Subscribe Twitter Twitter

31 Ocak 2013

Güzel Adam Puyol


Sahadaki iyi oyunuyla kalmayıp kişiliğiyle de gönüllerde taht kuran adamlar var futbolda. Güzel adamlar... Carles Puyol da bunlardan biri. Barcelona kadrosunda böyle bir sürü adam sayılabilir ama Puyol bu noktada yaşayan bir ilah. Dünkü El Clasico'da yaptığı hareket bunu gözümde bir kez daha perçinledi diyebilirim.

Maçın ikinci yarısıydı sanırım. Barcelona bir Real Madrid atağını savuşturmuş, sert bir müdahale sonucu Pique yerde kalmıştı. Yerden kalkarken Madrid tribünlerinden sahaya atılan bir çakmağı almış, elinde göstere göstere hakeme doğru yürüyordu. Bizim ülkede oldukça sık yaşanan, doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır, hafif provokatif bir hareket kısacası. Bunu gören Puyol ise sorgusuz sualsiz o çakmağı Pique'nin elinden alıp direk saha kenarına fırlatıyordu. "Bu bizim işimiz değil, bırak bu işleri!" dercesine bir hareketti Kaptan'ınki.

Beni bu yazıyı yazmaya iten tek davranışı bu değil Puyol'un. 29 Mayıs 2012 tarihinde oynanan ve Barça'nın 7-0 üstünlüğüyle biten Rayo Vallecano maçındaki 5. golü Thiago atmıştı. Golden sonra Dani Alves'in yanına gitmiş ve birlikte dans etmeye başlamışlardı. Zaten rakibin rencide olduğunu gören Puyol koşarak gelmiş, ikilinin dansını bölerek arkadaşlarını santraya göndermişti. Bu da bir önceki olayda olduğu gibi artık kaptanın ağırlığı mı dersiniz, Barça etiğinin her ortamda  korunması mı dersiniz ama güzel bir Puyol davranışı. Videosunu da buldum nihayet, buradan görebilirsiniz.

Puyol'un son güzelliği aslında aklıma gelen en eski tarihli hareket. Takımdan ayrılıp Milan'a giden Ronaldinho'nun ilk Nou Camp ziyaretine ait... O eski sevgiliyi camia olarak tüm Barcelona tekrar kucaklarken, Puyol'un jestleri bu kucaklamayı bir kat daha anlamlı kılıyordu. Şu videodaki ilk 4 dakikayı izlemeniz bunu hissetmek için yeterli. Kelimelerle anlatmak istemedim o anları...

30 Ocak 2013

Babasının Oğlu


Zinedine Zidane'ın oğlu Enzo birçoğunun bildiği gibi Real Madrid 18 yaş altı kadrosunda forma giyiyor. Oyuna girdikten birkaç dakika sonra videodaki hareketi yaparak babasına en azından bu noktada nazire yapmış Enzo. 

12 Ocak 2013

Kış Transferleri



Yaz mevsiminde bir yapboz misali takımını baştan oluşturan teknik adamlar, işler istendiği gibi gitmediği anda Ocak ayında tekrar arayışa girer. Yeni parçalar uyumsuz çıkabildiği gibi yapbozun görünümünü baştan sona da değiştirebilir. Kimi ortasından başladığı serüvende uzun vadede kulübün “kralı” olurken, kimisi de yüksek beklentiler altında ezilip unutulur. Fiziksel üstünlüğe bağımlılığı sonucu sürekli yenilenme gereği hisseden Premier Lig kulüpleri Ocak ayında en yüksek hareketliliği sağlarken, bu dönem birçok futbolcunun kariyerinde birer kırılma noktası olabilir.


