Subscribe Twitter Twitter

31 Mayıs 2010

İki İhtimal

İspanya futbolu hakkında bu aralar herkesin dilinde olan iki ihtimal var. Birincisi, İspanyolların bu yaz nihayet Dünya Kupası'nı kazanabilecekleri gerçeği. İkincisi ise Jose Mourinho'nun Real Madrid ile anlaşmak üzere olması. Kabaca baktığımız zaman ikisinin de olma olasılığı az değil. Hatta Mourinho'nunki kesin gibi. İşte bu durum, birinci ihtimalin gücünü az da olsa artırıyor aslında. Zira bu aralar İspanyol medyası, bu iki olasılıktan ikincisine çok daha fazla ağırlık veriyor. Özellikle Marca'nın her yanından Mourinho haberleri fışkırıyor. Öyle ki, geçtiğimiz salı günü adamakıllı bir dünya kupası haberini görmek anca 12. sayfada mümkün olabildi. Milli takım hak getire yani. İşte bu durum, özellikle Iniesta ve Torres'in iyileşmesini umutla bekleyen Del Bosque için tam bir nefes alma fırsatı. Üstüne gelebilecek, seçeneklerini uzun uzun masaya yatırabilecek bir medya yok gibi. Ayrıca son maça kadar devam eden La Liga şampiyonluğu yarışında yıpranan futbolcular için de daha iyi bir dinlenme olanağı var ortada.

Sonuçta Portekizli Mourinho, dolaylı yoldan İspanya ve Del Bosque'nin yükünü biraz olsun azaltmış görünüyor. Bakalım imzayı ne zaman atacak da İspanyol medyası 'rahatlayıp' milli takıma yönelecek...

29 Mayıs 2010

Brezilya vs İngiltere

'İngilizler için futbol, atletik bir egzersizdir. Brezilyalılar için ise bir oyundur.'

'İngilizler, bir dizi dripling yapan futbolcuya baş belası olarak bakar. Brezilyalılar içinse o bir virtüözdür.'

'İngiliz futbolu, iyi oynandığında bir senfoni orkestrası gibidir. Brezilya tarzı ise iyi oynandığında sıcak bir caz bandosu gibidir.'

'İngiliz futbolu, topun oyuncudan daha hızla hareket etmesini ister. Brezilya futbolu ise oyuncunun toptan hızlı hareket etmesini.'

'İngiliz futbolcu düşünür. Brezilyalı ise doğaçlama yapar.'


1949 yılında A Gazeta adlı yayın organında Tomas Mazzoni'nin yaptığı bir karşılaştırma. İtirazı olan?

25 Mayıs 2010

Hakem Farkı

Hakem tartışmalarıyla geçen bir sezonu daha geride bıraktık. Öyle ki; futbola yeni ilgi duymaya başlayan bir çocuk, maçların kulüp başkanları tarafından 'kazanıldığını' düşünebilir gayet. Hakemleri de onların günah keçisi olarak hayal edebilir. Sonuç kötüyse suçlu onlardır çünkü. İyiyse de maç onlara rağmen kazanılmıştır çoğu zaman. Kısaca bu topraklarda işleri iyi gitmeyen bir futbol kulübü varsa, ilk saldıracağı yer çoğunlukla hakemler olur.

Türk hakemlerinin art niyetli olduklarına hiç inanamamışımdır. "Satılmış hakem" klişesini çok duyduk ama gerçekten düzenli biçimde böyle bir durum olsaydı kolayca fark edilirdi sanki. Daha gerçekçi olan bir vaziyet var ki hakemlerimiz doğru dürüst korunmuyor. O kadar baskı yiyen adamların basına konuşmasına izin verilmiyor. Onu geçelim, MHK bile onları kollayıcı tavırdan çok uzak. Böyle olunca, o stres ve yalnızlık psikolojisi altında nasıl hata yapmasın ki bir insan? Buna biraz dayanabilen bir hakemin başarılı olması için az ama zor unsurlar var. Ya gerçekten yetenekli olacak ve kısa sürede sivrilecek, ya da eğer uzunca dayanabilecek kadar sabırlıysa bol bol maça çıkıp pratik yapacak. Yetenek konusunu işin uzmanlarına bırakmak gerek. Ayrıca tüm hakemlerin yeteneksiz olduğunu hayal bile edemiyorum. Ancak iş pratiğe gelince bir durup bakmak gerekiyor.

