelona için de birisi yapsa güzel olurdu..

22 Mayıs 2011

Ernesto

21 Mayıs 2011

Madrid, Lizbon, İstanbul


2 sezon önce Mesut, Nuri veya Hamit'ten herhangi birinin Real Madrid'te oynama ihtimali ne kadardı? En azından bizim buralardaki kamuoyuna çok yakın gelmiyordu. Nitekim Mourinho'nun yıldız transferden ziyade çok yönlü ve pratik oyuncularla çalışmayı sevmesi, "bizimkiler"e Madrid yollarını gösterdi. Bize de Real Madrid'i birkaç kat daha yakından takip etmek düştü. Tıpkı Portekizli'lerin sezon başında baş gösteren, Ocak'ta iyice artan Türkiye takibi gibi... Peki biz bu ülkeye Quaresma veya Simao gibilerinin gelebileceğini bilmiyor muyduk? Malum ki imkansız değil bir süredir böyle transferler.

Yıllardır İstanbul'a bir sürü ünlü oyuncu geliyor zaten ama kaç tanesi bizim Türkler'in Madrid'e gitmesindeki mantık doğrultusunda transfer edildi? Biz o ışıltılı isimleri takımı alsın götürsün, sırtında taşısın, her maçı neredeyse tek başına kazandırsın diye getiriyoruz çoğu zaman. Öte yandan Mourinho'nun Türk triosunun transferindeki felsefe, zaten olgunlaşmış takım oyununu bir veya birkaç adım daha ileri taşımaktan başkası değil. Hal böyleyken Hamit veya Nuri kazara (!) Türkiye'ye gelseydi o yıldız isimlerin 10'da biri kadar etki yaratmayacaktı. E tabi, bize Atatürk Havalimanı'nı yıktıracak adam lazım sonuçta! Takımı etrafında toplayacak pozitif adamları unuttuk, solo şov yapmaya meraklı isimlere aşık olduk. Ve halen akıllanacak gibi durmuyoruz. Öyle ki, yıldız bir oyuncunun ismi geçtiğinde dünyası pembeleşen, buna coşan taraftara artık acır oldum ben...

20 Mayıs 2011

Haftasonu Gelince...



20 Mayıs Cuma
20:00 Galatasaray-Konyaspor / Lig TV
20:00 İstanbul BŞB-Manisaspor / Digi

21 Mayıs Cumartesi
16:00 Bucaspor-Kayserispor / Lig TV
16:00 Ankaragücü-Antalyaspor / Digi
20:00 Gaziantepspor-Beşiktaş / Lig TV
20:00 Bursaspor-Gençlerbirliği / Digi
22:00 PSG-Lille / Kanal A

22 Mayıs Pazar
15:00 Eskişehirspor-Kasımpaşa / Lig TV
18:00 Manchester United-Blackpool / PL TV
20:00 Karabükspor-Trabzonspor / Lig TV
20:00 Sivasspor-Fenerbahçe / Spormax

23 Mayıs Pazartesi
16:00 Tavşanlı Linyitspor-Gaziantep BŞB / TRT
20:00 Orduspor-Ç.Rizespor / TRT

19 Mayıs 2011

Avram Grant: Ortası Olmayan Adam


Enteresan bir kariyer yolu var Avram Grant'ın. İngiltere'ye gelene kadar İsrail'de 4 lig şampiyonluğu ve 5 yerel kupa zaferi bulunuyor. El üstünde tutulan ve zirveye oynamaya alışmış biri yani kısaca. Mourinho'yu yolcu eden Abramovich, onun yerine yakın arkadaşı Grant'ı getirdikten sonra da İsrailli hocanın iyi gidişatı devam ediyor aslında. Ama bir türlü o bayrağı zirvenin en tepe noktasına dikemiyor! Premier Lig ve Şampiyonlar Ligi'nde Manchester United'ın ardından ikinci olurken, Lig Kupası'nda da yine finalde Tottenham'a takılıyor.

Ertesi sezonu takım çalıştırmadan geçiren Grant, 2009/10'un ortasında Portsmouth'u alıyor bu sefer. Düşmemeye oynayan takım, sezonu finansal zorluklarla birlikte son üçte tamamlayıp Championship yolunu tutuyor. Ama Grant yine bir şekilde zirveye yakın duruyor ve onca zorluğa rağmen FA Cup finaline yükseliyor. Yine de eski ekibi Chelsea'ye 1-0 yenilmekten kurtulamıyor. Böylece dibi ve zirveyi bir arada gördüğü Portsmouth'tan sezon sonunda ayrılıyor.

Bu sezonun başında ise West Ham'a geçti Avram Grant. Yalnız sezon boyunca bir türlü dikiş tutturamadı ve üzerinde daima kümede kalma baskısı taşıdı. Yine de Lig Kupası yarı finalinde Manchester United'ı 4-0 gibi bir skorla mağlup ederek tekrar adından bahsettirdi. Sezon sonunda ise West Ham'ın küme düşmesini engelleyemedi ve ezeli rakip Milwall'un taraftarlarının sevgisini (!) kazandı.

Sonuç olarak şu ana kadar Premier Lig'deki üç sezonunda dört gümüş madalyanın yanı sıra iki de takım düşürme performansı var Grant'ın. Kısa zaman diliminde hem zirveleri hem de dipleri görmek nasıl bir psikoloji yaratır merak etmiyor değilim. Ama belli ki adam ortalarda durmayı beceremiyor işte...

