Subscribe Twitter Twitter

29 Ekim 2011

Chelsea 3 - 5 Arsenal

"Defanslar hiç hata yapmasaydı tüm maçlar 0-0 biterdi" diye güzel ve katıldığım bir söz var. Mükemmel bir defansı bile hataya zorlayan oyuncular ve takımlar zaten öne çıkarlar. Bugünkü Londra derbisinde belki de hiç abartılı biçimde diğerine ağır basan bir takım oyunu veya yıldız oyuncu izlemedik ama topun iki ceza sahası arasında sıklıkla gidip geldiği zevkli bir 90 dakikaya şahit olduk. Manchester derbisinden sonra Londralıların da seyir zevki tazelendi kısaca.

Her şeyden önce ligin 3. haftasında Old Trafford'ta 8 gol yiyen takımla bugün Stamford Bridge'e çıkan arasında gözle görülür bir fark vardı. Mükemmel oynamadılar ve savunmada açıklar verdiler belki ama Chelsea gibi bir ekibi kendi evinde 5 golle yenmek azımsanacak bir iş değil kesinlikle. Maça bekleri hakkında soru işaretleriyle başladı Arsenal. Sağda Djorou, solda Andre Santos'un koruduğu kanatları sırasıyla Mata ve Sturridge ilk 10 dakikada koridora çevirdi neredeyse. Hatta Sturridge'in acemiliği tutmasaydı Chelsea daha o dakikalarda öne geçebilirdi. Derken günün en iyi adamlarından Walcott çıktı sahneye. Önce Gervinho'yu, ardından Van Persie'yi çok akıllıca düşünülmüş iki pasla net pozisyonlara soktu. Ne var ki maçın ilk golü, Andre Santos'un olduğu kanattan gelen ortayı değerlendiren Lampard ile geldi: 1-0.


Gol ile rahatlayan Chelsea'de Ashley Cole maçta iz bırakan adamlardan biriydi. Geride, ileride ve hatta bazen ortada çok verimli oynadı Cole. Ne var ki bu kez hata yapma sırası, yazının ilk cümlesine nazire yaparcasına Chelsea defansındaydı. Ivanovic, önünden hızla geçen Gervinho'ya hamle yapmayınca onun pasıyla Van Persie maça eşitlik getirdi. Devre sonuna kadar "işte Premier Lig bu!" dedirten, bir an bile duraksamayan bir maç izledik. 45. dakikada bu kez kornerden gelen ortayı Mertesacker'i alt ederek kaleye gönderen Terry, takımını soyunma odasına 2-1 önde götürdü.

İkinci devrenin ilk 10 dakikası, futbolun ne tür cilvelerle dolu olduğunun kanıtı gibiydi adeta. 49. dakikada gerilerden kendini kolayca unutturarak gelen Andre Santos, düzgün bir forvet vuruşuyla maça tekrar denge getirdi. Özellikle ilk devrede bölgesinde açıklar veren Brezilyalı için güzel bir geri dönüş oldu. Bundan 6 dakika sonra ise maçın en iyi oyuncularından A. Cole'un basit hatasına şahit olduk. Topla birlikte giderken ceza sahası dışında yere düşen Walcott'u izleyince, genç Arsenal'li göz açık kapayıncaya kadar yerden kalkıp kaleci Cech'in karşısında yerini alıverdi ve Arsenal'i ilk kez öne geçirdi.


3-2'den sonra 'acaba yeni bir 4-4'lük skor mu geliyor' diye düşünmedim değil! Arsenal daha kontrollü oynamayı tercih ederken Villas Boas ise sırasıyla Malouda, Lukaku ve Meireless hamleleriyle oyunu tekrar lehine çevirmeye çalışıyordu. Değişikliklerde bana göre bir yanlışlık yoktu. Nitekim Sturridge ve Mikel özellikle ikinci devre hayalet gibiydi sahada. Ramires'in yerine Lukaku'yu almak ise artık olması gereken bir riskti. Bu hamlelerin meyvesini 81. dakikada Mata'nın güzel vuruşu ile aldı Chelsea. Fakat geride açık vermeye devam ettiler ve 85. dakikada Malouda'nın ölümcül pas hatası geldi. Van Persie bunu da kaçırmadı ve skoru 4-3'e taşıdı. Dakikalar 90'ı gösterirken Hollandalı tekrar sahneye çıktı ve Hagi'nin Athletic Bilbao'ya attığı unutulmaz golü tekrar akıllara getirerek skoru belirledi: 3-5.