Eric Cantona
Yaklaşık 6 sezondur Manchester United’ın başında bulunan Alex Ferguson, henüz takımını ligin zirvesine taşımayı başaramamıştı. 1992 yılının Kasım ayında kulüp başkanı Martin Edwards ile yaptığı toplantıda, takımın iyi bir forvete ihtiyaç duyduğunu yinelemişti. Zira birkaç gün önce Southampton efsanesi Le Tissier’den de red cevabı almıştı. Tam bu sırada Edwards’ın telefonu çaldı. Karşıdaki isim, Leeds başkanı Bill Fotherby’ydi ve Denis Irwin’i transfer etmek istediğini söylüyordu. Ferguson’a danışan Edwards, bu teklifi kibarca savuşturdu ve Eric Cantona’yı takıma katmak için kontra atağa geçti. Fotherby, United’ın bu çılgın Fransız’ı neden istediğine dair anlam veremese de çok düşünmedi ve birkaç gün içinde olumlu cevap verdi. Cantona, Ocak ayında katıldığı genç United kadrosuna ilham vererek Ferguson’a ilk şampiyonluğunu kazandırdı. Hatta futbolu bıraktığı 1997 Mayıs’ına kadar sadece bir kez şampiyonluk kaçırdı Cantona, ki o sezon ünlü Crystal Palace maçındaki uçan tekme faciası yüzünden 4 ay futboldan men cezası almıştı.

Andy Cole
Alex Ferguson, sanki Cantona’nın cezasını hissedercesine bu olaydan iki hafta önce Newcastle’dan Andy Cole’u transfer etmişti. Nöbetçi golcü olarak tercih edilen Cole, Cantona’nın uçan tekmesinin ardından sezon sonuna kadar takımın birinci forveti haline geliverdi. 18 maçta attığı 12 golle Kral’ın yerini kısmen doldursa da, kaçırdıklarıyla Old Trafford’ta saç baş yoldurabiliyordu. Sezonun son maçında West Ham karşısında kaçırdığı iki net pozisyon, şampiyonluk kupasını acı biçimde Blackburn’e getirirken Cole’un hanesine eksi puan yazdırıyordu. Sonraki iki sezon Cantona’nın gölgesi altında geçerken, Andy Cole Ferguson’un aklındaki yeni forvet için takas planlarında yer alıyordu. Ne var ki takımda kalmayı başardı ve Cantona’nın vedasından sonra Cole kendini tekrar buldu. Hatta ertesi sezon Dwight Yorke ile birlikte kurduğu ölümcül forvet hattı ile Ferguson’a ilk Şampiyonlar Ligi kupasını hediye etti.


Thierry Henry
Henry’nin ülkesinden uzaktaki ilk tecrübesi hiç de istediği gibi olmadı. 1999 Ocak’ında henüz 21 yaşında Juventus’un yolunu tutarken, arkasında Monaco ile 58 lig maçında 20 golün yanında bir de Fransa formasıyla dünya kupası şampiyonluğu bırakıyordu. Serie A’nın son şampiyonunun Henry’den beklentisi doğal olarak yüksekti ama teknik direktör Lippi onu hiç alışık olmadığı sol kanatta düşündü. Sezon sonunda Henry 16 maçta sadece 3 gol bulurken, takımını lig 6.sı yapabilen Lippi ile birlikte ona da yol göründü.  Sonrasında bir Arsenal efsanesi olan, ardından Guardiola’nın ilk yılında ironik biçimde sol çizgide eski günlerini bu kez başarıyla hatırlayan Henry, geçtiğimiz Ocak ayında ABD’de liglere ara verilince bir aylığına da olsa tekrar Arsenal forması giydi. Önce Federasyon Kupası 3. Tur maçında Leeds United’ın ağlarını sarsan Henry, ardından Sunderland’i de son dakikada yıkarak bu 7 maçlık süreci unutulmaz hale getirdi.

Nicolas Anelka
Yerinde duramayan futbolcuların ilahı Nicolas Anelka, kariyerinde her biri ses getiren tam dokuz transfer hikâyesine sahip ve bunların beş tanesi Ocak ayında gerçekleşti. 1997 Ocak’ında henüz 18’ini bile doldurmamışken Wenger’in Arsenal’deki ilk genç yetenek keşfi olarak Paris’ten Londra’ya gitti. Buradaki kısa serüveninin ardından Madrid’te de tutunamayan Anelka, geri döndüğü Paris’te de çok beklemedi ve 2002 Ocak’ında bu kez Liverpool’a geçti. Üç sezon sonra o günlerde yolu bu kez İstanbul’a düşecekti Anelka’nın. Bir sonraki yıl ortası sıçrayışına kadar Fenerbahçe ve Bolton’da oyalanan Anelka, 2008 Ocak’ında Chelsea’ye transfer oldu ve kariyerini nihayet zirveye taşıdı. İkinci Londra macerasını 4 yıl sürdüren Fransız, geçtiğimiz yıl yine Ocak ayında bu kez Çin’e bilet alarak dünya turuna son halkayı eklemiş oldu. Anelka’nın kısa süre içinde, hatta Ocak ayında Çin’den de ayrılması kimse için şaşırtıcı olmayacak.