17 Mayıs 2011

Manchester United Anfield'ta


Liverpool taraftarının zamanında Manchester United için hazırladığı "18 kez şampiyon olunca gelin" diye güzel gönderme içeren bir pankartı vardı ya? Evet, gelmişler!.. Geçtiğimiz cumartesi 19. şampiyonluğu garantileyip Liverpool'u geçince ertesi günkü Liverpool - Tottenham maçı için organize şekilde Anfield'a gitmişler. Ciddi ciddi yukarıdaki pankartı asmışlar ve hemen en yakındaki çıkışın önünde onları bekleyen arabayla ortadan kaybolmuşlar! Fotoğrafı çeken arkadaş da bu çeteden tabi.

Cesaret ayakta alkışı hak ediyor ve bana Beşiktaşlı'ların 8 yıl önce Şükrü Saraçoğlu'nda bilhassa Fenerbahçeli taraftarlara bir şekilde astırdığı Cobarde Gallina Ortega (korkak tavuk Ortega) pankartını hatırlattı! İlkinin cesareti kadar ikincinin yaratıcılığı da unutulmaz. İkisinin de ortak özelliği ve güzel yanı ise eğlendirici olduğu kadar temiz pankartlar olmaları. Zira iki taraftar da ana avrat söven şeyler de yazabilirdi gayet..

16 Mayıs 2011

Ajax Şampiyon(muş)



Avrupa'nın en üst düzey liglerinden birinde son haftaya giriliyor. İlk sıradaki takım daha geçen sezonu şampiyon bitirmiş. İkinci ise ondan sadece bir puan geride. Bu iki takım, sezonun son maçında karşı karşıya geliyor. Ev sahibi mutlaka kazanmalı. Diğerine de aksi herhangi bir skor yetiyor. Evet, tahmin etmek için resmi görmeye gerek yok zaten!.. Hollanda Ligi'nde Ajax, Twente'yi 3-1 yenerek son haftada liderliği ve şampiyonluğu alıyor. Teknik direktör Frand de Boer'in aynı zamanda doğum günü ve takımını 7 yıl aradan sonra zirveye taşıyor. Üstelik pek de güzel bir 90 dakika oluyor.

Güzel bir hikaye yani değil mi? İnsan heyecanlı olacağını gayet hissediyor ve izlemek istiyor doğal olarak. Hollanda Ligi'nin yayın hakkı da Beyaz TV'de. Yani oturur izleriz diye düşünüyoruz doğal olarak. Yalnız sabah kalkınca görüyoruz ki o anda o kanalda uyduruk bir iş dünyası programı var. Maç ise ancak gece yarısına doğru banttan verilecek! Şimdi bana kimse kalkıp "bizde futbol çok seviliyor yea, Türkiye'de futbol sadece futbol" falan demesin. Türkiye'de sevilen şeyin futbolla uzaktan yakından alakası yok! Yine söylüyorum, tantanasını seviyoruz sadece bu oyunun. Kendisini değil.

Ekranlarda hangi takım olursa olsun güzel oyun izlemekten ziyade birkaç takımın uğruna "renk körü" olmuş o kadar insan var ki. İnsan kendini bayağı bir azınlık olarak hissediyor. Ellerini göbeğine koyup oturduğu yerden maça 'bakarken' "o kadar para alıyor koşacak oynayacak ulan" diye ahkam kesen adam Erman Toroğlu'yu da feyz alır, Ahmet Çakar'ın da gazına gelir, Sinan Engin'e de kulak verir pek tabi... Aslında anlamaz futboldan ama nedense onun hayatıdır bu oyun. Ama Bill Shankly'nin dediği gibi değil kesinlikle, aman karıştırmayalım! Böyle o kadar çok adam var ki!.. Durum böyle olunca da dünkü Ajax - Twente maçını izlemek isteyip isyan eden yeterli bir kamuoyu da oluşamıyor işte. Kime anlatacaksın ki derdini? Böyle bir çoğunluğa böyle yayınclık yakışır işte! Ha tabii bir de Papatyam...

Bu ülkede ne zaman pazar akşamları gürültü, gerginlik, birbirine karışan bağrışmalar yerine dolu dolu futbol programı görürsek o zaman o çoğunluk da işin güzel yanıyla tanışmış olacak. Çok mu istiyoruz yahu?

15 Mayıs 2011

Kahveci

14 Mayıs 2011

Ferguson'ın İlk Maçı


Fotoğraf, Alex Ferguson'ın Manchester United ile çıktığı ilk maçta çekilmiş. Görünen o ki, 25 yılda Sir'ün yüz ifadesi ve heyecanında değişen pek de bir şey yok. Tabii saçlar beyazlamış, biraz kısalmış ama nedense o kadar uğraşa rağmen neredeyse hiç dökülmemiş. Ağızda sakız var mı yok mu belli değil yalnız! O gün bu adam takımıyla 12 şampiyonluk yaşayacağını bırakın, Premier Lig diye bir kavramın kurulacağından bile habersizdi! Heyhat, bugünse İngiltere'nin en çok şampiyon olan kulübü unvanını aldı United ile. İnsan United hakkında hiçbir şey sevmese bile bir o, bir de Giggs sayesinde en azından kulübe saygı duyma gereği hissediyor. Ve hiç bırakmasınlar istiyor...

Bu arada yukarıdaki fotoğrafın çekildiği maç Oxford karşısındaydı ve bu ilk karşılaşmasından Ferguson 2-0 yenik ayrıldı...

13 Mayıs 2011

Haftasonu Gelince...