Aslına bakılırsa Chelsea ile Arsenal'in dizilişleri çok benzerdi. 4-3-3 ile sahaya çıkan iki ekip de kanatlarla etkili oldu. Chelsea'nin Arsenal'den farkı, orta üçlünün en ucundaki Lampard'ın aynı mevkideki Arteta'ya göre daha da ileride durmasıydı. Ayrıca Chelsea'nin kanatları, Arsenal'e oranla çok daha fazla yer değiştiriyordu. Ancak özellikle Mikel'in yokları oynadığı bir maçta savunmada önemli pozisyon hataları yaptılar. Arsenal'in ileri üçlüsü ise bu hataları kolayca harcamadı. Wenger'in ekibinde beklerin ilk devrede yaptığı hataları Chelsea değerlendirebilseydi ikinci yarıya çok daha rahat bir skorla çıkabilirdi ev sahibi. Futbol işte... Bu süreçte felaket olan Djorou o mevkide kendini aştı, Andre Santos ise zamanla kendini buldu. Walcott sağ kanatta gittikçe daha tehlikeli olurken, Ashley Cole'un yıldızı takımıyla beraber sönmeye başladı. Sonuç olarak Arsenal, taraftarına "demek ki olabiliyormuş" dedirten ve özgüveni tavanlara çıkaran şok bir galibiyet elde etti.

Büyük Britanya 2012


Bu adamlar Olimpiyatlar'a neden her seferinde birleşerek Büyük Britanya olarak katılır? Hatta futbolun Olimpiyatlar'da yeri var mıdır? Olimpiyatlar'da futbol dalında altın madalya kazanan ekip ne derece sevinç duyar? İşte ben bu soruları sorarken 2012 Londra Olimpiyatlar'ında Büyük Britanya futbol takımının giyeceği forma tanıtıldı. Tanıtan oyuncu ise biraz da 'bütünün diğer parçalarını' bir nebze motive etmek adına Gareth Bale olmuş. Bu arada takımın teknik direktörlüğünü eski oyuncu Stuart Pearce üstleniyor.

28 Ekim 2011

Gaitan - Di Maria - Simao


Sabah sabah şöyle bir gazetelere bakınayım dedim ve Telegraph'taki habere takıldım. Manchester United, Benfica'nın 23 yaşındaki sol kanat ve orta saha oyuncusu Gaitan'ı Ocak ayında transfer etmek için yaklaşık 45 milyon €'yu gözden çıkarabilirmiş. Ferguson potansiyeli görmüşse alabilir adamı, bunda da çok büyük bir haber niteliği yok zaten ama takıldığım nokta başka. Büyük Portekiz kulüplerinin çok iyi becerdiği bir iş olan transfer döngüsünü Benfica'nın da nasıl işlettiği burada önemli olan.

Gaitan Benfica'ya geçen sezonun başında 8,4 milyon €'ya gelmişti. Sadece bir sezonluk performansının ardından  hakkında konuşulan rakam bunun neredeyse 5 katı. Gaitan kulübe adım atarken Benfica'lı yöneticiler bir yandan da Di Maria'yı 33 milyon €'ya Real Madrid'e gönderiyordu. Di Maria, 2007 yazında sadece 8 milyon €'ya transfer edilmişti. O ise yine tam o zamanlarda Atletico Madrid'e 20 milyon € karşılığında satılan Simao'nun yerini doldurmakla görevliydi. Simao'nun 2001 yazında gelirken bonservisi sadece 4,5 milyon € idi. Örnekler başka mevkiler için de çoğaltılabilir ama kısacası gidenin her zaman kaliteli bir halefinin olduğu, gelenin gideni aratmadığı ve kârlılığın her daim göze battığı düzgün bir futbolcu ocağı gibi Benfica. Bu işi bugün onlardan daha iyi beceren bir kulüp varsa da rakip Porto, ki o da başka bir yazıya kalsın...

Bu arada Di Maria ve Simao'nun aksine Gaitan'ın menajeri Jorge Mendes değil! Hatta içinde Aytekin Erayabakan ve İlhan Mallı adlı iki Türk asıllı Alman menajerin bulunduğu Pro Soccer 24 adlı bir şirket. İnsanın aklına hemen bu şirketin portföyündeki oyuncuların Türk kulüpleri ile olan transfer dedikoduları geliyor. Zira bizim basın menajerin 'bizden' olduğunu duyunca dedikoduyu bir kat daha abartıyor malum... Pro Soccer 24'e mensup bazı futbolcuların isimlerini yazıp noktayı koyayım: Jose Antonio Reyes, Oscar Cardozo, Lassana Diarra, Fernando Gago, Daniel Güiza, Mehmet Ekici ve hatta Orhan Gülle.

23 Ekim 2011

Man. United 1 - 6 Man. City


Yıllar hatta belki de aylar sonra 23 Ekim 2011 tarihi, Manchester şehrinde bir şeylerin oldukça değiştiğini anlatan bir yazıya dramatik bir giriş olabilir. Zira yakın tarihinin açık ara en önemli zaferini elde etti bugün City. Futbolla ilgilenmeye başladığım günden beri United'ı bundan daha çaresiz gördüğüm iki maç var; ki ikisini de 2009 ve 2011 Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona'ya karşı kaybettiler. Daha ne diyebilirim, nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama yazıya başladığımda durum 3-1'ken, şu cümlenin sonuna gelene dek başlığı üç kez değiştirmek zorunda kaldım!