Geçtiğimiz sezon Süper Lig hakemlerini 5 büyük ligin hakemleriyle maç sayısı bazında karşılaştırdığımızda, bizimkilerin geride kaldığını görebiliyoruz. Belirtmekte fayda var; her ligde en az 5 maç yönetmiş olan hakemler ortalamaya dahil edildi. Sonuç olarak, ortalama bir hakemin bir sezonda yönettiği maç sayısında İngilizler 25 karşılaşma ile açık ara ilk sırada yer alıyor. Onları 18 maç ile İspanyollar takip ederken, Fransızlar 17'lik bir ortalama ile üçüncü oluyor. Sonra sırasıyla 15 ve 14 ile Almanya ve İtalya geliyor. Türkiye'ye ise ortalama 13'ün altında bir rakam düşüyor malesef. Bireysel bazda baktığımızda, Premier League hakemlerinden Mark Clattenburg'un tam 31 maça çıktığını görüyoruz. Geçtiğimiz cumartesi Şampiyonlar Ligi finalini yöneten ve ülkesini Dünya Kupası'nda da temsil edecek olan Howard Webb de 28 karşılaşma yönetmiş. Bizim buralarda ise Kuddusi Müftüoğlu sadece 20 maç ile ilk sırada bulunuyor. Bolca övgü alan Cüneyt Çakır da 16'dan yukarı gidememiş.

Sonuca bağlamak gerekirse... Sadece futbol sınırlarında değil, ne iş yaparsanız yapın tecrübenin önemi ayrıdır. Hele hakemlik gibi bir mevzuda bu çok gereklidir çünkü onu kitaptan öğrenemezsiniz. Sürekli birilerinden dinleyerek de... Hakemlik tarzında bir mesleği ancak iş üstündeyken adamakıllı kavrarsınız malum. Bunun için de bolca maç yönetmelisiniz ki o strese alışmanız kolaylaşsın. Pozisyonları süzme yetiniz artsın, karar alma süreciniz hızlansın, hata payınız azalsın vs... Bunları yapmaya çabalayan bir hakem de hata yapabilir tabii. Ama ya kendini savunabileceği bir ortam bulmalı, ya da onu koruyacak bir üst yönetimi olmalıdır. Böyle bir yönetimimiz yok malesef. Olmayınca hakemlerin kendilerini koruma fırsatı da olmuyor. Hatalı bir maç sonrasında tekrar sahaya çıkıp kendini kanıtlayabilecekken dinlendiriliyorlar. Bir kapalı kutu misali, basına demeç bile veremeden üstelik.

21 Mayıs 2010

Madrid'de Epik Final

Bir futbol sezonunu daha geride bırakmaya sadece bir maç kaldı. O da Avrupa'nın yeni kralını belirleyecek olan Şampiyonlar Ligi finali. Hikayesi bol bir turnuva oldu aslında. Yine 2. turun ötesine geçemeyen bir Real Madrid, nihayet yarı finali görebilen O. Lyon, Mourinho'nun Nou Camp seferi, yorgun savaşçı Rooney ve inanılmaz bir Messi... Böyle bir turnuvaya da yine hikayesi bol bir final yakışırdı zaten. Nitekim Inter ve Bayern Munich arasındaki mücadele daha başlamadan birçok önemli unsuru içinde barındırıyor.

Tarih sayfalarında, Devler Ligi'ni iki ayrı takımda kazanmış sadece iki teknik direktörün adı yazar. İlki Feyenoord ve Hamburg ile mutlu sonra ulaşan efsanevi hoca Ernst Happel. İkincisi ise Dortmund ve Bayern'i şampiyonluğa taşıyan Ottmar Hitzfeld. Bugünkü finalde takımlarını yönetecek olan Mourinho ve Van Gaal, bu listenin üçüncüsü olmaya adaylar. Zira biri 2004'te Porto ile kupayı kaldırırken, onun hocası da 1995'te gencecik bir Ajax'ı şampiyon yapıyordu.