13 Mayıs Cuma
20:00 Antalyaspor-Karabükspor / Lig TV

14 Mayıs Cumartesi
14:45 Blackburn-Manchester United / PL TV
16:00 Konyaspor-Sivasspor / Lig TV
16:00 Manisaspor-Bucaspor / Digi Kanal
16:30 Dortmund-E.Frankfurt / TRT 3
17:00 Manchester City-Stoke City / NTV Spor (FA Cup Final)
20:00 Gençlerbirliği-Galatasaray / Lig TV
21:45 Milan-Cagliari / TV8
21:45 PSG-Lille / (Fransa Kupası Final)

15 Mayıs Pazar
12:00 UEFA U17 Final / Eurosport 2
13:30 Fiorentina-Bologna / TV8
14:00 Bank Asya 1. Lig 34. Hafta Maçları / TRT
14:00 Samsunspor-Rizespor / TRT 1
14:00 Diyarbakırspor-Gaziantep BB / TRT 6
14:00 Denizlispor-Orduspor / TRT Anadolu
15:30 Chelsea-Newcastle / PL TV
15:30 Ajax-Twente / Beyaz TV
16:00 Kayserispor-Gaziantepspor / Lig TV
16:00 Kasımpaşa-Bursaspor / Digi Kanal
16:00 Parma-Juventus / TV8
17:00 2. Lig Play-Off Çeyrek Final
18:00 Arsenal-Aston Villa / PL TV
18:00 Liverpool-Tottenham
20:00 Trabzonspor-İBB / Spormax
20:00 Fenerbahçe-Ankaragücü / Lig TV
20:30 2. Lig Play-Off Çeyrek Final
21:45 Napoli-Inter / TV8
22:00 Lorient-Marseille / Kanal A
22:00 Boca Juniors-River Plate

16 Mayıs Pazartesi
20:00 Beşiktaş-Eskişehirspor / Lig TV

11 Mayıs 2011

Ah Şu Direkler Olmasa


Yukarıdaki tablo yanlış veya geçmişe ait değil. Adamlar oturup uğraşmış, eğer direkten dönen toplar gol olsaydı Premier Lig'de puan durumu ne halde olurdu diye merak edip bunu hazırlamışlar. Bir Arsenal taraftarının bu tabloya bakıp kafasını duvarlara vurması pek muhtemel! Tam 19 puanları direkte patlamış ve bu şekilde 29 gol kaçmış çünkü. Hiç de az buz değil, tam tersine şampiyonluk yarışını direk etkileyen bir unsur olmuş aslında. Benzer şekilde Newcastle'da artık nasıl bir şans varsa rakip atakları birçok kez direkten dönmüş ve bu da onları 8 puan kaybedip düşme potasına girmekten kurtarmış. Bu iki takımın dışında direklerden muzdarip olup dramatik düşüş veya yükseliş imkanını yitiren yok gibi. Ama Wenger yıllardır neden hiç kupa kazanamadığını düşünürken direk faktörünü de göz önünde bulundurmalı galiba!

10 Mayıs 2011

‘Özel’ Bir 9 Yıl


Jose Mourinho’yu nasıl bilirsiniz? Lider, kibirli, gururlu, başarılı, kendini  beğenmiş biri olarak mı? Hakkında bu kadar tezat özellikler sıralanabiliyorsa, ortası olmayan bir adam diyebiliriz. Ancak artık tüm bunlardan bile daha öne çıkan bir niteliği daha var. Çünkü o, 9 yıl boyunca kariyerindeki 150 iç saha maçında hiç yenilgi görmemiş bir teknik direktör olarak tarihe geçti.

Takvimler 20 Şubat 2003’ü gösterirken Türkiye’deki birçok futbolseverin gözü, sürprizlere imza atarak UEFA Kupası’nda  4. Tur ilk maçına çıkan Denizlispor’un üzerindeydi. Lorient, Sparta Prag ve hatta O. Lyon geride bırakılmıştı ve şimdi sırada Porto daplasmanı vardı. Şüphesiz ki zorlu maç olacaktı çünkü rakibin teknik direktörü, sahasında bir başka güçlüydü ve ligde kendi evinde bir yıldır maç kaybetmiyordu. Nitekim o gece Horozlar’ın peri masalını sürdürmesini hayal eden binlerce kişi, 90 dakika sonunda 6-1’lik acı bir skora razı olarak Jose Mourinho ve onun iç saha performansı ile tanışmış oldu.

Dragao’dan Bernabeu’ya
O gece kendini Türkiye’ye 6 golle tanıtan Mourinho, sezon sonunda UEFA Kupası’nı kazanarak adını bu kez tüm Avrupa’ya duyurdu. Üstelik Porto’yu ligde de şampiyon yapmış, bunda kusursuz iç saha performansı büyük rol oynamıştı. O sezon evinde sadece bir beraberlik alan ve diğerlerini neredeyse güle oynaya kazanan Mourinho, bu namağlup gidişatının tam 150 maç boyunca devam edeceğinden habersizdi.

Ertesi sezon Dragao Stadı, Mourinho için daha da bol çiçekli bir bahçe olacaktı. Zira bu kez ligdeki hiçbir rakibi ondan puan bile alamayacaktı. 17 maçlık periyodu sadece 6 gol yiyerek tamamlayan Porto, buna karşın attığı 39 golle karşısındakini daha oyun başlamadan korkutur hale gelmişti. O sezon Şampiyonlar Ligi’ni de kazanınca Mourinho basamak atlamış, Dragao’daki serisini Stamford Bridge’e taşımıştı.


Chelsea’de izlediğimiz Mourinho artık daha olgun, kendine güvenen ve gururlu bir karakterdi. Sahasında yenilmek sanki tüm bu erdemleri silip atacakmışçasına 3,5 sezon boyunca bir kez bile seyircisi önünde rakibine boyun eğmedi. Portekiz’den çok daha zorlu bir ligde çalışmasına rağmen Stamford Bridge’de her karşısına çıkanın kalesine ortalama 2 gol bıraktı ve maç başına yarım gol bile yemedi. Kısacası kendini iyice bulduğu Chelsea’den, sonuca gitmeyi bilen ve rakibini etkisiz hale getirebilen güçlü bir kimlikle ayrılıyordu.

