Subscribe Twitter Twitter

15 Şubat 2013

2008 Moskova ~ 2013 Madrid


Ronaldo Manchester United'a o kafa golünü attığında aklıma ilk gelen şey 2008 Şampiyonlar Ligi finali olmuştu. Moskova'daki o finalde benzer golü Chelsea'ye kırmızılı formayla atmıştı Ronaldo. İki kareyi yan yana gösteren bir fotoğrafı da nihayet buldum Marca'da. Bernabeu'daki maçtan sonra Alex Ferguson'un da dediği gibi; Ronaldo'nun diz kapakları neredeyse Evra'nın kafasıyla aynı hizada. Sağdaki karede ise adamın bacakları arasından Tevez'in kafası görünüyor!..

Bu arada bu iki kare için Ronaldo'nun yakın arkadaşı Rio Ferdinand da maçın ertesi günü twitter'dan yazmış. "Moskova'daki golünden sonra kutlamak için ona doğru koşmuştum. Dün gece de koşmak istedim ama boğazlamak için!"

4 Şubat 2013

Futbolda Irkçılık Kâbusu



Anton Ferdinand, Patrice Evra, Danny Rose, Samuel Eto’o, Roberto Carlos ve son olarak Kevin Prince Boateng… Futbolda gittikçe artan, daha doğru bir deyişle göze batan ırkçılığın mağdurlarını saymaya devam edebiliriz. Güzel oyunu çirkinleştiren bu vakaların önüne geçmek adına bugüne dek çok az adım atıldı. Fakat bir gerçek var ki ırkçılık, sınırları futbolu aslında çoktan aşmış tarihî ve sosyolojik bir problem.

Sokaktaki sade vatandaşın rahatlıkla her maça gidebildiği, tribünde sınıf veya renk ayrımı olmadan alkış tuttuğu naif günler artık biraz uzakta kaldı. Eskisine nazaran cebi çok daha kabarık şahıslardan oluşan, sosyal yaşamında kendisi gibi olmayanları hor görmeyi hak gören, bir şekilde içinde birikmiş yüksek gerilimi kusmak adına tribündeki yerini alan ve azımsanmayacak nüfusa sahip bir kitle doğdu futbol dünyasında.

Günlük sıkıntılardan arınmak, onları 90 dakikalığına da olsa unutmak, bunu bir zümreye aidiyet hissiyle donatmak ve nitekim eğlenceye dönüştürmek, futbolda taraftarlık tarihinin miladından beri var olan ve bugün bile gücünden bir şey kaybetmemiş bir eğilim. Sanayi Devrimi esnasında sağlıksız ve uzun çalışma sürelerinden bunalan, ailelerini geçindirmek uğruna hayatlarını hor görülerek geçirmeye razı olan ve kendilerini temsil edecek bir topluluk arayışına giren işçilerin bir asır önce bulduğu en kestirme çıkış yolu futboldu. Nitekim savaş yıllarında zor dönemler geçiren ülkelerin milli takımları, bir rakibi yendiğinde o ülke vatandaşlarının hisleri de benzer sosyolojik yapının ürünüydü. Bu örnekleri çeşitli futbol coğrafyalarındaki darbe dönemleri, gençlik devrimleri veya dinsel tartışmalarla çeşitlendirmek mümkün.

Tribünler bir anlamda sosyal bir patlama mekanı

Her türlü toplumsal veya politik hareketin tribünler sayesinde sahaya kolayca yansıması sayesinde futbol aslında hayatın bir kopyası. Taraftarlar eskiden beri ortak bir çatı altında sıkıntılarına pansuman yapmak veya bir sosyal mesajı tribünden dünyaya haykırmak gibi eğilimlerde bulunuyor. Ancak taraftarın profili endüstriyel futbolla birlikte değişirken bu eğlimde de bazı sapmalar yaşanmaya başladı. Maddi bir sıkıntısı pek olmayan ve takımını körü körüne desteklemek adına tribüne gelen kimileri, rakibini küçük duruma düşürmek adına şiddete ve hatta ırkçılığa bile başvurur oldu. Bu noktada taraftarın rakibi hangi noktaya kadar küçük düşürebileceğine karar verebilmesi için öncelikle ırkçılık sorununu sosyal hayatında da çözebilmiş olması gerek.

