Subscribe Twitter Twitter

28 Nisan 2013

Almanlar ve Transfer Piyasası


Bayern ve Dortmund geçen hafta İspanyollar'ı dağıttıktan sonra İngiliz basını ateşler içinde yazılar üretmeye başladı. Doğal bir durum zira UEFA katsayı sıralamasında İspanya'ya zaten geçilmiş olan İngiltere, Almanlar'ın nefesini ensesinde hisseder oldu. Yeni Alman futbol düzenine methiyeler, para babalarının olmayışına imrenmeler, güç dengesinin Almanya'ya geçtiğini yazmalar vs... Doğruluk payı kuşkusuz çok ama klasik İngiliz abartısı da yok değil. En azından tüm bunlar iki maçla olacak bir devrim değil. Arkasında 10 yıla yakın bir hikaye var ve bahsedildiği gibi güç dengesinin artık Almanya'nın lehinde olması için aynı tutarlılıkla bir o kadar zamana daha ihtiyaç var. Gerek sportif, gerek altyapısal, gerekse de ekonomik anlamda...

Bunun olması hiç de imkansız değil. Bugüne bakmak gerekirse; Bayern ve Dortmund'un bu denli Avrupa futbolunun zirvesine çıkması, mutlaka transfer piyasasını sallayacak. Hatta bu durum, geçen yaz Kagawa'nın Man. United'a ve Nuri'nin R. Madrid'e transferinin ardından Götze'nin de Bayern'e imza atmasıyla başladı bile. Dortmund'un diğer yıldızı Lewandowski'nin de bir ayağı Man. United'ta gibi artık. Hummels ise Barcelona'nın bu yaz Neymar'dan sonraki en önemli hedefi. Tabi adamlar öyle sağlam bir ekonomik temelde ve öyle büyük bir potansiyelin üzerinde oturuyor ki, yuvadan kim uçsa yerine alternatifi rahatça geliyor. Marco Reus'un 17 milyon €'ya kolayca ikna edilebilmesi ve İlkay Gündoğan'ın bu sezon basamak atlayarak Nuri'yi hiç aratmaması bunun en güncel örneği. Kısacası Dortmund, başında Jurgen Klopp varken bu kayıpları telafi edecek güce sahip. Yeter ki kan kaybı çok hızlı olmasın...


Bayern ise yıllardır Almanya'da hangi rakip güçlense onun en iyi oyuncusunu kapmakla ünlü! Götze ve Lewandowski'ye böylesine hamleler yapmalarının altında yatan da bu. Fakat Lewandowski'yi United'a kaptıracaklarını anlayınca Luiz Suarez'e yöneldiler şimdi de. Hatta geçen yaz Reus'u da istemişlerdi ama Dortmund önce davrandı ve kârlı çıktı. Yine de Bayern'in atakları bitecek gibi görünmüyor.

Barcelona ve Real Madrid her daim transfer piyasasında güçlüydü ve öyle de olacak. Hatta R. Madrid bir başka Alman Schalke'li Draxler'in peşinde diye yazıldı bir ara. Premier Lig ekipleri ise Finansal Fair Play korkusuyla eskisi kadar rahat hareket edip bol keseden harcayamayacak. Aynı şekilde Fransa'yı temsilen PSG de... Yine de İngilizler zaten güçlü olan yayın gelirlerini muazzam seviyede artırarak ekonomik engellerin de üstesinden gelir ve piyasaya hızla geri döner gibi duruyor. Alman ekipleri ise böyle devam ettiği sürece hem transfer piyasasında hem de sportif anlamda yarışta kalır. Bayern tok alıcı ve bir yandan yetiştirici rolüne devam ederken, Dortmund da yetiştirici ve artık tok satıcı özelliğinin yanına alıcı rolünü de ekleyebilir. Fakat diğer Bundesliga ekipleri bu ikiliye ayak uyduramadığı sürece La Liga'daki gibi iki atlı bir yarışın oluşma tehlikesi de yok değil.