Londra’ya veda ederken iç saha yenilmezlik rekorunu tam 98 maça çıkarmıştı Mourinho. Birçok kişi, sıradaki durağı olan San Siro’da bu seriyi uzun süre devam ettiremeyeceğinden neredeyse emindi. O ise yine gittiği yere çabucak uyum sağladı. Tahmin edildiği gibi Portekiz ve İngiltere’dekinden daha fazla zorlandı ve Inter’deki 2 yılını 2,58’lik ortalama iç saha puanı ile tamamladı; ki çalıştırdığı diğer kulüplerde bu rakamın altına hiç düşmedi. Ama 38 maç sonucunda San Siro tribünleri ligde tek bir mağlubiyet bile görmedi. Mourinho ise 8,5 yıldır misafirlerini üzen bir efsane olarak Madrid’in yolunu tuttu. Bernabeu’da kazandığı 14 lig maçından sonra belki de en zayıf rakiplerinden biri olan Sporting Gijon’a 1-0 kaybedince, 9 yıllık müthiş serisi 151. maçında son bulmuş oldu.

Zorlu Bir Ada Sevdası
Evinde rahat olduğu 9 yıl boyunca Mourinho’nun her iç saha maçı kolay geçmedi. Birçok kez 3 puanı, hatta bir puanı bile alırken gayet zorlandığı anlar oldu. En çok rahat ettiği yer kendi ülkesi olan Portekiz’di; ki Dragao’da neredeyse hiçbir maçında ölüp ölüp dirilmedi Mourinho. Ne var ki İngiltere’ye ilk adımını attığı sezonda, işinin memleketindeki gibi kolay olmayacağını anladı.

Stamford Bridge’deki siftahı, aynı zamanda sezonun ilk maçı olan Manchester United’a karşıydı. Seyircisi önünde belki de olabilecek en zorlu maça daha yılın başında çıkmak, şüphesiz Mourinho’nun da hayal ettiği bir başlangıç değildi. Smertin, Geremi ve Kezman gibi şimdilerde kulağa pek uzak gelen futbolcuları barındıran kadrosuyla Ferguson’un karşısına çıktı. Nitekim Gudjohnsen ile maçın 15. dakikasında öne geçti ve üstünlüğünü maç sonuna kadar koruyarak Premier Lig’e güzel bir başlangıç yaptı. İlk adım her seferinde zordu ama gerisi yavaş yavaş geldi. Nisan ayını gördüğünde yoğun maç trafiğinin takımında yol açtığı yük, az daha Birmingham karşısında ona mağlubiyeti tattırıyordu. Pandiani’nin golüne ancak maçın sonları yaklaşırken Drogba ile cevap verebilen Chelsea, evinde bir puanı güçlükle kurtarmış oldu.


Lider kapatılan ilk sezonun ardından Stamford Bridge, Mourinho için itici güç haline gelmişti. Öyle ki, bu sahaya gelen rakipler zaten maça kafadan 1-0 yenik başlıyordu. O sezon evinde puan kaybettiği tek maç olan Charlton karşılaşması, onu en çok terletenler arasındaydı. Yine Gudjohnsen ile öne geçmişti ama takımı Darren Bent’in beraberlik golüne engel olamadı. 81. dakikada bir de 10 kişi kalınca tek puana razı geldi. Ayrıca birkaç hafta sonraki Tottenham karşılaşması tribünleri tam anlamıyla mest etmiş, son dakikada Gallas’ın attığı galibiyet golü ile gülen yine Mourinho olmuştu.

2006/07 sezonu, bir anlamda Portekizli’nin Ada’da duraklama devrine girdiği dönüm noktasıydı. Bu durum, onun Stamford Bridge’deki performansını da etkiledi ve 2,26 ile kariyerinin en düşük sezonluk iç saha puan ortalamasını elde etti. Deplasmanda kaybedilen puanların yanı sıra, evindeki beraberliklerin sayısı da alışıldık seviyede değildi. Hatta geriye düştüğü Arsenal maçında Mourinho’ya beraberliği son anda Essien getirdi. Bu şekilde, ligin 37. haftasında Manchester United’ı seyircisi önünde yenerek tekrar şampiyon olma ümidini adım adım kaybetti. Sonraki sezonun 6. haftasında Stamford Bridge’deki son maçına çıktı Mourinho. Taraftarına Blackburn karşısında golsüz beraberlikle veda ederken, birkaç ay sonra yenilmeden 99. iç saha maçına çıkmak üzere soluğu Inter’de aldı.

Çizme’de Zor Yıllar
Mourinho Portekiz ve İngiltere’de ne kadar başarılı olursa olsun; kültürü, oyun tarzı, sert defansı, medyası ve daha birçok unsuruyla İtalya’da bambaşka bir tecrübe tadacaktı. Üst üste 3 yıldır şampiyonluk yaşamaya alışmış Inter taraftarının beklentileri büyümüştü ve özellikle San Siro’da yenilgi almaya tahammülleri yoktu. Çizme’deki ilk lig maçı olan Sampdoria deplasmanından tek puanla dönünce, sonraki hafta Catania’yı ağırlamak bir nebze daha ağır bir yüke dönüşmüştü. Taraftarının önüne ilk kez çıktığı maçta şok bir golle yenik duruma düştü Mourinho. Ne var ki Quaresma daha bir dakika bile geçmeden ona beraberliği getiren golü hediye etti. Ancak bir kere başlayan terslikler henüz duracağa benzemiyordu, zira devre bitmeden Muntari Inter’i 10 kişi bıraktı. Buna rağmen Mourinho takımını tekrar düzlüğe çıkarmasını bildi. Kenardan yaptığı müdahaleler rakibi zora sokmaya başladı ve Inter’in öne geçmesi çok zaman almadı. 90 dakika evine mutlu bir şekilde giden taraftarlar, bir sonraki San Siro şöleninde Mourinho’nun evinde oynadığı art arda 100. karşılaşmadan da namağlup ayrılmasına tanık oldu.