Oyunun ilk 20 dakikasını izleyip maçı bırakan biri muhtemelen United'ın rahat bir zafer elde edeceğini tahmin etmiştir. Topu rakibine göstermiyordu neredeyse United. City tarafı defans ve orta sahanın güzel bütünleşmesi sonucu takım olarak oldukça iyi savunma yapmayı başardı. Bu şekilde bir türlü kale önüne gelemedi Kırmızılar. Bunun yerine önce kanatlardan denediler ve bu çalışmayınca ceza yayından uzak şutlara başvurdular. Ancak ikisi de işe yaramadı ve bir yandan savunmada acemice hatalar yapmaya başladılar. Derken Balotelli'nin 22. dakikada gelen akıllıca golü durumu oldukça değiştirdi. En azından United'ın oyununa karşı koyabilmeye başladılar ve devre bitene dek bunu korumaktan fazlasına da başvurmadılar.


İkinci yarı başladığı anda o ana dek zaten bir şekilde hata yapacağı belli olan Evans çıktı sahneye. Balotelli'nin iri cüssesine karşı koyamadı ve kaleciyle karşı karşıya kalamadan İtalyan oyuncuyu yere indirdi. Hakem kırmızı kartı göstermeseydi bile maçı City alırdı diyesim geliyor bu noktada ama bahsi geçen takım United, menajer de Ferguson olunca diyemiyorum kolayca. Sir'ün her daim farklı ve pragmatik bir çözümü vardır çünkü. En azından ben onu öyle tanıdım ama bugün o da ne yaptıysa karşılık bulamadı.

47. dakikadaki kırmızı karttan sonra sahada hayalet gibi dolaşan bir United izledik. David Silva orta sahadaki varlığını iyice güçlendiriyor, oyunu da istediği gibi yönetiyordu. Buna karşın orta sahada Anderson'a yakın oynayan Rooney ise aynı etkiyi gösteremiyordu. Derken 60'ta tekrar Balotelli sahneye çıktı. İlk golünde "neden hep ben?" diye gerekli mercilere mesajını ileten Balotelli keşke asıl bu şekilde sahada 'hep' kendinden bahsettirse... Bugün forvet gibi başladı ama sıklıkla kanatlara, özellikle de sola inerek hem Silva hem de Agüero'nun oyun alanını genişletti. Maç genelinde başarılı olmasının tek sebebi attığı goller değil bu yüzden; ki bana göre Silva'nın ardından sahanın en iyisiydi.


69. dakikada Agüero farkı üçe çıkardığı anda maç bitmişti sanki. United iyice çözünmüş, geride fersah fersah boşluklar bırakır olmuştu. Öyle ki bu skoru bulmak için 90. dakikayı beklemeyebilirlerdi de. Fletcher'ın golü ise sahadaki ekibi canlandırmaktan çok uzaktı. Uzatmalar oynanırken yene 3 gol ise Ferguson'un oyundan hiç kopmayan takım kimliğinin bugün ne kadar silik olduğunu simgeler nitelikteydi.

Kısacası bugün City'ye bu müthiş galibiyeti getiren ana unsur takım savunmasıydı. Bu şekilde ilk 20 dakikadaki yoğun United ataklarını kesebildiler, ki bu süreçte golü yemiş olsalar belki de maçı kaybedeceklerdi. O dakikadan sonra ise Silva'nın etrafında olgunlaşan ve Balotelli'nin doğru koşularıyla daha da tehlikeli olan ataklar sayesinde kontrolü hiç bırakmadılar. Bu arada Dzeko ile başlamama kararının arkasında da bu var çünkü bu maçta Dzeko gibi nispeten statik bir forvetten daha hareketli bir ileri uca ihtiyacı vardı Mancini'nin. Yine de doğru taktikle çıksa dahi böylesine bir skoru ve ezici üstün oyunu kimse beklemiyordu herhalde...

22 Ekim 2011

Bobby Robson


Yıl 1969... Ipswich Town menajeri Bobby Robson, yine bir Ekim ayında yeni bir transfer hedefini daha duvarına iğneliyor. Bu kulüpte 13 yıl kalıp efsaneleştikten sonra "başarılı teknik adam" hüviyetiyle İngiltere'nin başına geçecek. Sonrasında PSV; Sporting Lisbon, Porto, Barcelona ve Newcastle ile geçen uzun bir hayat... Bugün hak ettiği kadar hatırlanmasa da Mourinho'dan Vilas Boas'a ve Guardiola'ya kadar birçok futbol adamına idol olmuş durumda. Ölümsüzlüğü hak eden efsaneler arasında o...

21 Ekim 2011

Haftasonu Gelince




21 Ekim Cuma
20:00 Antalyaspor - Galatasaray /Lig TV
21:30 Augsburg - W. Bremen /TRT HD

22 Ekim Cumartesi
13:30 Kartalspor - Denizlispor /TRT 3
14:45 Wolves - Swansea City /Lig TV 2
15:00 Eskişehirspor - Manisa /Lig TV
16:30 B. Dortmund - Köln /TRT Haber
17:00 Bolton - Sunderland /Lig TV 2
19:00 Göztepe - Gaziantep BŞB/TRT 3
19:00 Bursaspor - Trabzonspor /Lig TV
19:00 Karabükspor - İstanbul BŞB /Lig TV 2
19:30 Liverpool - Norwich City /Lig TV 3
19:30 Hamburg - Wolfsburg /TRT HD
21:00 Malaga - Real Madrid /NTV Spor
23:00 Barcelona - Sevilla /NTV Spor
23:00 Fluminense - A. Mineiro /Lig TV 2