24 Nisan 2013

Bayern Fırtınası


Bayern Münih hakkında dolu dizgin cümleler kurabilmek için dünkü maçı beklemeye gerek yoktu. Sezonun başından beri dün akşamın sinyallerini veren, ortalarından beri de oyun tarzını mükemelleştiren bir takım görünümündeydi Bayern. Ayrıca ikinci turdaki ilk Arsenal maçından beri de Şampiyonlar Ligi'nin çok net favorisiydi benim için.

Dünkü maçı Barcelona devrinin sonu olarak nitelendirmek mümkün müdür peki? Gayet söylenebilir. Futbol 19. yüzyılın ortalarından beri oynanıyor ve 20. yüzyılın başlarından bu yana sürekli yeni akımlar doğuyor. Oyunu her daim takip edilir kılan şey ise bu akımları nötrleyen kontra-akımların da bir süre sonra mutlaka türemesi. Total futbol diye bir tarz icatt edilir, bunu Catenaccio alt etmeye başlar, sonrasında İngilizler oyuna tekrar damga vurur, onları da Sacchi'nin Milan'ı sonlandırır vs... Bu listeyi çok daha uzatmak mümkün.


Barcelona'da Guardiola devam etseydi bile 2009'da zirveye çıkan ve 2011'de bu zirveye birkaç tuğla eklenerek onu daha da yükselten ekolün geri dönmesi imkansızdı. Bunun sebebini ister aynı ekibin aynı uyumu bir noktadan sonra devam ettirememesinde arayın, ister diğer takımların zamanla bir panzehir bulmasında... Futbolun kendi dinamikleri bu iki ana madde çerçevesinde bir ana akımın uzun süre devam etmesini bir şekilde engelliyor. Bugün çıkış yolu arayan İtalyan futbounun 3'lü defansı tekrar moda haline getirmesi de buna benzer bir açılım.

Bayern'in Guardiola ile anlaşmasının altında kesinliklte müthiş bir mantık yatıyor. Zira Barcelona'nınkine benzer, ama ondan çok daha hızlı, direk ve fiziksel üstünlük içeren bir tarz bu. Dün sadece %38'lik bir topa sahip olma oranıyla Barça'ya 4 gol atmasının altında da bu üçünün müthiş birleşimi yatıyor.

Guardiola'nın Barcelona'dan ayrılma sebeplerinden en büyüğü; taktik anlayışın bir yerden sonra evrilmesinin zorlaşması ve rakiplere çözüm üretme şansı bırakmadan ufak değişimlere gitmenin iyice imkansızlaşmasıydı. İşin kötüsü, bu sezonki Bayern o kadar mükemmel ki Guardiola'nın bu çıtayı daha nerelere sürükleyebileceği tartışma konusu. Ve şahsen çok merak ettiğim, Bundesliga'yı yıldan yıla daha yakın takip etmemi sağlayan ve bunu artıracak olan bir nokta..

Bu arada TamSaha'nın Mayıs sayısında Bayern analizini detaylarıyla bulacaksınız, zamanlama mükemmel oldu!

7 Nisan 2013

Arsenal: Kupasız 8 Yıl



Arsenal’in başında 17. sezonunu geçiren Arsene Wenger, bu sürenin ikinci yarısını sadece tek bir kupa ile kapatmak üzere. Kulübün idare ediliş biçimi ve finansal yapısı her daim takdir toplasa bile, elde tutulamayan oyuncular ve sürekli değişen kadro dengesi sonucu takım sportif başarıya hasret durumda.

2005 Mayıs’ında Bergkamp, Ljungberg, Vieira, Ashley Cole ve Pires’li kadrosuyla Manchester United’ı deviren Arsenal, Federasyon Kupası’nı evine götürüyordu. Bir önceki sezonu nağmalup şampiyon kapatan efsane ekip hala rakiplerine korku salıyordu. Fakat o akşamın ardından kulüp müzesine başka hiçbir kupanın giremeyeceğini kimse tahmin bile edemezdi. O günden sonra lig ikinciliğini bile tadamayan Londra ekibi Federasyon Kupası’nda bir daha final göremezken, 2011’deki Lig Kupası finali de Birmingham’a kaybedildi. Bu süreçte Wenger’in ekibinin belki de en büyük başarısı, 2006 Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona’nın karşısına çıkmak oldu.