Futbolda Irkçılık Tohumları
Irkçılığın köklerini insanlık tarihinin başlarına kadar sürmek mümkün olabilir. Bugüne dek sayısız evrim geçiren bu yönelim, kendi kimliğini şekillendiren son büyük dalgaya İkinci Dünya Savaşı ile kapıldı. Hitler ve Mussolini ikilisi, Almanya ve İtalya’daki iktidarlarını ırkçılığa dayalı sapkın düşüncelerle kurabildi. Aynı dönemlerde bu politikayı benimsemeseler bile Britanya ve Fransa da kolonicilik adı altında aslında örtülü ırkçılığa başvurdu. Nitekim bu iki devlet, farkına varmadan ırkçılığı geniş bir toplumsal tabanda körükledikleri için bu hastalıktan savaş sonası dönemde bile çok çekti.

Üzerinde güneşin hiç batmadığı bir imparatorluğa sahip olmakla övünen Britanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm kolonilerinden yoğun göç almaya başladı. Öyle ki, İngiltere’de 1945 yılında sayısı birkaç binle ifade edilen göçmen sayısı, 1970’e gelindiyinde 1,5 milyona dayanmıştı. Bu hızlı artış, savaş sonrasında çeşitli ekonomik sıkıntılarla boğuşan İngiliz halkında iyice huzursuzluğa yol açtı. Nitekim zaten az olan kaynaklardan faydalanmak isteyen “yabancı” ırklara karşı hoşgörüsüzlük ön plandaydı. 1968 yılında muhafazakâr politikacı Enoch Powell, sayıca artan göçmenlerin sonucunda ülkenin kan gölüne döneceği uyarısını yapıyordu. Tesadüf o ki, 17 yaşında bir Bermudalı olan Clyde Best, İngiltere birinci liginde futbolculuk yapan ilk siyahî oyuncu olacağını bilmeksizin aynı yıl içerisinde Londra’ya geliyordu.

Futbolun Martin Luther King'i: Clyde Best

Şehre taşındığı yıl West Ham’a imza atan Clyde Best, forma giydiği ilk maçtan itibaren adeta tribünlerin hedefi halindeydi. Kendi taraftarlarının da dahil olduğu kalabalık bir güruh sıklıkla maymun sesleri çıkarıyor, sahadaki tek siyahî oyuncu olan Best’i küçümseyecek her türlü davranışa imza atıyordu. Hatta sahaya çıkış tünelinde siyah birer eldiven takarak onunla tokalaşmaya çalışanlar bile vardı. Fakat o bunların tamamını görmezden gelerek dik durmayı başardı. Bir röportajında “İnsanlar o dönemde siyahî futbolcu görmeye alışık değildi. Ben de kendim için değil, benden sonra gelenler için oynamayı ilke edindim. Beni ayakta tutan bu oldu.” diye konuştu Best. Ve gerçekten de arkası geldi. 1920 yılında Jack Leslie, sırf Jamaikalı olduğu için milli takıma alınmamıştı. Fakat Best’in gösterdiği dirayet, Nottingham Forest’la şampiyonluk yaşayan Viv Anderson’a İngiltere Milli Takımı forması giyen ilk siyahî oyuncu unvanını kazandırdı. Sonraları Laurie Cunningham, John Barnes, Paul Ince ve daha birçoğunun dahil olmasıyla birlikte Clyde Best bir anlamda İngiliz futbolunun Martin Luther King’i haline geldi.

Günümüzde Irkçılık
Birçok üst düzey futbol ülkesinde giderek dikkat çeken ırkçı yaklaşımlar elbette belli bir direnç görüyor ve tepkiyle karşılaşıyor. Spot ışıklarının her daim üzerinde olduğu liglerde bu yaranın farkına varmak ve onu tedavi etmek adına adımlar atmak mümkün. Fakat yara kabuk bağlasa bile onu sürekli besleyen ve her daim taze tutan bir alt ligler gerçeği de göz ardı edilemez. Nitekim Avrupa’nın birçok ülkesinde gerek taraftar, gerekse futbolcu veya antrenör ayağında ırkçılık alt liglerde çok daha yoğun yaşanıyor.

Amatör liglerde birçok ırkçı yaklaşım şikayet bile edilmiyor. Zira “kafanı eğ ve işini yap” yaklaşımı bu seviyede genel olarak hâkim. Oyuncular ve taraftarlar, ırkçılığa varan yaklaşımları neredeyse futbolun bir parçası olarak görüyor. Dolayısıyla üst liglerde ırkçılığa karşı ne kadar çözüm üretmeye çalışılsa da, en nihayetinde bu ligler de alt kümelerden beslendiği için aynı kültür oraya da taşınıyor.