Christian Vieri
Yeni milenyumun ilk Ocak ayına dek tıpkı Anelka gibi kulüp değiştirmeyi bir hobi haline getirmişti Vieri. O sezon Lazio’dan Inter’e tam 45 milyon € bedelle transfer olurken bireysel anlamda kariyerinin en verimli ama bir o kadar da kupasız dönemine imza atacaktı. Aynı sezonu eski kulübü Lazio zirvede bitirirken, Vieri’li Inter lig dördüncülüğü ile yetinecekti. İki yıl sonra sezonun son haftasına lider giren Inter’de Vieri, o güne dek 24 gol atmıştı ve takıma artık şampiyonluk için bir galibiyet yeterliydi. Fakat rakip yine Lazio idi. 90 dakika sona erdiğinde Vieri tek gol atsa da Inter maçı 4-2 kaybetmiş, lider olarak girdiği haftanın sonunda sezonu 3. olarak bitirmişti. Kısacası o Ocak ayında Lazio’dan ayrılmak Vieri’ye yine yaramıyordu.

Nemanja Vidic & Patrice Evra
Alex Ferguson, M. United ile ilk şampiyonluğunu kazandığı 1993 yılından beri hiç iki sezon üst üste ligin zirvesini ıskalamamıştı. Ne var ki Mourinho’nun Chelsea’si, 2006 yılına girildiğinde ikinci şampiyonluğunu kazanma konusunda çok kararlıydı. Pes etmeye niyeti olmayan Ferguson ise Ocak ayında Vidic ve Evra’yı United’a getiriyordu. İskoç teknik adam bu hamleyle ne kadar uğraşsa da Mourinho’yu engelleyemedi. Fakat Vidic ve Evra ikilisi, Ferguson’un yeni nesil United’ının sonraki üç sezonluk dönemde başarıdan başarıya koşmasında önemli pay sahibi oldu. Bir de Şampiyonlar Ligi zaferi doğuran bu süreçte Evra takım kaptanlığına kadar yükselirken, Vidic de Ferdinand ile oluşturduğu kaya gibi birliktelik sonucu United kalesini geçilmez yaptı. 2008/09 sezonunda United’ın ligde 14 maç üst üste gol yememe rekorunu elde etmesinde de Evra ile Vidic’in payı büyük.


Julien Faubert
Guardiola’nın henüz ilk sezonunda fırtınalar estirdiği dönemde Real Madrid yarışta kalabilmek adına Ocak ayında kadroyu güçlendirmek istemişti. Huntelaar ve Lass Diarra gibi iki isme toplamda 47 milyon € sayılırken, onların yanına bir de sürpriz biçimde West Ham’dan Julien Faubert ekleniyordu. Bu o kadar beklenmedik bir hamleydi ki, kulüp efsanesi Di Stefano bile geleneksel imza töreninde “bu da kim!” dercesine bir bakış fırlatıyordu. Nitekim Faubert de bu düşük beklentileri boşa çıkarmadı. İzin günü olduğunu düşünerek takımın bir idmanını kaçırması yetmedi, bir de Villareal maçında o çok alıştığı yedek kulübesinde uyuyakaldı! Tüm bunların sonucunda Madrid macerasını iki maçta sadece 55 dakika forma giyerek tamamlayan Faubert, sezon sonunda kürkçü dükkanına geri döndü. Madrid’teki gülünç hatalarını Elazığspor’daki teknik direktörü Yılmaz Vural’a yapsa Fransız oyuncunun ne gibi bir tepkiyle karşılaşacağını tahmin etmek hiç de zor değil.

Fernando Torres & Andy Carroll
2011 yılının Ocak ayı, belki de son dönemlerin en heyecanlı ara transfer dönemine tanıklık etmemizi sağladı. Manchester United ilegirdiği şampiyonluk yarışında tökezlemek üzere olan Chelsea, etkili bir forvet peşinde koşarken bir yandan da savunma için seçenekleri çoğaltma peşindeydi. Önce Benfica’dan David Luiz ile anlaşan Abramovich, çok istediği Fernando Torres için ise transfer döneminin son dakikasına kadar pazarlık masasında oturdu. Nitekim istediğini 58 milyon € karşılığında da olsa almayı başardı Rus milyarder. O sezon 14 lig maçında yalnızca bir gol bulabilen Torres bugün hala Stamford Bridge’deki soru işaretlerini silebilmiş değil.