Kupasız dönemin en büyük başarısı

Wenger döneminde hiçbir sezonu Arsenal’in üzerinde bitiremeyen ezeli rakip Tottenham bile uzun süre sonra bunu başarmaya oldukça yakın. Üstelik Gareth Bale gibi Arsenal’in yıllardır özlemini çektiği bir dünya yıldızına sahipler ve Avrupa’da yola devam ediyorlar. Wenger’in takımı neredeyse her sezon bir süre hayal kırıklığı yaratırken, birkaç hafta boyunca da sonraki sezona dair büyük umutlar vaad ediyor. Peki bir türlü beklenen patlamayı yapamayan Topçular’ın sorunu ne?

Vadesi dolanlar
Arsene Wenger’in taktik anlayışı veya oyun tarzı herkes tarafından sevilmeyebilir. Fakat Fransız teknik adamın en saygın özelliği, tüm bunların ötesinde radikal düşünebilmesi ve tam bir futbol filozofu olması. Wenger’in fikir havuzundaki önemli unsurlardan biri de, belli yaş olgunluğuna erişmiş bir oyuncuya değerinden fazla tranfer bedeli verildiğinde onu satmak. Bu savın dışına çıkan ve emekli olana kadar Arsenal’de kalan yegâne büyük yetenek belki de Dennis Bergkamp. Zira Hollandalı yıldız kulübe geldiğinde zaten 26 yaşındaydı ve Arsenal kupalar kazanırken o da 30’larında zirveyi görmüştü.

Ne var ki her oyuncunun gelişim ivmesi Bergkamp gibi sabit olamazdı. Wenger döneminin en önemli isimlerinden biri olan Patrick Vieira, 2005 Federasyon Kupası zaferinden bir ay sonra 29. yaş gününü kutluyordu. Takımda Gilberto Silva, Fabregas ve Flamini de varken Juventus'un Vieira uğruna 20 milyon €’yu gözden çıkarması bulunmaz bir fırsattı. Nitekim Wenger teklifi kabul etti. Takımın o sezon Şampiyonlar Ligi’nde finale yükselmesi Vieira’nın boşluğunu gölgeledi ancak ayrılıklar artarak devam edecekti.

O eski yenilmezlerden kim kaldı?

Ertesi sezon Robert Pires ve Sol Campbell bedelsiz gönderilirken Bergkamp futbola veda ediyordu. Bu isimlerin yaşıyla birlikte form zirvesi çoktan törpülenmişti fakat Ashley Cole’un Chelsea’ye kaptırılışı çatlak sesleri beraberinde getirdi. Üstelik bu oyuncuların yerine alınan Denilson, Diaby, Alex Song, Walcott ve Adebayor gibileri henüz çok gençti ve Wenger’in eşsiz öğretmenliği altında olgunlaşmaları biraz zaman alacaktı. 2007 yazında Wenger’in 30 yaş kuralına Henry ve Ljungberg gibi efsane isimler de takıldı. Bu hamle, Wenger’in stratejisinde artık değişime sebep olacaktı.

Arka kapıdan kaçanlar
Kupasız dördüncü sezon geride kalırken, yetişen gençlerin efsanevî “Yenilmezler” kadrosunun yerini yeterince dolduramadığı açıktı. Takım kimi dönem ortaya koyduğu oyunla umut ateşini alevlendirse de bu gidişat hiçbir zaman sürekli olmuyordu. Aynı zamanda yeni Emirates Stadı’na taşınan Arsenal, bu hamlenin finansal yükünü transfer pazarında çekingen davranarak ödüyordu. Fakat Wenger’in potansiyeline kavuşturduğu yetenekler artık bir yandan da kupa ister haldeydi. Bu düşünceyle Ashley Cole’un ardından arka kapıdan kaçan isim Flamini oldu. Nitekim aynı yaz Wenger, Arshavin ve Nasri için 32 milyon € saymak durumunda kaldı.

Tutulamayanlar!