23 Ekim Pazar
13:00 Real Betis - Rayo Vallecano /NTV Spor
13:30 Adanaspor - Sakaryaspor /TRT 1
15:00 Ankaragücü - Orduspor /Lig TV 2
15:00 Kayserispor - Sivasspor /Lig TV
15:30 Man. United - Man. City /Lig TV 3
16:00 Konyaspor - Karşıyaka /TRT 3
16:30 Leverkusen - Schalke 04 /TRT Haber
18:00 QPR - Chelsea /Lig TV 3
18:30 Hannover 96 - Bayern Münih /TRT HD
19:00 Bucaspor - Çaykur Rize /TRT 3
19:00 Gaziantepspor - Gençlerbirliği /Lig TV 2
19:00 Fenerbahçe - Samsunspor /Lig TV
19:00 Atletico Madrid - Mallorca /NTV Spor
21:00 Internacional - Corinthians /Lig TV 3
23:00 Villarreal - Levante /NTV Spor

24 Ekim Pazartesi
20:00 Mersin İY - Beşiktaş /Lig TV

14 Ekim 2011

Haftasonu Gelince...




14 Ekim Cuma
20:00 Trabzonspor - Ankaragücü (Ligtv)
20:00 Gaziantep BŞB - Sakaryaspor (TRT 3)
21:30 Werder Bremen - Borissia Dortmund (TRT HD)

15 Ekim Cumartesi
13:30 Kayseri Erciyesspor - Çaykur Rizespor (TRT 3)
14:45 Liverpool - Manchester United (Ligtv 2)
15:00 Orduspor - Eskişehirspor (Ligtv)
16:00 Bucaspor - Denizlispor (TRT 3)
16:30 Bayern Münih - Hertha Berlin (TRT Haber)
17:00 Manchester City - Aston Villa (Ligtv 2)
19:00 Real Madrid - Real Betis (NTV Spor)
19:00 Beşiktaş - Kayserispor (Ligtv)
19:00 Sivasspor - Gaziantepspor (Ligtv 2)
19:00 Adanaspor - Akhisar Belediyespor (TRT 3)
19:30 Chelsea - Everton (Ligtv 3)
19:30 Schalke 04 - Kaiserslautern (TRT HD)
21:00 Barcelona - Racing Santander (NTV Spor)
23:00 Granada - Atletico Madrid (NTV Spor)

16 Ekim Pazar
13:30 TKİ Tavşanlı Linyitspor - Karşıyaka (TRT 1)
15:00 Gençlerbirliği - Antalyaspor (Ligtv 2)
15:00 Büyükşehir Belediyespor - Samsunspor (Ligtv)
15:30 Arsenal - Sunderland (Ligtv 3)
16:00 Konyaspor - Kartalspor (TRT 3)
16:00 Elazığspor - Giresunspor (TRT 6)
16:30 Freiburg - Hamburg (TRT Haber)
17:00 Zaragoza - Real Sociedad (NTV Spor)
18:30 Köln - Hannover 96 (TRT HD)
19:00 Levante - Malaga (NTV Spor)
19:00 Galatasaray - Bursaspor (Ligtv)
19:00 Manisaspor - Karabükspor (Ligtv 2)
19:00 Göztepe - Boluspor (TRT 3)
21:00 Palmerias - Fluminense (Ligtv 3)
21:45 Lazio - Roma
23:00 Sevilla - Sporting Gijon (NTV Spor)

17 Ekim Pazartesi
20:00 Mersin İdman Yurdu - Fenerbahçe (Ligtv)

Kaynak: tribundergi.com

13 Ekim 2011

"Eyvah Türkler!"


Bizi EURO 2012’ye götürüp götürmeyeceği belli olmayan engebeli yolda son rakip Hırvatistan… Turu atlarız atlayamayız orası ayrı konu ama bizim medya yine gazı almış görünüyor! “Onlar bizi iyi tanır” diye manşet atmalar mı ararsın, “Geçersin bunları Türkiye’m” diye gereksiz havalanmalar mı, yoksa Hırvat medyasının sözde “eyvah yine Türkler” nidalarını mı… Daha geçen gün Almanya’ya yenilip Balçika’nın arkasına düştüğümüzde aynı gazetelerin aynı sütunlarında neler yazıldı? Nereden geliyor bu bir anda dibe vurup hemen ardından uçmak anlamıyorum. 15 Kasım gecesi tur atlarsak yine Brezilya’yı elemiş gibi coşacağız. Elenirsek de dünyanın sonu gelmişçesine Milli Takım’ı yerin dibine sokacağız. Ve bu döngü sanki hiç değişmeyecek…Türkler yukarıdaki fotoğraf manşetindeki gibi gitsin bir yerlere umarım ama başkaları bizden bu kadar korkmasa da olur!