Torres’i dudak uçuklatan bir bedel karşılığında rakibine veren Liverpool, El Nino’nun gidişine hazırlıksız değildi elbette. Kulüp henüz birkaç ay önce el değiştirmişti ve artık başarılı olacak bir kadro kurmanın zamanı gelmişti. Torres için Abramovich’le kıyasıya pazarlık eden John Henry’nin yöneticileri, yan masada da Newcastle’dan Andy Carroll için uğraş veriyordu. Nitekim Chelsea cephesi ile el sıkışıldığı anda Carroll’a 41 milyon € saydı Liverpool. Hatta bu da yeterli görülmedi ve aynı gün içinde Ajax’tan Luis Suarez 26 milyon € karşılığında kırmızı formayı giydi. 31 Ocak 2011 tarihi her ne kadar futbolseverlere saha dışında heyecan fırtınası estirse de, bu üç golcü için de lanetli bir gün olarak hatırlanabilir. Torres o tarihten sonra ceza sahasındaki hünerlerini pek sergileyemezken, Carroll da düşük performansı sayesinde geçtiğimiz yaz West Ham’a kiralandı. Üçlünün arasındaki en verimli isim olan Suarez ise ırkçılık ve hakem kandırmaya yönelik hareketlerin gölgesinde Liverpool kariyerini sürdürüyor.


Papiss Cisse
Geçtiğimiz Ocak ayında Freiburg’tan Newcastle’a sessizce transfer olan Cisse, yeni kulübünde kısa sürede hatırı sayılır bir etki bırakacağından habersizdi. Siyah beyazlı forma ile sezonun ikinci yarısında çıktığı 14 maçta tam 13 gol atarken takımının ligi 5. sırada bitirmesine büyük yardımı dokundu Senegalli’nin. Newcastle’ın tüm sezonu 56 golle bitirdiğini düşünürsek, Cisse’nin dört aylık performansının bile büyük resme ne derece etki ettiğini anlayabiliriz. Özellikle Chelsea deplasmanında attığı sıra dışı gol, Petr Cech ve Roberto Di Matteo dahil taraflı tarafsız herkesi ayağa kaldırmıştı. Ne var ki Cisse’nin verimliliği şimdilik yaz öncesinde kalmış görünüyor zira Senegalli oyuncu, gol nöbetini vatandaşı Demba Ba’ya tekrar devretmiş durumda.

Her transfer döneminde olduğu gibi bu Ocak ayında da gazeteyi açtığımız anda türlü dedikodular okuyacağız. Başta Falcao ve Sneijder olmak üzere her gün bir sürü oyuncu çeşitli takımlara yakıştırılacak. Bu onlarca isimden muhtemelen çok azı Cantona, Vidic ve Evra gibi kalıcı etki bırakabilecek. Kimisi Anelka ve Vieri gibi belki de sadece forma koleksiyonuna katkı sağlasın diye imza atacak. Fakat bir gerçek var ki kesinlikle kimse Carroll ve Faubert’in seçtiği yola girmek istemeyecek.

Not: TamSaha dergisinin Ocak '13 sayısında yayımlanmıştır.

6 Ocak 2013

Çift Yumurta İkizleri



Futbol tarihinde aynı kök hücreden türeyip farklı dokulara dönüşen kulüplerin öyküsü her daim ilgi çekici oldu. Genellikle 20. yüzyılın başlarında vuku bulan bu ayrılıklar, oyun kültürü henüz emekleme aşamasında olduğu için o zamanlar pek ses getirmedi. Fakat İngiltere’nin Wimbledon şehrinde yaşananlar, futbolda hala çift yumurta ikizlerine yer olabileceğine dair bir işaret.