Takım bir sezonu daha eli boş kapatırken taraftarlar ve genç oyuncular iyice sabırsızlanıyordu. Ümit vaad eden güzel bir futbol oynamak kimseye yetmiyordu. Üstelik artık petrol zenginleri de Premier Lig’i iyice sarmıştı ve Wenger’in belli olgunluğa getirdiği birçok oyuncu, başarıyı başka adreslerde arama hevesine girmişti. Kolo Toure ve Adebayor’un Manchester City’ye gidişi bu akımı hızlandıran bir hamle oldu. Clichy, Nasri ve Fabregas da aynı düşünceyle kulüpten ayrılınca Wenger’in kurmak istediği oyun felsefesi bir kez daha kan kaybına uğruyordu. Tam bu felsefenin tohumları yeniden atılacakken bu kez Alex Song ve Van Persie yuvadan uçuyordu. Arsenal, artık futbolcu gözünde başarı getiren bir kulüpten ziyade bu yolda sadece bir basamak gibiydi.

Kadrodaki alışılagelen dengesizliğin kilit sebeplerinden biri de yardımcı başkan David Dein’in 2007 Nisan’ındanki beklenmedik vedası oldu. Arsenal’in anlayış değiştirerek teknik ve hıza dayalı bir oyuna sahip olması gerektiğini düşünen Dein, 1996’da Japonya’da görev yapan tanınmamış Wenger’i bu atılım doğrultusunda Arsenal’e getirmek için kulüp yönetimini zorlukla ikna etti. Ayrıca geniş çevrelere yayılan etkili bağlantıları sayesinde transferler ve kontrat pazarlıklarıyla başarılı biçimde ilgilenerek 11 yıl boyunca Wenger’le mükemmel şekilde işbirliği yaptı. Bergkamp, Vieira, Petit, Henry, Overmars, Pires, Suker, Campbell, Toure, Fabregas ve Robin Persie gibilerinin imzasındaki baş aktör David Dein’den başkası değildi. Ayrıca onun döneminde hiçbir önemli futbolcu, bugünkünün aksine yeni anlaşma için kontratının son bir yılına girene kadar bekletilmedi. Dein görevinden ayrıldıktan sonra bu tutarlı anlayış yara alırken Wenger de önemli bir fikir arkadaşını kaybetti.

Dein öncesi ve sonrası Wenger için ak ve kara gibi

Değişen kadro yapısı
30’una merdiven dayamış önemli oyuncusunu iyi paraya elden çıkarmak ve yerine genç bir yeteneği parlatmak, Wenger’in sıklıkla işe yarayan iki temel dayanağını oluşturuyor. Fakat son yıllarda takım iyiden iyiye bir sıçrama tahtasına dönüştükçe bu stratejilerin yan etkileri Arsenal’i bir kat daha hasta edebiliyor. Öncelikle Tony Adams ve Dennis Bergkamp haricinde hiçbir Arsenal efsanesi kariyerini kulüpte tamamlamadı. Campbell, Vieira ve Henry’nin sırayla ayrılışı Arsenal’de kazanma arzusu eksikliğine yol açtı ve gençlere kulüp kültürünü aşılayabilecek bir bayrak adam kalmadı. Bu görevi devralan Fabregas ve Van Persie gibi etkili isimlerin bile en nihayetinde gitmek istemesi, Arsenal’de uzun vadeli bir liderlik ve bağlılık krizinin göstergesi.

Wenger’in ikinci dayanağı olan genç oyuncu yetiştirme stratejisine saygı duymamak elde değil fakat bunun eksiksiz işlediğini söylemek zor. Birçok sıradan oyuncunun Fransız teknik adamın elinde parladığı ve sayısız genç yeteneğin birer dünya yıldızına dönüştüğü bir gerçek. Ne var ki son dönemde kilit isimlerin takımdan ayrılışı o kadar hızlandı ki, onların yerine geçmek için çalışan gençler henüz yeterince hazır olamadan görev almak zorunda kaldı. Bu da takımdaki tecrübe eksikliğini derinleştirirken gençleri baskı altında bıraktı.

Kalan sağlar bizimdir!