10 Ekim 2011

Damned United


Brian Clough, tam 49 yıl önce Sunderland forması ile poz verirken... 3 ay sonra ciddi bir sakatlık geçirecek, dönemin imkansızlıkları sebebiyle bir süre sonra henüz 29 yaşındayken futbolu bırakmak zorunda kalacak. Hiç zaman kaybetmeden teknik direktörlüğe soyunacak. Sonrasındaysa Derby County ve Nottingham Forest hikâyeleri... O sakatlık olmasa büyük ihtimalle bu efsanelerden ilkini yaşamayacaktık. O tecrübeyle gelen ikinci güzelleme de o kadar enfes olamayacaktı belki de. Kelebek etkisi diyelim kısaca...

Bir de bu güzel adam anılır da "The Damned United" hatırlanmaz mı? Halen izlemeyen varsa mutlaka izlesin. Öyle ki filmin sonlarına doğru Brian Clough ve Peter Taylor'ın yanında ekipten biri olarak hissediyorsunuz...

9 Ekim 2011

Ateşe


8 Ekim 2011

Tıkanıklık


Sürekli konusunu açıp kapadığımız ancak ilk kez derinlemesine içinde bulunduğumuz malum sebepten ötürü sıradışı bir yaz mevsimi geçirdik futbolumuzda. Şike, iddianame, Metris derken sonrasında decoder ve play-off gibi şeyleri tartıştık. Nitekim futbolun özünü iyice unutmuşken milli maçlar ve lig maçları baş gösterdi. Eski tadını tuzunu alamasak da takip ettik bir şekilde. EURO 2008 sonrasından beri kabak tadı veren Milli Takım'ın maçlarını da bu özlemle bir kat heyecanlı bekledik belki. Ama yok arkadaş! Bazı şeyler olmayınca olmuyor. Almanya'ya yenilmemize ve hatta onun olduğu grupta başından beri gözümüzü ikincilikten daha ileri dikemememize değil lafım.  Alt tarafı play-off'a kalmak için bile son maçta bir galibiyetin bize yetmeyebileceği asıl adama koyan...

2002 Dünya Kupası'ndan bu yana ne yaptığını bilen ve yapıcı bir planı olan bir milli takım izlemedik neredeyse. EURO 2008'in tadı damaklarda olabilir ama bu konuda o da iyi bir örnek değil. Bu takımın karakteri neredeyse 10 yıldır öncelikli olarak rakibin oyununu bozmaya yönelik. Yani proaktif olmaktan ziyade reaktif... "Rakip sahaya bir çıksın, hele bir tartalım bakalım, sonrasını düşünürüz" mantığı gördük çok kez. Bu düşünceyi 90 dakikalık dilimlerden çıkarıp eleme grubu sürecine yayınca da, o gruptan çıkmak için her defasında başkalarının eline bakmak zorunda kalışımız garip gelmiyor aslında. Değişmiyor bu durum bir türlü ve değişecekmiş gibi de durmuyor. İşler biraz yolunda gidince bu plansızlık yerini tahmin edilemez bir heyecana bırakıyor belki ama futbolda ters giden şeylere de fazlasıyla yer var. Öyle olunca da haliyle hoşuna gitmiyor insanın... Kemikleşmiş bir 2. torba takımı hüviyeti kazandık iyiden iyiye ve bu tam anlamıyla futbolumuzda bir tıkanıklık demek oluyor. Nihayetinde 2.liği bile tehlikeye atmaya başlayınca tıkanıklık açılıyor belki ama artık suyun tersine akacağından korkuyor insan...

6 Ekim 2011

‘Şehir’ Işıkları



Önce Rus, sonra Amerikan furyası derken Premier Lig’de şimdi de Arap sermayesinin rüzgarı esiyor. “Trilyon dolarlık adam” sıfatıyla 2008 Ağustos’unda Manchester City’yi himayesi altına alan Şeyh Mansur, dördüncü sezonuna başlarken kararlılığından hiçbir şey kaybetmiş değil.

Tek bir kupa bile görmeden geçen 35 yıl, kendini büyük bir takımın taraftarı olarak algılayanlar için hayalkırıklığından öte bir durum. 1976 yılındaki Lig Kupası zaferinden sonra Manchester’ın mavi tarafında adeta zaman durmuş gibiydi. Başarıdan oldukça uzak, hatta birinci ve ikinci lig arasında düşe kalka geçen bu yıllar sonucunda taraftarın ümitli olmak için hatırı sayılır sebebi yoktu. Hatta ezeli rakip Manchester United tribünlerinde City’nin kupasız geçen yıllarını sayan ünlü bir pankart bile baş göstermişti! Tüm bu karamsarlığı dağıtacak kişi ise, 2008 yazında ani bir operasyonla kulübü satın alan Şeyh Mansur’dan başkası değildi.