Aynı sezonun 26. haftasında San Siro tribünleri, Mourinho’nun İtalya macerasında unutamayacağı bir mücadeleye sahne oldu. Rakip Roma’ydı ve lider Inter’in yoluna kayıpsız devam etmesi gerekiyordu. Ne var ki maçın henüz 30. dakikası bile dolmadan skor tabelasına bakan taraftarların gözüne ‘0-2’ ibaresi çarpıyordu. Nitekim iki takım soyunma odasına böylece gitti. Bir kıvılcım bekleyen mavi siyahlılar, ikinci yarının 5. dakikasında Balotelli ile umutlandı. Ancak vazgeçmeye niyeti olmayan Roma, farkı tekrar ikiye çıkarmak için çok beklemedi. Mourinho, artık iyice meşhur hale gelen yenilmezlik serisini 111. maçında bozacak gibiyken sahneye tekrar Balotelli çıktı. Son 10 dakikaya girerken hocasının şanını kurtaran ve 3-3’lük karşılamşada perdeyi kapatan isimse Hernan Crespo oldu.

Bir sonraki sezon aynı taraftarlar, en az Roma maçı kadar eğlenceli bir 90 dakika izledi. Palermo karşısında fırtınalar estiren Mourinho’nun ekibi, daha 43. dakikada skoru 4-0’a taşımıştı. Ne var ki ikinci yarıda Fabrizio Miccoli önderliğinde tersine esen rüzgar, durumu 18 dakika içinde 4-3’e getirivermişti. Giderek siyaha dönüşen pembe tablonun karşısında Milito eline fırçayı aldı ve maçın son anları yaklaşırken attığı golle skoru belirledi.

Rekorun Son Yılı
Şubat ayındaki Sampdoria maçı, gollerden veya mutlak pozisyonlardan ziyade havada uçuşan kartlarıyla olay oldu. Önce maçın henüz üçte biri geride kalmışken Samuel, ondan 7 dakika sonra da Cordoba kırmızı kartla oyun dışı kalınca Mourinho’nun tüm defansif planları alt üst oldu. Hâl böyle olunca Portekizli’nin dördüncü hakemle maç sonuna kadarki ‘koyu muhebbeti’ kimseyi şaşırtmadı. Bitiş düdüğüne 20 dakika kala rakip takımdan Pazzini de takımını 10 kişi bırakınca, 4 sarı ve 3 kırmızı kartın çıktığı karşılaşma golsüz sona erdi.

Mourinho’nun San Siro’daki son maçı, galibiyet halinde ona ikinci kez Scudetto’yu getirecekti ve sahada buna değecek bir mücadele vardı. Yalnızca 2 puan arkadaki Roma’nın nefesi takımın ensesindeyken puan kaybının bahsi bile geçmiyordu. Rakip Chievo maçın başında öne geçse de, Inter art arda gollerle devreyi 3-1 önde kapadı. İkinci yarının başında Balotelli takımının dördüncü golünü de atınca tribünlerden şampiyonluk şarkıları yükselmeye başladı. Ne var ki dakikalar 75’i gösterirken durum 4-3 oluvermişti. Şarkı söylemenin rahatlığı bir anda tekrar şampiyonluk stresine dönüşmüştü. Ancak Mourinho, sonuna kadar lider geldiği yarışı kolay bırakacak değildi. Nitekim o gece skoru korudu ve tribünlere bir kez daha şampiyon olarak veda etti.


Bernabeu’daki serüven, rekorun son bulduğu Sporting Gijon karşılaşmasına dek kayıpsız devam etti. Sahasındaki ilk maçı olan Osasuna karşısında takımı sezona tam hazır olmamasına rağmen tek golle sonuca ulaştı ve haftalarca evinde hiç zorluk çekmedi. Fakat Sevilla Bernabeu’ya geldiğinde Mourinho’nun Real Madrid’ini tam 7 sarı ve bir kırmızı kart bekliyordu. Son yarım saati 10 kişi oynamasına karşın Di Maria’nın güzel golü ona bir zafer daha kazandırdı. Aynı adreste bir sonraki rakip olan Villareal ise La Liga’da onu en çok zorlayan misafiriydi. Beyaz Şimşekler iki kez geride kalmasına rağmen soyunma odasına 2-2’lik skorla yol aldı. Maçın son 10 dakikasına girerken önce Ronaldo, ardından Kaka’nın golleri ile Portekizli’nin yenilmezlik serisi 145 maçı devirmiş oldu.

Ezeli Rekabetler
Jose Mourinho hakkında çok az bilgiye sahip birinin bile, onun meşhur sivri dilinden haberi vardır. Özellikle yoluna taş koyabilecek güçlü rakipleri hakkında iğneleyici sözler söyler, diğer teknik direktörlerle atışmaya girer ve onları çoğu zaman zor durumda bırakır. Nitekim onu güçlü kılan unsurlardan biri de, söylediklerinin her daim arkasında durabilmesidir. Hatta El Pais gazetesine veriği röportajda, tüm bu demeçlerin ve polemiklerin onun işinin bir parçası olduğunu savunur. Peki, dört önemli ligde takım çalıştıran Mourinho’nun büyük rakiplerine karşı uyguladığı bu taktik, iç saha avantajıyla bir araya gelince ne kadar meyve verdi?