2011 Şubat’ında Şampiyonlar Ligi 2. turunda Barcelona ile karşılaşacak olan Arsenal’in en önemli kozlarından biri 19 yaşındaki Jack Wilshere’di. Wenger, taraftar ve basın ona çok güveniyordu fakat Guardiola’nın düşüncesi farklıydı. “Barcelona B takımında Wilshere gibi birçok oyuncum var” diyerek aslında durumu çok güzel özetliyordu Katalan teknik adam. Wilshere bugün çok daha önemli bir oyuncuya dönüştü fakat Arsenal’de zamansız görev alan oyuncuların en belirgin örneği; Nasri, Fabregas ve Eboue’nin ani ayrılışından sonra geçen sezon başlangıcında görüldü. Bir yandan şanssız sakatlıklar da gelince Wenger lig maçlarında Jenkinson, Frimpong, Miquel, Lansbury, Chamberlain, Coquelin gibi henüz pişmemiş isimlere görev vermek sozunda kaldı. 3. haftadaki 8-2’lik Manchester United yenilgisi ise Arteta, Mertesacker ve Andre Santos’un apar topar transfer edilmesiyle sonuçlandı.

Etkili oyuncularını elinde tut(a)mayan ve genç yeteneklerine erkenden ağır sorumluluk yükleyen Wenger, öte yandan bazı verimsiz futbolcuların üzerinde fazla ısrar etmekle de suçlanır olmuştu. David Dein’in ayrılışının yanı sıra yeni stadyuma geçiş maliyetleri sonucu transfer pazarında pasif kalışı Wenger’i elindekileri geliştirip onlarla yetinmeye zorluyordu. Fakat Denilson, Vela, Diaby, Bendtner, Squillaci, Chamakh ve Djorou gibi isimler Wenger’in yoğun emeklerine bir türlü beklenen cevabı tam olarak veremedi. Nitekim taraftarın Wenger üzerinde oluşturduğu kaliteli oyuncu transfer etme baskısı zirveye ulaştı.

Para var, huzur yok
Tek kupa kazanmadan 8. sezonunu geride bırakmaya hazırlanan Arsenal’de 2012 yılının ikinci yarısına dair finansal rakamlar geçtiğimiz Şubat ayında açıklandı. Siyahlar içindeki sportif durumun aksine pembe bir tablo ortaya çıkaran rapor, Finansal Fair Play öncesi kulübü rakiplerinden öne çıkarsa da taraftarları neden hala transfer harcaması yapılmadığını daha fazla sorgulamaya itiyor.

Taraftar mutluluğun formülünü bulmuş gibi!

Öncelikle sıfıra yakın kısa vadeli borcun yanında 123 milyon £’luk nakit para bulunması, Arsenal’in sağlıklı finansal yapısının önemli bir göstergesi. Ayrıca zarar yazan birçok Premier Lig ekibinin aksine Arsenal aynı süreçte 18 milyon £ kâr etmeyi başardı. Bu noktadaki en büyük payın Van Persie ve Song’un satışından elde edilen 42 milyon £ olduğunu da belirtmek gerek. Son yıllardaki transferler sonucu oyuncu ve personel ücretleri ciddi artış gösterse bile Emirates ile imzalanan 150 milyon £ değerindeki yeni sponsorluk anlaşması ve Premier Lig’in yayın gelirlerinin üç yıllığına 5,5 milyar £’a yükselmesi, Arsenal’in elini oldukça rahatlatan unsurlar.

