Öncelikle şehir on yıllardır neredeyse aynı kalmış gibi. Tarihte yaşıyorsunuz adeta. Bu güzel bir tad olsa da sokaklar hiç temiz ve tekin değil. Bir tane bile sokak hayvanı görmedim ama her köşede bir dilenci, evsiz veya şarapçı falan var! Özellikle metro ağı mükemmel ama insan kendini kesinlikle güvende hissetmiyor. Bir de hani ortaokulda dönen bir efsane vardı ya "Fransızlar eskiden tuvaletlerini sokağa yaparmış, kokuyu engellemek adına zamanla parfümü icat etmişler" diye... O hakkaten bir gerçek. Champs Elysees'de yürürken bina kenarına işeyen adam gördüm daha ne olsun. Halen devam eden bir gelenek midir nedir artık... Ama yine de Paris işte, iyi yanları kötüleri her türlü bastırıyor. En basit bir apartmanı bile ince döşemelerle, heykellerle dolu ve görkemli. Şehir bütünüyle etkiliyor insanı özetle.
Olayın futbol ayağına gelirsek... Eğitimde kaynaştığımız ecnebi arkadaşlardan ikisinin gayet futbol sevdalısı olduğunu öğrenmek zaman almadı haliyle. Muhabbetler de sarınca salı akşamı iki Türk, Milan taraftarı bir İsveçli ve bir Finlandiyalı kendimizi Paris'in (söylenene göre) en baba İngiliz pub'ına atıp Milan - Tottenham maçını izledik. Bira, hamburger ve etraftaki taraftarlar. Pek Tottenham taraftarı yok mudur nedir, beklediğim gibi ateşli bir ortam bulamadım ne var ki. Yine de izleyenler bilir ki maçın temposu dayanılmazdı, nerede olsa zevk alınırdı.
Eğitimden ve şehir gezmesinden dönüp otele girdiğimde yapacak pek bir şey kalmıyordu. Sadece TV karşısında uzanıp çektiğim resimlere falan bakmak ve yarının planını yapmak... TV derken BBC hariç biçbir kanalı anlamıyorum yalnız. Ama Canal + Sport için ayrı bir yer açmak lazım şimdi. Tartışmalardan hiçbir şey anlamadığım halde en çok onu izledim. Olay maç özetleri falan da değildi üstelik. Onlar da vardı elbet ama adamlar maçtan öyle anlar ve analizler üretiyor ki ağzım açık izledim. Messi nasıl yalancı 9 numarayı oynuyor, Wilshere nasıl alan daraltıyor, kim nerelere sürekli doğru koşular yapıyor vs... Hani bizde bir Piero sevdası almış gidiyor ama orada gerçekten analize doyuyor insan. Sadece koşulan mesafe, pas sayısı, şut sayısı veya ofsayt yorumları gibi tek başına yüzeysel istatistiklerden çok daha fazlası var özetle. İngilizce olsa İstanbul'da da pek alâ açıp izleyeceğim bir kanal ama Fransızca sıfır, n'apalım...
Paris'e gidip de Stade de France'ı turlamadan olmazdı. Buna da ancak dönüş uçağına birkaç saat kala zaman ayırabildim çünkü görülecek o kadar yer varken ve stad şehrin dışındayken anca o güne kaldı işte. Gayet düzgün ve futbol dışında da bir ton aktivite için kullanılıyor. Araba yarışı bile var, o derece... Yalnız stad turunu pek becerememiş Fransız arkadaşlar. Soyunma odasında onca forma varken gözler Zidane'ın '98 yazındaki formasını arıyor mesela. Barthez ve Thuram varken o niye yoktu anlamadım. Bir de stadın girişinde tükenmeye göz kırpan fotoğraf makinesinin pilleri, yeşil çimlere tam adım attığımda sıfırı tüketti. En büyük şanssızlığım da bu oldu, kısmet artık... Neyse ki benim için öyle müthiş değeri ve manası bulunan bir stad değildi. Nou Camp falan olsa makineyi tribüne fırlatırdım herhalde...
Son olarak Beşiktaş... Geldiğimden bu yana bırakın konuşmayı, takım hakkında düşünmeyi bile tercih etmiyorum. Nasıl bıraktım, nasıl buldum... Arada tam anlamıyla bir uçurum var ve bu düşüşü daha tam olarak idrak edemedim bile. Nasıl, neden, ne alaka diye sorup durasım geliyor her şey için ama zamana bırakmak en iyisi. Ben oradayken olan orada kalsın. Geriye dönüp bakmanın manası yok.
0 yorum:
Yorum Gönder