Manchester City’yle futbol tarihinin en büyük değişim hikayelerinden birini yazmak üzere kolları sıvayan Şeyh Mansur’un doğuşu da benzer bir döneme rastlıyor. 1970’te dünyaya gözlerini açtığında Abu Dabi sınırlarında petrol bulunalı henüz 12 yıl geçmişti. Şeyh Mansur bir yaşını doldurduğunda ise babası Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) kurarak bölgede birliği sağlamıştı. Böylece başlıca geçim kaynağı deve yetiştiriciliği ve inci avcılığı olan bölge halkı, kısa sürede petrol zengini bir ülkeye dönüşüveriyordu. Öyle ki, bir varil petrolün fiyatında meydana gelen sadece 1 $’lık artış, BAE’nin kasasına günde fazladan bir 500 milyon $ ekleyebiliyordu. Şeyh Mansur ise Abu Dabi Emirliği’ndeki politik rolü sayesinde 15 milyar €’yu bulan bir kişisel servet edinmekte çok gecikmiyordu.



2008 ve Sonrası
Kimse ne olduğunu bile anlamadan gerçekleşen bir el değiştirme operasyonu sonucu City’nin başına geçen Şeyh Mansur, adeta “ben geldim” diye bağırırcasına bir hamlede bulundu. O günlerde Real Madrid’ten ayrılmak için her şeyi deneyen Robinho’yu Chelsea’nin avucunun içinden alarak 43 milyon €’luk rekor bir bedelle kadrosuna kattı. Transfer döneminin bitimine dakikalar kala gerçekleşen bu anlaşma, sonraki yıllar için çorap söküğünün başlangıcı olarak algılandı. Nitekim bu tarz transferlerin ardı da geldi ancak Şeyh Mansur’un şimdiye dek City’ye kazandırdığı tek şey pahalı oyuncular değil.

2010 yılının Mart ayına gelindiğinde Manchester City yönetimi, şehir konseyi ile yaptığı görüşmeler sonrasında kulübe önemli bir katkı daha sağladı. Eastlands’te yer alan City of Manchester Stadı’nın etrafındaki boş arazileri değerlendirme hakkı, Etihad Havayolları’nın sponsorluğu altında kulübe devrediliyordu. Bu şekilde stadın etrafında Etihad Kampüsü adlı bir kompleksin kurulması ve Carrington’daki idman sahalarının Milanello tesisleri örnek alınarak buraya taşınması da kararlaştırıldı. Halen devam eden çalışmalar sonucu City of Manchester Stadı’nın kapasitesinde de artışa gidilebilir.

Son haftalarda transferler haricinde Manchester City’yle ilgili en çok tartışılan olay, Etihad Havayolları ile yenilenen ticari işbirliğiydi. Kulübe 10 yılda tam 400 milyon £ gelir sağalayacak olan bu anlaşma, futbol tarihinde bugüne dek yapılmış en kârlı el sıkışma operasyonu olma niteliği taşıyor. Özetle yıllık 40 milyon £’luk kazancın 20’si forma reklamına ait olurken, 10 milyon £’luk kısmı da City of Manchester Stadı’nın isim hakkına karşılık olacak. Kalan 10 milyon £ ise Etihad Kampüsü’nün sponsorluğundan gelecek. Benzer bir anlaşma sonucu Arsenal’in Emirates’ten 15 yıllığına 90 milyon £ kopardığını düşünürsek, Şeyh Mansur’un anlaşmasının kârlı olduğu kadar şüphe uyandırdığını da varsayabiliriz. Sonuçta Etihad Havayolları Abu Dabi hükümetinin kontrolü altındaki bir şirket olduğu için malum anlaşmanın UEFA Finansal Fair Play’in incelemesi altına gireceği kesin gibi.


Göreve gelir gelmez Robinho, Jo, de Jong ve daha birçok yıldız isim için bir anda 138 milyon £’u gözden çıkarmıştı Şeyh Mansur. Zira tüm dünyanın boğuştuğu ekonomik kriz petrol fiyatlarını ve haliyle Manchester City’nin transfer bütçesini yükseltmişti. Elde edilen lig 10.luğu, sonraki yaz yine 130 milyon £’u bulan bir harcamaya yol açacaktı. Tevez, Adebayor, Barry ve Kolo Toure gibilerinin katkısıyla kadroda derinlik sağlanıyordu. Daha ilk devre bitmeden menajer değişikliğine gidilen sezon 5. sırada tamamlanınca 2010 yazı yine hareketli geçti. Yaya Toure, Balotelli, David Silva ve James Milner ile City artık bir yıldızlar topluluğunu andırıyordu. Nitekim Mancini’nin de çabaları sonucu sezon 3.lükle sonuçlandı ve takım Şampiyonlar Ligi biletine uzanmayı bildi. Bu arenayı süsleyecek son yıldızlar ise Kun Agüero ve Samir Nasri olacaktı.

Para Dengeleri
Manchester City’nin gelir & gider tablosuna baktığımız zaman böylesine büyük ve kökten yatırımlar yapmanın nasıl bir bedeli olabileceğini yakından görebiliriz. Avrupa’daki tüm futbol kulüpleri, bu sezonu da içine alacak şekilde 2013/14’ten itibaren uygulanmaya başlayacak Finansal Fair Play’e uyum sağlamak için önemli çaba harcıyor. Bu süreçte en çok göze batan ve harcadığı her kuruş incelenen kulüp ise şüphesiz Şeyh Mansur’un City’si olacak.