Raporun yayımlanmasının ardından kulüp başkanı Peter Hill-Wood’un yaptığı açıklamalar, Arsenal yönetiminin temel sorunların farkında olduğunu gösterdi: “Amacımız elimizdeki en iyi oyuncuları tutmak ve takımı yeni yeteneklerle güçlendirmek. Van Persie’nin gidişi bizi üzse de Wilshere, Walcott, Gibbs, Ramsey, Chamberlain ve Jenkinson ile uzun süreli sözleşmeler imzalayarak en iyi oyuncularımızı tutma konusunda adım attık.”. Ne var ki tribünlerin aklı, bu demeçlerden ziyade kasada bekleyen 123 milyon £’a takılmış gibi görünüyor! Nitekim Daily Telegraph’ın önde gelen Arsenal taraftarlarıyla yaptığı röportajlardan bu paranın nasıl harcanabileceği konusunda ilginç sonuçlar çıkıyor. Kimisi Cristiano Ronaldo’yu transfer etmek isterken, kimi de bedeli ne olursa olsun David Dein’in geri getirilmesini öneriyor. Kendini kanıtlamış yıldız oyunculara yönelmek ve bu isimlere gerekirse daha fazla ücret ödemek, taraftar tavsiyeleri arasından öne çıkan diğer noktalar. Tony Adams tarzı lider bir savunmacı özlemi dikkat çekerken Fellaini, Luis Suarez, Mats Hummels, Mamadouo Sakho ve Falcao da arzu edilen isimlerden birkaçı.

Wilshere ve Walcott yeni yapılanmanın temelinde

2005 Federasyon Kupası, bu sezon da Emirates tribünlerinin damağındaki son zafer tadı olarak kalacak. 30’luk yıldızların maddî çıkarlar doğrultusunda elden çıkarılması ve yerine gençlerin yerleştirilmesi meyve verse bile, Arsenal kupasız kalıp petrol zenginleri ağırlık kazandıkça kadrodaki değişim tehlikeli bir hız kazandı. Özellikle David Dein’ın yokluğunda Wenger, takımının tecrübesiz ve lidersiz kalışını engelleyemedi. Başarı kuraklığına rağmen onun varlığı yine de taraftarı dizginliyor fakat bu sezon Şampiyonlar Ligi treni kaçarsa Arsenal kaynayan bir kazana dönebilir. Kulübün sağlıklı yapısı ise Finansal Fair Play yaptırımları yaklaşırken yakın geleceğe dair belki de en büyük umut.

Not: TamSaha dergisinin Nisan '13 sayısında yayımlanmıştır.

4 Nisan 2013

Yabancı Sayısına Dair..


Az önceki post'tan sonra hemen şimdi yazmayayım dedim ama duramadım. Ne zamandır adamakıllı ilgilenemedim blog'la, durduk yere patlama geldi. En az 15 yıldır futbolu yakından takip ediyorum ve bu süre içinde memlekette gündemden neredeyse hiç düşmeyen bir konu yabancı sayısı. Eminim ki 15 yılda yabancı sayısını bunca tartışana kadar altyapıyı nasıl öne çıkaracağımıza kafa yorsaydık bugünkünden 180 derece ters  bir tablo görecektik.

Yabancı sayısının kademeli olarak azalacağından bahsetti Demirören. Ligin orta sınıf takımları geçmişe nazaran çoğunlukla kaliteli yabancılar sayesinde büyüklere kafa tutmaya başlamışken yersiz bir hamle bana göre. Bir kere "sözde" bir futbol ülkesi olarak bu yabancılarla rekabet edebilen bir genç nesil yetişmiyorsak sorun asıl buradadır. Avrupa'nın önemli futbol ülkelerinden biri olduğumuzu iddia ederken yabancı sayısını kısıtlamak dar görüşlülükten başka bir şey değil. Bu görüşü savunan bir ideoloji için yerli & yabancı ayrımı olmamalı zira artık oyuncu kalitesinin de en nihayetinde serbest pazarda birbiriyle rekabet ettiğini bilmeli.


Lafa gelince herkes genç oyuncu hayranı, altyapıya önem verme taraftarı, bunun destekçisi vs... Ama gelin görün ki bir başkan çıkıp da sırf adı olan pili bitmiş yıldızları takıma kazandırınca birçok taraftarın ağzı sulanıyor, kendinden geçiyor. Yabancı sayısını kısıtlamaya çalışan Demirören'e sormak lazım: Quaresma, Simao, Ferrari, Alves, Sidnei, Bebe gibi ya pili bitmiş ya da ne idüğü belirsiz isimleri İstanbul'a getiren kimdi? Futbol bugün Quaresma'nın artistik hareketleriyle oynansaydı Yetenek Sizsiniz'e çıkan o top cambazlarını da sürerdik sahaya olur biterdi! Elbette bu transferlere çanak tutan, isimlerini duyunca ağzı sulanan ve birkaç ay önce "Yeter!" dediği Demirören'i yücelten "sözde" taraftara da hakkını (!) teslim etmek lazım burada. Fakat böyle adamları getirirsen elbette sonrasında kurtulmaya çalışırsın. Kalitelisini getirsen kendin kazanırsın, genç oyuncun da öğrenerek kazanır.