Kompany futbolda ırkçılığın baş düşmanlarından

Manchester City forması altında ırkçılığa dair bir mağduriyetini “henüz” görmediğimiz Belçikalı Vincent Kompany de bu sorunun yoğunlukla alt liglerde görüldüğünden şikayetçi. BBC’ye verdiği röportajda, “Çocukken bir yerlere gidip ırkçı söylemlere maruz kalmak çok olağandı. 6 yaşından itibaren A takıma girene dek de bu böyleydi. Fakat sonra işler değişti. A takımda çok daha az ırkçılığa şahit oldum” diyerek bu savı kuvvetlendiriyor Kompany. İngiltere’nin ırkçılık konusunda en çok yol almış ülke olduğunu da sözlerine eklerken, en azından bir olay olduğunda bunun topluca tepki çektiğini ve ülke gündeminde konuşulduğunu belirtiyor Belçikalı oyuncu. İyi bir gelişme gibi görünse bile bu tez, aslında ırkçılığın çözümü konusunda henüz yolun başında olunduğunun göstergesi. Nitekim hiçbir planlı toplumsal çözüm önerisinin uygulanmadığı bir ortamda olayların sadece konuşuluyor olması bile bu derece iyimser karşılanıyorsa henüz yapacak çok iş var demektir.

Son dönemlerde birçok kesim ırkçılık üzerinde hassaslıkla dururken, bu durum bir yandan sorunun istemsizce de olsa içinin boşaltılması riskini doğuruyor. Nitekim öyle bir olgu türedi ki, siyahî birine karşı sarf edilen ve içinde “siyah” kelimesi bulunan her cümleye ırkçılık şüphesi ile yaklaşılabiliyor. John Terry ve Luis Suarez her ne kadar başka sebeplerden ötürü güvenilirliklerini önemli ölçüde kaybetmiş oyuncular olsa da, bu ikilinin Anton Ferdinand ve Patrice Evra’ya bu kelimeyi içeren söylemleri sonucu çıkan tartışmalar kısmen bile olsa abartılı olabilir. Ayrıca Portekiz efsanesi Eusebio da kariyeri boyunca binlerce kez “siyah” diye çağrıldığını ama bunu asla bir aşağılama olarak algılamadığını belirtmişti. Her ne kadar 50 yıl önceki sosyolojik yapı ile bugünkü bir olmasa bile, ırkçılıkla mücadelenin tek bir kelimeye karşı savaşmaktan çok daha fazlasını gerektirdiği aşikâr.

Bardağı taşıran son damla

Uluslararası Yaklaşımlar
Sağduyu sahibi herkes bugün futbol sahalarında ırkçılığa karşı olsa da, kimi otoritelerden tam destek görememek ayrı tartışmalara yol açıyor. Geçtiğimiz ay bir hazırlık maçında ırkçı tezahüratlara maruz kalan Milan oyuncusu Boateng, takım arkadaşlarıyla birlikte sahayı terk etmiş ve maç yarım kalmıştı. Bu hareket, bugüne dek ırkçı saldırı gören futbolcular arasında daha önceden görülmemiş bir cevaptı. Ne var ki FIFA Başkanı Sepp Blatter, Boateng’in tepkisini doğru bulmadığını açıkladı. Zira İsviçreli futbol adamına göre ırkçılığa karşı sıfır tolerans gösterilmeli fakat ne olursa olsun maçlar yarıda kalmamalıydı. Blatter’in fazlaca “profesyonel” yaklaşımı futbolda ırkçılığa dair birçok sosyolojik fikri göz ardı ediyor. Nitekim Boateng’e o tezahüratı yapan taraftarlar muhtemelen yoldan geçen herhangi bir siyahî kişiye aynı tavrı sergileyemiyor. Bu çirkinliği yaratan, benzer hastalıklı fikre sahip bir kalabalığın toplanması ve bu birliğin gücünden ilham alarak tribünden ırkçı söylemlerde bulunması. Boateng’in cevabı bu yaklaşımın daha medenî bir versiyonu değil midir? Veya ne olursa olsun ırkçılığa karşı o an tepkisiz kalıp işine odaklanmak o kadar da kolay olabilir mi?

Irkçı tezahürattan daha tehlikeli bir hareket...