2006’dan bu yana Manchester City’nin finansal tablosu incelendiğinde bu 5 sezonluk dönemi ikiye ayırmak mümkün: Şeyh Mansur öncesi ve sonrası. Göreve geldiğinde 82,4 milyon £’luk gelir elde eden bir kulüp söz konusuyken, sonraki iki sezonda bu rakam tam %51 artarak 125 milyon £’a yükseldi. Özellikle Arap sermayesini takiben kulübe akın eden sponsorlar, ticari gelirleri sadece bir sezonda ikiye katlamaya yetti. Maç günü gelirleri kayda değer bir artış göstermese de stadyum kapasitesinin 47 binden 60 bine yükseltilmesi planlanıyor. Bu da malum kalemde yüzde 35 civarında bir artış anlamına geliyor. Ayrıca bu sezon ve muhtemelen sonrakilerde Şampiyonlar Ligi’ne kalındığını da hesaba katarsak her üç gelir kaleminin de geleceğini parlak görebiliriz. Yine de komşu United’ın yılda 286 milyon £ ile neredeyse City’nin iki katı kazanması, halen alınacak fersah fersah yolun olduğunu gösteriyor.

Manchester’ın mavi yarısında finansal tablonun en çok karardığı nokta şüphesiz ki gider kalemleri. Özellikle yüksek oyuncu ve personel ücretleri, Şeyh Mansur ve ekibinin derin cebini yormasa bile Finansal Fair Play’e uyumluluk açısından oldukça kritik. Malum ücretlerin ciroya oranına dair UEFA’nın tüm kulüplere önerdiği üst limit %70. Şeyh Mansur’un dümeni devraldığı 2008 yılında Manchester City’de bu oran %66 iken, sonraki iki sezonda sırasıyla %95’e ve %107’ye yükseldi. Diğer bir deyişle 2009/10 sezonunda Manchester City’nin sadece oyuncu ve personel ücretleri bile gelirlerini geride bırakmış durumda. Hatta durmak bilmeyen yıldız transferleri bu kalemi önümüzdeki sezonlarda da şişirmeye devam edecektir. Son olarak benzer bir mantığı, ödenen bonservis bedellerinin finansal dili olan futbolcu amortismanları için de kurabiliriz.

Finansal Fair Play kuralları gereği kulüpler,2013/14 sezonunda ve sonrakinde en fazla 45 milyon €’ya kadar zarar yazabilecek. 2015/16 itibariyle üç sezon boyunca bu limit 30 milyon €’ya düşecek ve 2018/19’da hiçbir kulüp zarar gösteremeyecek. Yani 2010’da 121 milyon £ kaybeden Manchester City’nin işi sahada olduğu kadar muhasebe departmanında da zor. Büyük bir hızla artan sponsor gelirlerinin yanında Şampiyonlar Ligi’ne düzenli katılımın sağlanması, City’nin kasasını gelecekte rahatça doldurabilir. Fakat kadrodaki fazla oyuncular elden çıkarılmadığı ve pahalı transferler devam ettiği sürece giderler tehlike arz etmeye devam edecektir.


Kırmızı mı, Mavi mi?
Pahalı transferler, sonsuz gibi görünen para muslukları, art arda yatırımlar derken Manchester City, kentteki ezeli rakibi Manchester United’ı uzun zaman sonra tekrar ciddi anlamda zorlamaya aday. Kulübü adeta borç batağına sürükleyen Glazer’ların United’ına karşı City’nin en büyük fırsatı, aile serveti 1 trilyon $’ı bulan birinin himayesinde bulunuyor olması. Finansal Fair Play bu avantajı yok edene dek City’nin başka birçok dalda rekabete ayak uydurması gerek. Peki bu ne kadar mümkün?

Her şeyden önce United’ın köklü tarihinden aldığı gücü ve motivasyonu City’de daha çok uzun bir süre göremeyeceğimizi hatırlatmak gerek. Nitekim Mavililer’in her maçında tribünde yerini alan bir Bobby Charlton’ı, hayatının üçte birinden fazlasını kulübüne vermiş bir Alex Ferguson’ı veya 14 yaşından beri sahada kırmızı formayı giyen bir Ryan Giggs’i yok. Ayrıca geçtiğimiz ayın başında oynan Community Shield finalinde United’ın gençlerinin City’li yıldızları nasıl şaşkına çevirdiği halen akıllarda. Son zamanlarda City de altyapıya yönelik atılımlarda bulunsa da; Paul Scholes, David Beckham, Ryan Giggs, Gary Neville gibi dünya yıldızlarını sistemli biçimde yetiştirebilmesi zaman alacak. Kısacası City’nin her ne kadar parasal üstünlüğü olsa da, United’ın tarihini ve tecrübesini başarıya dönüştürmedeki ustalığı kolayca baş edilebilecek cinsten değil.


Tüm zorluklara rağmen City’nin sahip olduğu sermaye, doğru yönetildiği sürece Manchester United ile kafa kafaya baş etmenin yolunu açabilir. Tevez, Yaya Toure ve David Silva gibilerinin şimdiden iz bırakması ve Agüero ile Nasri gibi birinci sınıf oyuncuların takıma katılması, kulübü şimdiden elitler kategorisine soktu bile. Roberto Mancini veya bir başkasıyla uzun vadeli istikrarın yakalanması, maddi güçle birleşince kupalara açılan kapının anahtarı olabilir. Elbette Ferguson’ın 26 yıllık kariyeri ve United’ın 19 Premier Lig kupası, City için çok uzak hayaller. Ancak tam bir spor tutkunu olan Şeyh Mansur’u hedefinden saptıracak kadar da imkansız değil.