Taraftar kültürünü arkanıza almadan kulüp tarihini sahiplenebilir misiniz? İşte bu soru, 2 Aralık 2012 tarihinde Milton Keynes Dons ve AFC Wimbledon arasında oynanan Federasyon Kupası 2. Tur mücadelesinin temelini oluşturdu aslında. İngiliz medyasının en son ne zaman bir Birinci Lig ve İkinci Lig takımının karşıkaşmasına yer ayırdığını hatırlamak çok güç. Ne var ki o günkü maçın önemi, basit bir 90 dakikadan çok daha fazlaydı.

Wimbledon Derbisi
Yaklaşık 11 yıl önce Wimbledon FC yöneticileri, kulübü borçlarından arındırmak adına yeni gelir kapıları arıyordu. Bunun için son çare olarak kulübü 90 kilometre kuzeyde hızla gelişen bir bölge olan Milton Keynes’e taşımayı bile düşünüyorlardı. Böylece kulübün taraftar profiline daha yüksek gelirli kitleler katılacak, orta vadede Wibmledon FC de olumlu etkilenecekti. Amerikan spor kültüründe benzerine sıkça rastlanan bu fikir, kısa sürede federasyondan da destek gördü. Zira Milton Keynes, o gün itibariyle hiçbir profesyonel spor kulübüne sahip olmayan en büyük Avrupa kenti sıfatını taşıyordu ve sakinleri bunun eksikliğini iyiden iyiye hissediyordu. Kısacası taşınma planı hem Wimbledon FC, hem federasyon, hem de Milton Keynes kenti için verimli olacağa benziyordu.


Ne var ki bu planlar yapılırken taraftarların fikri fazlasıyla göz ardı edilmişti. Kulübü şartlar ne olursa olsun destekleyeceği tahmin edilen taraftarların büyük çoğunluğu plana karşı çıktı. Yönetim, maç oynandığı her haftasonu kuzeye ücretsiz feribot seferleri düzenleneceğini açıklasa bile taraftarlar geri adım atmadı. Taşınma planı 2002 yılında onaylandıktan sonra Wimbledon FC’nin bunu icraate geçirmesi bir yıldan fazla zaman almıştı. Fakat bu süre içinde kulüp, geleneksel taraftar desteğini çoktan kaybetmişti bile. Taşınmayla birlikte kulübün Wimbledon’la organik bağının kopacağını ve kültürel değerlerden uzaklaşacağını düşünen taraftarlar harekete geçmekte gecikmedi. Böylece bir kulübün asıl sahibi ve koruyucusunun taraftar olduğu vurgulanarak “Wimbledon”un başına “A Fans’s Club” (Bir Taraftar Kulübü) eklendi ve AFC Wimbledon doğmuş oldu.

AFC Wimbledon, sadık taraftarının kesintisiz desteği ile kısa sürede yeni bir stadyuma, idman sahasına, formalara, teknik adama ve oyunculara kavuşarak İngiliz futbol sisteminin en alt seviyesi olan dokuzuncu ligde küllerinden doğdu. Kulüp, kuruluşunu takip eden dokuz sezonda tam beş kez küme yükseldi ve nihayet İngiltere’deki dördüncü seviye küme olan İkinci Lig’e kadar yükseldi. Burada ikinci sezonunu geçiren AFC Wimbledon tafaftarının 90 km kuzeydeki akrabasına olan nefreti hiç dinmedi. Çünkü onlar, Wimbledon FC’nin mirasını kullanarak kendilerine ait olan lig kontenjanını haksız yere kullanmışlardı.

Milton Keynes’e taşındıktan sonra Wimbledon FC, kulübün bütün tarihini sahiplenmeye kalkıştı. Ne var ki o kültür, Wimbledon’da kalan taraftarlar olmadan yaşatılamazdı. Nitekim yöneticiler bunun farkına iki yıl sonra vardı ve çeşitli taraftar derneklerinden gelen tepkilere de dayanamayarak kulübün adını Milton Keynes Dons olarak değiştirmek zorunda kaldı. Zira yeni taraftar profiline artık yeni bir sayfa açmak gerekiyordu. Güneydeki eski dost AFC Wimbledon gibi en alt seviyeden başlamak zorunda kalmayan Milyon Keynes Dons, bir kez küme düşse de hemen toparlanmayı bildi ve üçüncü futbol kümesi olan Birinci Lig’de yer edindi.