Demirören'in yerinde olsam yabancı sayısını kontrol edeceğime her kulübün altyapı düzenini ve tesis kalitesini belli bir seviyeye çekmeye çabalardım. Bu ülkede "yabancı oyuncular genç yerlilerin önünü kesiyor" diye bir durum yok. Olan şu ki; genç oyuncuları yetiştirmeyi o kadar beceremiyoruz ki ilk fırsatta yurtdışındaki kaynaklara yöneliyoruz! Ama Milli Takım başarısız olmayagörsün, suç hemen yabancıda aranıyor. Kendimizde değil...

Avrupa'da Ligler Kesinleşmişken...


Nisan ayının henüz başlarında olmamıza rağmen birçok büyük ligin zirvesinde işler kesinleşti gibi. Avrupa'nın en baba dört liginde Barcelona, M. United, Bayern Münih ve Juventus bu saatten sonra şampiyonluğu kaybederse büyük bir mucize olacak demektir, ki ne zamandır aslında hasret kalınan bir şey bu. Hatta Fransa'dan PSG'yi de benzer konumda sayabiliriz artık. Yine de bu durum, bu liglerin tadının kaçtığı manasına gelmiyor. Hala Pazartesi günkü Manchester derbisi için heyecan duyabiliyor insan. Veya mesela Premier Lig'de Şampiyonlar Ligi'ne kalma mücadelesinde Arsenal - Tottenham - Chelsea üçlüsünden hangisinin dışarıda kalacağı merak konusuyken, Newcastle ve Sunderland gibi iki ezeli rakibin pek gayet küme düşme ihtimali de ilgi çekici! Tabi ki Redknapp'in canhıraç biçimde su üstünde tutmaya çalıştığı QPR da ayrı bir takip noktası.

Serie A'yı bu sezon Napoli'nin lider bitirebilmesini isterdim ama yine olmadı. Sezon ortasında şike muhabbetleriyle uğraşmak kulübü elbette yordu. Öte yandan Milan'ın son iki ayda yakaladığı çıkış alkışa değer. Ligin ilk yarısını 7. sırada tamamlayan, Avrupa Ligi'ne gitme mücadelesinde bile zorlanan bir takımken bu noktadan sonra 3 beraberlik haricinde puan kaybetmediler.

Zirve mücadelesi bitmemiş ligler de yok değil. Hollanda ve bizim Türkiye mesela. Hollanda'da lig bitimine 6 hafta kaldı ve lider Ajax ile dördüncü Feyenoord arasında sadece 4 puan fark var! Ki Hollanda son yıllarda bu rekabeti çoğunlukla bir şekilde son haftalara kadar taşıyabiliyor. Yine de genel rekabet açısından bu sezon Süper Lig'i geçebilen (!) yok gibi. Bir ara şampiyonluk mücadelesi veren Antalyaspor bugün küme bile düşebilir. Yine Trabzon ve G. Antep gibi köklü ekipler de bu tehlikeyle karşı karşıya. Tarihinde ilk kez 70 puan barajını görememiş bir şampiyon çıkaracağız belki de. Mükemmel bir nesil mi yakaladık? Birçok takımımızın takip ettiği ortak bir ekol mu var? Almanya gibi altyapı patlamasının meyvelerini mi yiyoruz? Tamamının cevabı hayır! Bu durumun en önemli açıklayıcısı, ligin birçok takımının kaliteli yabancı oyuncuya sahip olabilmesi ve büyüklere daha rahat kafa tutabilmesi. Bu noktada hala yabancı sayısı azaltılmaya çalışılıyor, ki bu da başka bir yazının konusu olsun.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...