Sonuç olarak Şeyh Mansur’un Manchester City projesini başarıya dönüştürmesi zaman alacak. Arap işadamının 1 trilyon $’lık aile serveti, işleri olduğundan çok daha kolay gösterebilir. Ancak Platini’nin Finansal Fair Play’i, kulübün hemen üstünde tam anlamıyla bir ‘Fransız giyotini’ gibi sallanıyor. Ayrıca şehrin diğer yanında Manchester United gibi bir fenomen kulübün bulunması, City üzerindeki acil başarı dürtüsünü bir kat daha artırıyor. Tabii bir de ne olursa olsun topun her daim yuvarlak olduğunu, dolayısıyla futbola yapılan her yatırımın kazanç garantisi olmadığını unutmamak gerek.

Not: TamSaha dergisinin Ekim sayısında yayımlanmıştır.

4 Ekim 2011

TamSaha Ekim



TamSaha dergisinin Ekim sayısı yayında. Dünya ve Türkiye futbolunun gündemindeki konuları, röportaj ve dosyalarla ele alan derginin 84. sayısında, Galatasaray'dan Atletico Madrid'e Türkiye'nin bonservis rekorunu kırarak transfer olan Arda Turan, ülke futbolundaki yabancı hayranlığı hakkında ilginç açıklamalar yapıyor: "Biz 50 bin dolarımızı alamazken, yabancılar helikopter bakıyordu..."
İngiltere, İspanya ve Fransa gibi dünyanın en kaliteli liglerinde oynayan, kupalar kaldıran, Fildişi Sahilleri Millî Takımı ile Dünya Kupası finallerinde mücadele eden uluslararası bir tecrübe abidesi. Bu sezon başında geldiği Trabzonspor'da takımın hem beyni hem de ruhu gibi oynuyor. Büyük tecrübesiyle takımını çekip çeviren siyahî oyuncu, sahadaki canhıraş mücadelesini küçük yaşlarda edindiği bir futbol ilkesine bağlıyor. Didier Zokora: "Kendime değil, takımıma oynarım..."

Adı Trabzonspor'la özdeşleşip kaptanlık bandını takan bir oyuncuyken 28 yaşında Fransa'nın Toulouse takımına transfer oldu. Bu tercihi para için yapmadığını, çünkü Trabzonspor'da kazandığından daha düşük bir meblağa imza attığını anlatıyor. Umut Bulut: "Kafam artık çok rahat..."

Futbola babasının çalıştırdığı bir Alman takımında başladı ve son olarak Stuttgart formasını giydikten sonra 1.5 yıl önce Ankaragücü'ne transfer oldu. Bir ön libero alarak tükenmek bilmeyen hırsı, kuvveti ve enerjisi ile rakibi bıktırıcı bir özelliği var. Alman sistemiyle yetişmiş bir oyuncu olarak da dikkatle dinlenmesi gereken sözleri var. Kağan Söylemezgiller: "Almanların üstünlüğü taktiksel disiplin..."

Almanya altyapısından gelip Millî Takım'ın gelecek yıllardaki yıldızlarından olmaya aday Beşiktaşlı Burak Kaplan, bir gün yeniden Bundesliga'ya dönmeyi amaçlıyor: "Hem virtüöz hem golcü..."

Kadın A Millî Takımımızın başarılı oyuncularından biri ve kadınların futbol oynamasının çok doğal karşılandığı bir yerden geliyor. Babasının elinde tutup futbola yazdırdığı genç oyuncu, Almanya'da başladığı futbola Türkiye'de devam ediyor. Cansu Yağ: "Türkler kadın futbolcu görünce şaşırıyor..."

Ayrıca, "Milli Takım: Ağır aksak hedefe", "İstikrar abidesi Almanya", "Şampiyonlar Ligi: Avrupa'da horon", UEFA Avrupa Ligi: Yuvasının Kartalı", "Avrupa Şampiyonası Tarihi: Misafir umduğunu, ev sahibi kupayı...", "Transfer Dosyası: Taşıma suyla dönen değirmen", "Transfer dosyası: Avrupa'da bonkör yaz", "Bank Asya 1. Lig: Yeni oyuncuya hücum", "Euro 2012 Elemeleri: Dört takım bileti kaptı", "Futbol Ekonomi: Pizza dükkanı açıldı!", "Javier Pastore: Paris'te son tango!", "Kral öldü, yaşasın yeni kral mı?", "Juventus'un da Arena'sı var!", "Futbol Ekonomi: Manchester'in şehir ışıkları", "Futbol ateşi kızgın kumlarda", "Bu maçlara abaküs yetmedi!" dosyalarıyla TamSaha'nın Ekim sayısında da futbol kültürünün değişik konularıyla, farklı bir içerik yer alıyor.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...