Geçtiğimiz aya kadarki 10 yılda AFC Wimbledon ve MK Dons hiç karşı karşıya gelmedi. Bu maçı son dakika golüyle 2-1 MK Dons kazansa da, maç öncesindeki genel atmosfer bu skor kadar mütevazi değildi. AFC taraftarları rakibi tam bir hırsız olarak görüyor, teknik direktörü maçı kulübe yerine tribünlerden izlemeyi tercih ediyor, MK Dons cephesi ise rakibin ithamlarını yalan dolan olarak görüyordu. Nitekim ilk Wimbledon derbisi olaysız kapansa da, bu husumetin uzun vadede Manchester ve Merseyside derbilerini yakalaması büyük bir sürpriz olmayacak gibi görünüyor.

Ayrılıklar
Wimbledon derbisinin beslendiği bölünme, İngiliz futbolunda yerel bağlılığa dayanan taraftar kültürünün çoktan oturmuş olduğu yıllarda gerçekleşti. On yıl öncesine nazaran endüstrileşme yolunda fersahlarca yol almış bir ortamda, benzer bir kararın farklı ülkelerde ne gibi sonuçlar doğuracağı tartışılabilir. Fakat futbol tarihindeki önemli kulüp bölünmelerinin çoğu, bu yüzyılın henüz başlarındaki basit fikir ayrılıklarından ileri geliyor.


Bugün dünyanın en ateşli derbilerinen biri olarak görülen Flamengo – Fluminense karşılaşmasının kökeninde bu tarz bir çatlak yatıyor. 1895 yılında Rio de Janeiro‘nun yüksek sosyetesine mensup bir grup genç, Flamengo adı ile bir kürek kulübü kurmaya karar verir. Zira kürek o dönemde şehrin en elit sporu sayılmaktadır ve bu yolla gençler, sosyete kızlarının gözüne girebileceklerini düşünür. Bundan 7 yıl sonra, Avrupa’da eğitim almış ve İngiliz kültürünü benimsemiş bir başka genç elitist grup, Fluminense Futbol Kulübü’nü kurmaya karar verir. 1911 yılına gelindiğinde ise Fluminense kendi içindeki ilk ciddi görüş ayrılığını yaşar. Zira takım kaptanı Alberto Borgeth, aynı zamanda Flamengo’da kürek takımında da yer almaktadır. Bu durum Fluminense yönetimini rahatsız eder ama öte yandan takımın iskeletini oluşturan dokuz futbolcunun oyu Borgeth’ten yanadır. İki tarafın çözümsüzlüğü sonucu Borgeth önderliğindeki grup, şehrin diğer elitist topluluğu olan Flamengo’nun yolunu tutarak bu kulüpte futbol branşını kurar. Böylece Rio’da bir asrı geride bırakan bir rekabet doğmuş olur.

Brezilya’da bunların olduğu sırada İtalya’nın Milano kenti de başka bir fikir ayrılığına sahne olmaktadır. Yıl 1908 iken Milan Kriket ve Futbol Kulübü’nün henüz 10 sezonluk ülke futbol tarihinde üç şampiyonluk kupası bulunmaktadır. Fakat bir grup genç, kulüpteki İtalyan kökenli oyuncuların ağırlığından şikayetçidir ve bu durum o dönemde kolay kolay değiştirilemeyeceğinden ötürü ayrılık kaçınılmazdır. Internazionale adıyla kurulan yeni ekibin kapıları, yabancı oyunculara da İtalyanlar’a olduğu kadar açıktır. Hatta kulübün ilk kaptanı, bu anlayışı simgelercesine Hernst Manktl adlı bir İsviçreli olur. Bölünmeden sonraki ilk şampiyonluğu için Milan tam 43 yıl beklemek zorunda kalırken, bu süreçte ülkenin faşist bir anlayışla yönetildiği dönemde bile Inter tam 5 kez ligin zirvesine yerleşir.