İkinci önemli nokta, her iki kulübün de bu sezon hem lig hem federasyon kupasını kazanmış olmaları. Gayet başarılı birer yıl geçiriyorlar ve bunu mükemmelleştirmek için önlerinde sadece bir maç kaldı. Diğer bir deyişle kulak Van Gaal ile boynuz Mourinho'nun mücadelesi, pastalardan birinin üstüne küçük bir çilek tanesi koyacak.

Bernabeu'daki final, hem Bayern hem de Inter'deki birer oyuncu için farklı anlam taşıyor. Önceki sezon Real Madrid adına ter döken Robben ve Sneijder, geçen yaz transfer oldukları yeni takımlarına son derece iyi adapte oldular. Hatta ikisinin de takımını kurtardığı birçok maç sayabiliriz. Şimdi iki Hollandalının da hedefi, bir numaralı kupaya değerlerinin anlaşılmadığı o eski mabetlerinde uzanmak olacak.

Son olarak 2010 finalini ülkeler bazında değerlendirmekte fayda var. İngiltere, İspanya ve İtalya Şampiyonlar Ligi'ne 4'er takım gönderiyor. Onlardan sonra gelen Almanya, Fransa ve Rusya'nın kontenjanı ise 3. İşte tam İtalya ile Almanya bu ayrımın tam sınırında yer alıyor. Hatta şuradan görebileceğiniz gibi şu anda Almanya, İtalya'nın önüne bile geçti. Sonuçta finali kazanan takımın ülkesi (veya 120 dakikalık beraberlik durumunda Bayern [Almanya]), 2011-12 sezonundan itibaren Devler Ligi'ne 4 takım gönderebilecek.

19 Mayıs 2010

Ercan Saatçi Denen İnsan

Şu linke tıklayarak Hürriyet gazetesinde yer alan bir habere bakalım. Foto galeri olarak düzenlenmiş yazının başlığı "Fenerbahçe neden kaybetti, Bursa nasıl kazandı?". Cümlelerin kimin kaleminden döküldüğü belli aslında. O makamı uzaktan yakından hiç hak etmeyen, sırf birilerinin damadı diye ülkenin en köklü gazetelerinin birinde saçma sapan spor müdürlüğü yapan Ercan Saatçi'den bahsediyorum.

Malum yazıda ilerledikçe artık bu adamın ne kadar düştüğünü göreceksiniz. Futbolu sadece ve sadece masa başı oyunlarından ibaret sanmış olacak herhalde. Fener Trabzon'u moralman yumuşatmamış, Beşiktaş eksik kadroyla gitmiş, üstelik bir gol 'nedense' kendi kalesineymiş, Bursa'yı Levent Kızıl şampiyon yapmış vs... Daha bir sürü deli saçması var. Bir insan bu kadar mı körelebilir? Kendisinin gazeteci sıfatını zaten geçtik. Öyle değil çünkü kesinlikle, olmayabilir de. Ama madem bir şekilde o koltukta oturuyorsun, işini düzgün yapmaya çalışmak bir yana dursun, en azından etik değerlerini korumaya çalışırsın. Tarafsız olmamasını da geçtim; ki yazıdaki ithamlar taraflı birinin bile ancak fanatizm kokan bayat forumlara yazacağı türden.

Saatçi'nin gözünde bir Fener var, bir de diğer 'değersizler'... Takımı kazanırsa en büyük zaten odur. Kaybederse hakem taraflıdır veya rakip çirkeftir. Kötü bir sezon geçiriyorsa futbolcular 'kesinlikle' sahtekardır. Tersi durumda Fener yine her türlü engele rağmen başarmıştır. İşler bu sezonki gibi olunca da o küçük beyindeki tekdüze kıvrımlar şaşırıyor işte. Bu sefer kime ne giydireceğini bilemiyor. Zaten yapıcı olmaktan çok uzak bir şekilde yıkıcı olan bu insan iyice kontrolden çıkıyor. Biz de halk olarak bu adamın spor sayfalarını kabulleniyoruz öyle mi?