Blatter’den önce EURO 2012 esnasında UEFA’nın da ırkçılığa yaklaşımı güvensizliğe uğramıştı. Danimarka ile Portekiz arasındaki maçta ağları havalandıran Nicklas Bendtner, gol sevincini sponsorlu iç çamaşırını göstererek kutlayınca UEFA tarafından bir maç oynamama ve 80 bin £ para cezasına çarptırılmıştı. Buraya kadar pek bir anormallik görünmese de asıl kıyamet ertesi gün koptu. Nitekim İtalya – Hırvatistan maçında Hırvat taraftarlar Balotelli’yi hedef alarak maymun sesleri çıkarmış, sahaya muz bile atılmıştı. Bu çirkinliğe verilen ceza, aynı taraftarların tribünde meşale yakmaları da eklenince toplamda 65 bin £’u anca bulabilmişti. Bu ikilem, UEFA’nın futboldaki önceliklerinin masaya yatırılmasına yol açmış, Vincent Kompany ve Rio Ferdinand gibileri de tepkilerini dile getirmekte gecikmemişti.

İkinci Dünya Savaşı ile alevlenen ve bugünkü şeklini almaya başlayan ırkçılık, her şeyden önce bir dünya problemi. Birçok toplumsal olgunun tribünler sayesinde yeşil sahaya kolayca yansıyabilmesi sonucu ırkçılık maalesef birçok kurum gibi futbolun da çözüm araması gereken bir sorun. UEFA ve FIFA şimdilik problemin üzerinde titizlikle duruyormuş izlenimi vermese bile, alt ligleri de kapsayacak bir plan uygulama zamanı artık geldi. Nitekim salt hangi siyahî futbolcunun ırkçı yaklaşımlara ne cevap verdiğiyle ilgilenmek, problemi magazinleştirmekten öteye gidemiyor.

Not: TamSaha dergisinin Şubat '13 sayısında yayımlanmıştır.

1 Şubat 2013

TamSaha: 100. Sayı



TamSaha dergisinin Şubat sayısı yayında. Dünya ve Türkiye futbolunun gündemindeki konuları, röportaj ve dosyalarla ele alan derginin 100. sayısı da dopdolu.

Trabzonspor'un geçtiğimiz sezon oldukça yüksek bir bedel ödeyerek Polonya'dan getirdiği Adrian Mierzejewski, bu sezonun 10. haftasından itibaren yaptığı çıkışla gerçek futbol kimliğini bulmuş görünüyor. Polonyalı yıldız, yedek kaldığı dönemde ayrılmayı düşünmediğini ve asla pes etmediğini, Medical Park Antalyaspor maçına "ya şimdi ya asla" düşüncesiyle çıkıp attığı golle özgüvenini kazandığını anlatıyor: "Forma için yüzde 200 çalıştım..."

U20 Millî Takımımızın Dünya Kupası kadrosuna aday futbolculardan birisi var karşımızda. Darıca Gençlerbirliği'nde yetişen, Beşiktaş altyapısında gelişen ve ilk A takım deneyimini Mustafa Denizli döneminde siyah-beyazlı formayla yaşayan bir oyuncu. Şimdi kiralık olarak formasını giydiği Çaykur Rizespor'da Mustafa Denizli ile yeniden buluşmasını en büyük şansı olarak görüyor ve bu durumu Haziran ayındaki U20 Dünya Kupası kadrosuna girebilmek için fırsata dönüştürmek istiyor. Cumali Bişi: "Mustafa Denizli benim şansım..."

U20 Millî Takımımızın en yetenekli ve umut vaat eden oyuncularından biri. Bundan ötürü de bu yaz ülkemizde düzenlenecek ve bugüne kadar birçok yıldız çıkarmış FIFA U20 Dünya Kupası'nda göze çarpacak isimlerden biri olmaya aday. Doğup büyüdüğü Zonguldak'ta oynadığı dönemde oyun stili ve fiziğinden ötürü Messi'ye benzetilen genç sol açık, önce takımı İstanbul Büyükşehir Belediyespor'da kendini kanıtlamak, daha sonra da Avrupa'nın yolunu tutmak istiyor. Enver Cenk Şahin: Belediye'nin Messi'si...

Ayrıca, "Millî Takım: Çek bir prova", "Genç Millî Takımlar: En çok oyuncu Fenerbahçe'den", "Kıdemli yabancılar: Onlar artık bizden biri", "Ege Kupası: Fransız hegemonyası", "Irkçılık kâbusu", "Johan Cruyff: Hem sahanın hem kulübenin dâhisi", "Lionel Messi: Altın Top koleksiyoncusu", "Chelsea: Londra'da Rus ruleti", "Yenilmezler!", "Futbol Ekonomi: Milan'da duraklama devri", "Sir Bobby Robson: İngilizlerin son şövalyesine saygılarla", "ABD'den bir Beckham geçti", "Nice mutlu senelere!" dosyalarıyla TamSaha'nın Şubat sayısında da futbol kültürünün değişik konularıyla, farklı bir içerik yer alıyor.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...