Benzer yıllarda İspanya’daki kulüp bölünmesinin temelinde ilginç biçimde herhangi bir fikir çatışması yatmaz. 1903 baharında Madrid’te yaşayan bir grup Bask, çok sevdikleri Athletic Bilbao’nun genç takımı hüviyetindeki bir kulübü başkentte kurmak ister. Athletic Club de Madrid adıyla anılan yeni ekip, ilk yıllarında tıpkı Bilbao’daki abileri gibi mavi beyaz çizgili formalar giyer. Fakat 1911’e gelindiğinde forma rengi bir anda kırmızı beyaza döner. Bu ani değişime dair ilk rivayete göre o dönemde kırmızı beyazlı kumaş, forma yapımında kullanılabilecek en ucuz malzemedir. Çünkü bu kumaşla aynı zamanda yorgan da dikilmektedir ve artakalan malzemeler kolayca formaya dönüştürülebilir. İkinci senaryoya göre ise hem Bilbao hem de Madrid ekibi o zamanlar İngiltere’den satın aldıkları mavi beyaz Blackburn Rovers formalarıyla maça çıkar. Fakat Madrid’ten Juanito Elorduy, İngiltere’ye bir sonraki gidişinde Blackburn forması bulamaz ve eli boş dönmektense kırmızı beyazlı Southampton forması alır! Böylece altta mavi renkli Blackburn şortu ve üstte kırmızı beyazlı Southampton forması ile Atletico Madrid, “yorgancılar” lakabıyla bugünkü halini alır.

Merseyside Bölünürken
İngiltere’nin en köklü rekabetlerinden biri olan Liverpool – Everton çekişmesinin mayasında yine birbirinden ayrılan iki kulübün husumeti var. Fakat Merseyside’taki bölünmenin sebebi Rio de Janeiro, Milano veya Madrid’teki kadar basit değil. İlk etapta Anfield’ta faaliyet gösteren tek futbol takımı Everton idi ve kulüp, bu stadı kullanma karşılığında yerel bir hastaneye düzenli bağış yapıyordu. Fakat başkan John Houlding bir yıl sonra bu arsayı satın aldığında Everton kendi başkanına kira öder hale geldi.


Kira bedelinin zamanla yıllık 100 £’den 250 £’e, Everton tribünleri doldukça da 370 £’e fırlaması kulüp yönetimini iyiden iyiye rahatsız etti. Houlding’in sahibi olduğu arsada Everton’ın popülaritesini kullanarak başta alkol olmak üzere çeşitli ürün satışını kulüpten bağımsız olarak gelire dönüştürmesi de ayrı bir tartışma konusuydu. Ayrıca Houlding Everton hisselerinin birkaç kişilik azınlığın elinde kalması gerektiğini düşünürken, yönetimin geri kalanı bunu daha geniş kitlelere yayma taraftarıydı.

Bu derin fikir ayrılıkları elbette sonuçsuz kalmadı. Everton yönetimi, Houlding’le bu işin yürümeyeceğini öngörerek kulübü Goodison Park’a taşıma kararı aldı. Taraftarlar için 5000 adet hisse senedi çıkarıldı ve yönetim kulübün sadece %6’lık kısmına sahip oldu. Houlding ise bu çatlak kırığa dönüştükten sonra Anfield’ta Everton Athletic adlı yeni bir kulüp kurdu ve Everton’ın ligdeki yerini kendisinin hak ettiği konusunda federasyona şikayette bulundu. Bu kabul görmediği gibi kulübün ismi de benzerlikten ötürü onaylanmadı. Böylece Anfield’ın yeni sahibinin adı Liverpool FC olarak son kez değişti. Houlding’in başındaki yönetim, Everton’ın aksine kulüp hisselerinin %52’sine sahip durumdaydı ama elde henüz bir futbol takımı yoktu! Alelacele İskoçya’ya bir çıkarma yapıldı ve 13 profesyonel oyuncuyla sözleşme imzalandıktan sonra Anfield tekrar futbolla tanıştı.

Futboldaki ticarî metalaşmanın zirveye tırmandığı bir zamanda Wimbledon’da yaşananları görmek bir yandan sevindirici. Bu şekilde tüm futbolseverler en azından bir kulübün kültürel mirasını yaşatabilecek yegâne unsurun taraftar olduğunu hatırlayabiliyor. Taraftar aidiyetinin oturmadığı yıllarda benzer bölünmeleri yaşayan Liverpool, Rio de Janeiro ve Milano şehirleri bugün oldukça köklü ve tarihî derbilere sahne oluyor. Wimbledon da benzer yollarda emekliyor ve belki de İngiltere, aynı yumurtadan çıkan ikizlerin oluşturduğu yeni bir futbol derbisine doğru gidiyor.

Not: TamSaha dergisinin Ocak '13 sayısında yayımlanmıştır.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...