Bursaspor'un sonuna kadar hak edilmiş şampiyonluğu şüphesiz büyük bir devrimdir. Dört büyükler haricindekilere ilham vermesi, kendine güvensiz Türk teknik adamları silkindirmesi, daha çekişmeli ve zengin bir lig gibi sonuçlar tabii ki takdir edilmekten de öte. Ancak Ercan Saatçi gibi akıldan ve futbol sevgisinden yoksun fanatik yazarlar tayfasına da tokat gibi cevap vermiştir Bursaspor. Beni en çok sevindiren unsurlardan biri bu. Tabii bu sezon böyle oldu diye medyamız bu fanatiklerden ayıklanacak mı? Daha tarafsız ve dengeli gazeteler okuyabilecek miyiz? Yalan haberler önümüze konmayacak mı hiç? Sanki bunlar için biraz daha zaman var. En azından Bursa'nın yanına Eskişehir, Kayseri, Gaziantep gibileri eklenmeli ki Saatçi tayfasının o 'haram' ekmeği önünden alınmış olsun.

17 Mayıs 2010

Şampiyon Bursa



Maçlar bittiğinde sonuçlara inanamamıştım. Halen de sindirebilmiş değilim; ki Türk halkı olarak bu durumu hazmetmemizin aylar alacağını düşünüyorum. Şu son fotoğrafı, Fransız Devrimi öncesinde Bastille hapishanesinin basılmasına benzettim. İçlerinde yıllarca tutuklu kalan o kazanma güdüsünü tekrar hissetti Bursa halkı. Hem de şans eseri değil, hak ederek. Bu devrim üstüne çok yazılır, çizilir. Şimdi uyuma zamanı. Ve de uyanınca bunun bir rüya olmadığını anlama zamanı...

12 Mayıs 2010

Pehlivan McClaren

The Guardian'da yayımlanan yukarıdaki fotoğraf, Twente'ye tarihi bir başarı yaşatan Steve McClaren'ı olası talipleriyle özdeşleştirmiş. Yorum olarak da "iş teklifleri geledursun, Steve aynen Twente'de yaptığı gibi uyum sağlamayı umuyor" yazılmış. Adaylar arasında en muhtemeli Wolfsburg ama Galatasaray da gösterilmiş nedense. Hoş, MacClaren gelip buralara bu şekilde uyum sağlasa keşke! Yine de başarılı teknik direktörün pehlivanlığa alışması bile yerli medyaya uyum sağlamasından kolay olurdu... Zira sezon boyunca Rijkaard'a ne çift dalmadığı, ne de onu kündeye getirmediği kaldı skor basınının. Tabii Hollandalının sırtı henüz yere değmedi. Bakalım hangi taraf önce yorulacak...

9 Mayıs 2010

İkinci Olmak

Enteresan bir sezonu kapamak üzereyiz. Yazılacak çok şey var gerçi ama bu sene kaybedenler arasında enteresan durumlar söz konusu. Geçen hafta Hollanda'da Twente şampiyonluğunu ilan etmişti. Ancak Ajax'ın olağanüstü performansı bunun gölgesinde kaldı. Sezonu tam 106 gol ve 86 averaj ile 85 puanda noktaladı Martin Jol'ün ekibi. Onlardan sonra en skorer takım olan PSV'nin 72 golü var, ki bu sayı Ajax'ın averajına bile yaklaşamıyor. Tüm bu rakamlara bakınca böyle bir takımın ligi lider bitirmesini bekleyebilirsiniz ama futbol bu... Şaşırmak için her zaman bir şansınız olabiliyor.

Geride bıraktığımız haftasonu Chelsea de 4 yıllık aranın ardından şampiyon oldu. Hem de 103 gollü bir sezonun sonunda... Mükemmel bir grafik çizdi Maviler ve birinciliği hak ettiler. Yalnız Ada'da Rooney'nin Altın Ayakkabı'ya uzanamaması sanki şaşırtıcı oldu biraz. Sezon boyunca Messi ile beraber gayet sıradışı bir performansı vardı Avrupa çapında. Yalnız 30 Mart'taki Bayern maçında sakatlanması sadece kendisini değil, takımını da yaktı bir anlamda. Yılın son golünü de bu maçta kaydetti Rooney. Böylece henüz mart ayında ulaştığı 26 lig golünü daha fazla artıramadı ve gol krallığını Drogba'ya kaptırdı.