Portekiz’de görev yaptığı süre boyunca Mourinho’yu en çok zorlayan ekipler, şaşırtıcı olmayan biçimde Benfica ve Sporting Lisbon’du. Dragao’da ezeli rakipleriyle oynadığı ve kayıpsız atlattığı dört müsabakada Porto 10 gol bulurken, kaleci Vitor Baia sadece iki kez topu filelerinde gördü. Stamford Bridge’de ise ‘Dört Büyükler’in diğer üçüne oldukça zor anlar yaşattı. Bu sahada Liverpool, Arsenal ve Manchester United ile 3 sezonda yapılan 9 lig karşılaşmasının 6’sından başı dik ayrılan Mourinho oldu. Özellikle Arsene Wenger ve Rafa Benitez ile tartışmaktan hiç çekinmediği bu süreçte takımı, toplamda attığı 10 gole karşın kalesinde sadece bir gol gördü.


İtalya’da çoğunlukla Roma, Milan ve Juventus ile kapışan Mourinho, bu ligdeki kariyeri boyunca evinde sadece başkent ekibini alt edemedi. Diğerlerini ise iki sezonda da eli boş yolcu etti. Böylece, özellikle Ranieri, Ancelotti ve Leonardo’ya yaptığı ‘güzellemelerle’ hatırlanacağı Çizme’deki 6 maçlık ‘devler ligi’ macerasına 11 gol atıp 5 tane yiyerek nokta koydu. İspanya’da ise tek rakibi Barcelona’yı Bernabeu’da ağırlamadan hemen önce, evindeki 151. maçta S. Gijon’a boyun eğdi.

Tarihinin altın sezonunu yaşayan Denizlispor, rüya gibi giden Avrupa serüveninde bu derece ‘özel biri’ tarafından durdurulacağını bilemezdi. Muhtemelen o gece Mourinho da kariyerinin sonraki 7 sezonuna 3 farklı ülkede 5 lig ve 2 Şampiyonlar Ligi kupası sığdıracağını hayal edemiyordu. Tüm bu başarıların üstüne kimi zaman heyecan dolu, bazen bol kartlı, birçok kez tartışmalı ve her daim namağlup 150 iç saha maçını sığdırmak da zaten sadece Özel Biri’ne mahsus olabilirdi.

Not: TamSaha dergisinin Mayıs sayısında yayımlanmıştır.

9 Mayıs 2011

Kim Bu Adam?

8 Mayıs 2011

Hudut

7 Mayıs 2011

Topsuz Barcelona



Bu video şimdiye kadar ezberlenmiştir belki ama aslında sırf blog arşivimde bulunsun diye yayınlıyorum! Hatta aynı kolajı Sacchi'nin Milan'ı için yapan biri de çıksaydı keşke. İkisinin de mantığı aynı; topsuz alandaki oyuncuların yayılımı ve yaptıkları doğru koşular. Birçok kişi maçı izlerken sadece top kimdeyse ona bakıyor, onun yaptığı doğrular ve yanlışlar direk ona mâl ediliyor. Halbuki takım oyunu denen şey tam da yukarıdaki işte. Messi'yi kahraman ilan ediyoruz her 90 dakika sonunda ama etrafındakilerin ona nasıl fırsat yarattığını yukarıdaki gibi net görebiliyor muyuz? Veya Busquets'in gerek Barcelona gerekse İspanya'da ne işe yaradığını hala sorgulayan varsa videonun sonlarında bir daha düşünsün derim. Nitekim sıradan görünen biri bile aslında basit görevleri kusursuz yaptığı anda takım oyunu içinde var olabiliyor.

6 Mayıs 2011

Haftasonu Gelince...


6 Mayıs Cuma
20:00 Eskişehirspor-Kayserispor / Lig TV

7 Mayıs Cumartesi
16:00 İBB-Antalyaspor / Lig TV
16:30 Werder Bremen-Dortmund / TRT 3 & TRT HD
17:00 Everton-Manchester City / PL TV & Spormax
19:30 Tottenham-Blackpool / Spormax & PL TV
20:00 Gaziantepspor-Manisaspor / Digi Kanal
20:00 Bursaspor-Beşiktaş / Lig TV
21:45 Roma-Milan / TV8 & Spormax
22:00 Nancy-Lille / Kanal A
23:00 Sevilla-Real Madrid / NTV Spor

8 Mayıs Pazar
13:00 Mallorca-Villareal / NTV Spor
14:00 Mersin İdman Yurdu-Boluspor / TRT 1
14:00 Gaziantep BB-Samsunspor / TRT 6
14:00 Wolves-West Brom / PL TV
16:00 Gençlerbirliği-Konyaspor / Lig TV
16:00 Inter-Fiorentina & Lecce-Napoli / TV8 (Dönüşümlü)
16:05 Stoke City-Arsenal / PL TV & Spormax
18:00 Monaco-PSG / Kanal A
18:10 MANCHESTER UNITED-CHELSEA / SPORMAX & PL TV
20:00 Barcelona-Espanyol / NTV Spor
20:00 Sivasspor-Ankaragücü / Digi Kanal
20:00 Bucaspor-Trabzonspor / Spormax
20:00 Karabükspor-Fenerbahçe / Lig TV
21:45 Genoa-Sampdoria
22:00 Lyon-Marseille / Kanal A