Kaybedenler kulübümüzün son üyesi muhtemelen haftaya İspanya'dan çıkacak. Bir takım düşünün ki ligdeki 37 maçın 31'ini kazansın. Üstelik bu süreçte 101 gol atsın ve 34 tane yesin. Topladığı puanlar 95'i bulsun final maçı öncesinde. Ancak bu takım yine de 2. sırada kalsın! Evet, Real Madrid'ten bahsediyoruz. Erken konuşmak gibi olmasın ama haftaya Hem R. Madrid hem de Barça kazanırsa, belki de tarihteki en müthiş ikincilik performansına imza atacak başkent ekibi. Transfere 250 milyon €'dan fazla harcamasına rağmen ezeli rakibini geçemeyecek muhtemelen.

6 Mayıs 2010

Yabancı Fetişizmi

Bu ülkede spor medyasını anlamak gerçekten güç. Nedense bir yabancı oyuncu takıntısı var ki akıllara zarar. Hem de yıllardır... Edirne'den içeri biraz popüler bir futbolcu gireceği zaman yer yerinden oynuyor. 3. dünya ülkesiyiz ya, biraz nam salmış yabancı bir futbolcu her daim sansasyoneldir çünkü! Önceden adını duymadığımız bir adam ise daha buraya ayak basmadan "süper hareketler" soslu videoları her yerde dolanıyor. Ayak bastığı anda da omuzlara alınıp tekrar yerden kesiliyor ya, ilginç işte! Burası Türkiye... Sonra oyuncuyu bulutların üzerinden indirebilene aşk olsun. Yazık; bilmiyor ki iki maç vasat oynayınca bu sefer de yerin dibine sokulacak.

Medyanın yabancı oyuncuları hem abartılı sevmesi, hem de onlardan neredeyse nefret etmesi doğal aslında. Nabza göre şerbet... Halk bunu istiyor, saçma sapan şekilde en çok bundan heyecan duyuyor. Hal böyleyken gazete sayfalarını açtığınız anda Brezilya dizisi okur gibi oluyorsunuz. O gidecekmiş, bu gelecekmiş, o teknik direktör şu kadar yabancı oyuncu takviyesi istemiş vs... Nereden biliyorsun ki? Buyrun Habertürk kaynaklı bir Milliyet haberine. Kısaca Rijkaard 5 futbolcu transfer etmek istiyormuş ve hepsi illaki yabancı olacakmış. Bu adam bunu söyler mi? İnanır mısınız? Bir de malum oyuncuların bir kısmı dünya çapında olmalıymış, yoksa Rijkaard'ın ayrılabileceğinden korkuyormuş GS yönetimi. Yabancı sevdalısıyız ya... Medyamız transfer dönemi yaklaşırken Hollandalıyı da hemen bizim dilimizden konuşturmaya başladı bile işte.

Şu haber de Lig TV'den ve daha komik!.. Bu sefer Beşiktaş, 9 yabancısını birden gönderme kararı almış. Hadi oldu diyelim... Ama bizimkiler meğer bunu resmen liste yapmış ve uluslararası menajerlere yollamış bile. Üstelik Milliyet'in aktardığına göre de Sivok ve Holosko'nun isimlerinin yanına "Dünya Kupası'nda oynayacak" diye not bile düşmüş! Güzel medyamız ya bu işleri gerçekten çocuk oyuncağı sanıyor, ya da okuyucusunu resmen aptal yerine koyuyor. Haberde ne imza var ne bir şey. Bütün cümleler "öğrenildi, bildirildi, ifade edildi, belirtildi" ile bitiyor. Kimden öğrendin, kim bildirdi, neden inanayım ben buna? Üstelik Beşiktaş kulübünün yabancı oyuncularına karşı ne garezi var da 9 tanesini toptan yolcu etsin? He tabi Quaresma gelecek nasılsa! O olmazsa zaten kulübün borcu da az, bomba transferler patlar eninde sonunda. Önümüzdeki haftalarda çok duyacağız zaten bunları değil mi?

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...