9 Mayıs Pazartesi
20:00 Galatasaray-Kasımpaşa / Lig TV
21:45 Juventus-Chievo / TV8
22:00 Fulham-Liverpool / PL TV & Spormax

5 Mayıs 2011

Fransa'da 'Siyah' Gündem


Doğal olarak ilk anda direk yalanlansa da, Fransa’da siyahi ve Kuzey Afrika kökenli oyunculara uygulanması düşünülen %30’luk kota fikrinin gerçek olduğu ortaya çıktı. Olaya en sert tepki gösteren Blanc da özür dilemek zorunda kaldı hatta. Ama sadece bu kadar!.. Fransa futbolunda önemli konuma sahip bir yönetici olan Mohammed Belkacemi, 2010 Kasım’ında yapılan toplantıyı başlattığını ve kasede kaydettiğini kabul etti. Guardian’a göre kasette birçok üst düzey yönetici, malum ırka mensup futbolcu sayısının azaltılması gerektiği konusunda hemfikir. Hatta milli takım teknik direktörlüğünü yürüten Blanc da net biçimde kendince “bizim kültürümüz ve tarihimizi taşıyan, fiziki güçten ziyade oyun zekası taşıyan oyuncular artmalı” diyor.

Avrupa ve dünya futboluna olan ilgimin 1998 Dünya Kupası’yla alevlendiğini rahatça söyleyebilirim. Haliyle o zamanki ve EURO 2000’deki Fransa da en dikkat çekici ekipti. Özellikle Laurent Blanc’ı, her maç öncesi Barthez’in kel kafasını öperken tanıdım. Şimdi görüyorum ki Barthez’in ten rengi biraz daha koyu olsa veya Barthez’in doğum yeri Kuzey Afrika’da yer alsa o sahneleri göremeyecekmişiz. Halbuki o takımda Thuram, Zidane, Henry, Vieira, Deseally ve daha nice “beyaz Fransız” olmayan oyuncu da “diğerleri” kadar sevinmedi mi kazanılan kupalara? Veya açık ten rengine sahip olsalardı daha mı mutlu hissedeceklerdi? Neresinden bakarsanız bakın şu çağa hiçbir türlü sığmayan bir zihniyet. Yine de şahsen bu rezalet ortaya çıkmadan önce böyle bir şeyi kim yapar diye sorsalar en çok da Fransızlar’dan beklerdim.


Kota skandalını bir iki kişinin üstüne yıkıp içinden sıyrılmak da kolay görünmüyor bu arada. Ortada birçok üst düzey futbol yöneticisinin ve milli takım teknik direktörünün konuyla ilgili “siyah” düşüncelerini sergileyen belge mevcut nitekim. Les Blues formasını halihazırda sırtında taşıyan Nasri, Benzema, Sagna, Evra, Ribery ve daha nice “az Fransız” ne düşünecek şimdi? Daha kötüsü, EURO 2012 öncesi çıkıp da bu oyunculara nasıl “hadi bizim için oynayın” diyecekler acaba? Hangisi Blanc’a masum bir gözle bakabilecek?

Mesut Özil Almanya’yı tercih ettiğinde Türkiye’de alabildiğine gereksiz, saçma ve aşırı milliyetçi tartışmalar döndü. Unutmadık… Biz burada yine boş yere kendi kendimize gerildik, Mesut ise kariyer basamaklarını güzelce tırmanmaya devam etti. Yolu daha da açık olsun, bizim ve onu anlayabilen herkesin göğsünü kabartmaya devam etsin. Şimdi bakıyorum ki bizdeki durum sanki o kadar da seviyesiz değilmiş. En azından Fransa’daki skandalın yanında bizde dönen tartışmalar hiçbir şeymiş.

4 Mayıs 2011

Hoşgeldin Abidal


İlk maçtan taşınıp gelen hakem hataları, kırmızı kartlar, türlü komplolar, verilmeyen goller derken şu fotoğraf hepsine "bırak Allaasen" dedirtti. Karaciğer tümöründen dolayı 2 aydır formasından uzak olan Abidal, biraz da mucizevi biçimde geri döndü çünkü. Son dakikalar oynanırken kulübeden çıkıp Puyol'un yerine sahaya girdiği anı galiba uzun süre unutmayacağım. 95 bin kişi gol olmuşçasına bağırıyor, onu alkışlıyordu. Maç sonunda da takım arkadaşları, ezeli rakiplerini elemiş olmaktan daha fazlasını Abidal adına hissediyordu sanki. Evet; Mascherano, Alves ve Busquets gibilerinin hareketleri yüzünden Barcelona o sempatikliğinden bir şeyler kaybetmiş olabilir. Ama bu görüntüler ve Messi - Xavi - Iniesta üçlüsünün varlığı, kulübün havasını korumasına fazlasıyla yetiyor.

3 Mayıs 2011

TamSaha Mayıs


TamSaha dergisinin Nisan sayısı yayında. Dünya ve Türkiye futbolunun gündemindeki konuları, röportaj ve dosyalarla ele alan derginin 78. sayısında, Bursaspor'un ünlü golcüsü Kenny Miller çarpıcı açıklamalar yapıyor. Rangers, Celtic ve yine Rangers forması giyen nadir oyunculardan Miller, Türkiye'ye geliş kararını yurtdışında futbol oynama arzusuna bağlarken, "Tercihinde para önemli bir faktör müydü?" sorumuza oldukça ilginç bir karşılık veriyor: "Ben döviz bürosu değilim!

Türk futbolunun umut bağladığı önemli kalecilerden birisi o. Bir dönem Trabzonspor kalesini istikrarla korudu, A Millî Takım oyuncusu oldu. Oynadığı iki Galatasaray maçında yediği gollerle çıkışı sekteye uğrasa da yine bir Galatasaray maçıyla adeta yeniden doğdu. Şampiyonluk yarışının en kızıştığı dönemde omuzlarına yüklenen sorumluluğu başarıyla taşıyor ve hedef olarak sezon sonunda mutlu sona ulaşmaktan başka bir şey düşünmüyor. Tolga Zengin: Küllerinden doğdu.

Bugün "Anadolu ihtilali" diye bahsettiğimiz başkaldırının meşale taşıyıcısı Eskişehirspor'dur. Bu hareket aslında bir şehrin ayaklanması, İstanbul hegemonyasına başkaldırısıdır. Ve bu başkaldırının arkasında, yediden yetmişe kenetlenen bir kitle yer alır. Bu kitlenin lideri ise Amigo Orhan adıyla maruf Orhan Erpek'tir: "Es-Es'in Kuvayi Milliye ruhu!"

Futbol altyapısını İsveç'te alan, yıldızı olduğu Hammarby takımıyla Avrupa kupalarına katılan ve Mustafa Denizli tarafından 2.5 sezon önce Beşiktaş'a getirilen bir kanat oyuncusu o. Beşiktaş'a gelirken yaşadıklarını, yedek kaldığı dönemi, Türkiye'deki futbolcuların hayat şartlarını çok çarpıcı ifadelerle ve büyük bir içtenlikle dile getiriyor. Erkan Zengin: "Türkiye'de futbolcular kral gibi"

Futbolseverler onu ilk olarak Trabzonspor'da tanımıştı. Ardından İstanbul Büyükşehir Belediyespor'da gördük kendisini. Pas yeteneğine bakılınca Xavi ve Iniesta'ya bile benzetebileceğimiz Ali Güzeldal, yaşadıklarını ve bir o kadar da eğlenceli iç dünyasını bizlerle paylaştı: "Sakatlığım sayesinde pas vermeyi keşfettim! "

Yıllarca Beşiktaş'ta üçüncü kaleci olarak kenarda bekledi. Kendisine kulüp aradığında bırakın Bank Asya 1. Lig'i, denendiği 2. Lig takımından bile yetersiz bulunup gönderildi. Bu sezonun ikinci yarısında transfer olduğu Sivasspor'da bulduğu şansı çok iyi değerlendirdi ve takımın üst üste kazandığı maçlarla küme düşme hattından sıyrılışına büyük katkı yaptı. Onun hikâyesi, genç ve yetenekli bir kalecinin fırsat verildiğinde neler yapabileceğinin kanıtı gibi. Korcan Çelikay: Değeri geç anlaşıldı.

Hakem ve yardımcı hakem kadrosunun yaşı en büyük üyesi. 43 yaşında ve 12 yıldır Süper Lig'de bayrak sallıyor. Bugüne kadar pek çok derbide ve bir kupa finalinde görev yaptı, 2003'te "yılın yardımcı hakemi" ödülünü aldı. Hakemler arasında "efsane" lakabıyla anılıyor. İnce ofsayt pozisyonlarında "topun sesini duyan adam" da o. Yıllarca askeri bandoda klarnet çaldığını öğrenince sesler konusundaki hassasiyetini anlamak mümkün. Ama o bu konuyu "gönlünü sahaya vermek"le açıklıyor. Selçuk Kaya: Çizgideki duayen.

Ayrıca, "Kupa sahibini buluyor"; "Avrupa'daki Futbolcuların Demografisi: Portekiz ve Türkiye altyapı fakiri", "Bank Asya 1. Lig Play-Off'u: Tek takıma bilet var!", "Sporda Şiddet Kanunu'nun getirdikleri", "Jose Mourinho: Çok özel bir 9 yıl", "Rogerio Ceni: 100'ler kulübünde bir kaleci", "Kafkasya Futbolu: Çeçenlerin umudu Gullit", "FC United: Demokrasinin beşiği", "U17 Güney Amerika Şampiyonası: Hayallerin peşinde!", "İkinci adamlar: Perde arkasındaki kahramanlar", "Futbol Ekonomi: İspanyol futbolunun diğer yüzü", "Armaların Dili: Mitoloji ve tarih sentezi", "Il Grande Torino: Siste kaybolan efsane", dosyalarıyla TamSaha'nın Mayıs sayısında da futbol kültürünün değişik konularıyla, farklı bir içerik yer alıyor.

2 Mayıs 2011

Avrupa'da Gol Krallığı: Mayıs



İngiltere:    Berbatov (Man. Utd.)     21 gol
İspanya:      Messi (Barcelona)            31 gol
Almanya:   M. Gomez (Bayern)         24 gol
İtalya:          Di Natale (Udinese)          26 gol
Fransa:        Moussa Sow (Lille)           21 gol
Portekiz:    Hulk (Porto)                       22 gol
Hollanda:  Vleminckx (NEC)             22 gol
Türkiye:    Alex (Fenerbahçe)            22 gol


Şu dakikadan sonra Altın Ayakkabı yarışında Messi'yi zorlayacak adam ayıp etmiş olur sanırım. Ligdeki 31 golünün yanında sezon toplamında 51 gole ulaşarak rekor kitaplarına göz kırpıyor artık. En merak ettiğim konu ise, Salı günü rakibi direk ezme amaçlı oynayacakları Real Madrid karşılaşmasındaki performansı olacak.


Listenin diğer isimlerine pek bir değişiklik yok. Keza olacak gibi de durmuyor aslında. Ancak Napoli'den Cavani, son bir çabayla Di Natale'yi geride bırakıp liginin kralı olabilir yine de.

1 Mayıs 2011

Babylon

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...