Subscribe Twitter Twitter

31 Ağustos 2011

Yeniden: 1982 Fransa - Almanya


Tanıl Bora'nın bugünkü yazısında bahsettiği videodur yukarıdaki... Gerçekten de oldukça sıkıcı ve bunaltıcı gündemlerle uğraştığımız şu günlerde ilaç gibi gelen naif ve çocukça bir çalışma olmuş. '82 Dünya Kupası'ndaki Almanya - Fransa yarı finalinin penaltı atışlarını ve öncesindeki gerilimi ele alıyor. Merak edenler ve tekrar izlemek isteyenler için de buradan buyursun...

Bu arada benzer bir şey için ben kolları sıvayacak olsam 2000 UEFA Kupası finalini yapar, Fatih Terim rolü için de direk Ata Demirer'e teklif götürürdüm!..

30 Ağustos 2011

Hargreaves ve City


Güzel bir söz vardır "Dostunu kendine yakın tut. Düşmanını ise daha yakın..." diye. Manchester City'nin komşu United'a bakış açısı gün geçtikçe bu vecizeyi hatırlatıyor bana. Nitekim en son Owen Hargreaves'i kadroya katma çabaları bunun son damlası. İlk önce 2009 yazında Tevez'i transfer ederek bir anlamda cümle aleme gösterişte bulundular. Mavili beyazlı "Welcome to Manchester" afişleri falan hep bu gösterinin süsleri oldu. Bundan hemen sonra teknik gelişim menajeri olarak kulüp kapısından içeri giren Brian Kidd ise 3 aylık bir sürenin ardından Mancini'nin asistanlığına yükseliyordu. Brian Kidd kimdir peki? Altyapısından yetiştiği United'ta 25 yaşına kadar top oynamış, emekliliği sonrası 1988 yılında kürkçü dükkanına genç takım menajeri sıfatıyla geri dönmüş, United'ın basamak üstüne basamak atladığı 1991-98 arasında Ferguson'ın asistanlığını üstlenmiş bir isim Brian Kidd. 

Hargreaves'i ise anlatmaya pek gerek yok. Meraklısı şuradan maziye bakabilir. United kariyeri boyunca forma terletmekten ziyade yedek kulübesinde koltuk ısıtmakla meşguldü. Formsuzluk, şanssızlık, sakatlık herneyse... Bu grafikle United'tan City'ye transfer olmak için saha içi etkenlerden başka şeyler geliyor aklıma. Dedim ya City'de motivasyon artık varsa yoksa United üzerinden yürüyor diye... Bu da kaleyi içeriden gözlerle görmek ve düşmanı dosttan bile yakın tutabilmek adına bir adım sadece. 

28 Ağustos 2011

İki Şehrin Hikayesi


Manchester şehrinde yaşayanlar bu gece ne kadar rahat uyuduysa, Londra'dakiler bir o kadar kâbus gördü herhalde. Uzun zamandır dört büyük ile idare eden Premier Lig'de bu dörtlünün arasına Tottehnam ile Manchester City de girince lig bir kat daha zevkli hale gelmişti. Yani bir Lonrdalı ve Manchesterlı daha... İlk olarak bu iki yeni büyüğün mücadelesini izledik bu Pazar. Adebayor mecburen tribünde olunca Tottenham'ım sahadaki tek yeni oyuncusu kaleci Friedel idi. Orta sahada sadece Sandro'nun yokluğu bile büyük eksiklik yarattı Tottenham için. Kranjar onun yerini doldurmanın yakınından bile geçemeyince Modric ve hatta Van der Vaart bile desteksiz ve etkisiz kaldı. Gareth Bale da henüz üçüncü vitesle oynuyorken Tottenham topalladı resmen sahada. Kendi evinde varlık gösteremedi neredeyse. Nitekim kadronuz ne kadar iyi olursa olsun derinlik sağlanmadıktan sonra süreklilik de zorlaşıyor.


City'li oyuncular güne başlarken böylesine kolay bir galibiyeti kesinlikle hayal bile etmemişti muhtemelen. Geçen sezona göre çok daha ofansif ve paslaşmayı iyi beceren bir takım hüviyetindeler. Tevez'e bağımlı olmaktan neredeyse tamamen kurtulmuş durumdalar ve o olmayınca da işler gayet güzel yürüyor. Tabii bu noktada sazı eline almaya başlayan Silva'nın, takıma çabucak adapte olan Agüero ile Nasri'nin ve elbette şöyle bir silkinip kendine gelen Dzeko'nun payı çok büyük. Yerden akıcı paslarla Tottenham gibi bir rakibi White Hart Lane'de eli kolu bağlı duruma düşürmek az buz bir basamak atlayış değil. Calciopoli sonrası Inter'i kolayca uçuran ve City'de petrolden güzelce beslenen Mancini'yi çok ballı bulurum ama takımını yavaş yavaş adam ediyor gibi görünüyor artık. Hedefler elbette çok büyük ama o bunları adım adım sindirmek gerektiğinin farkında gibi duruyor. Yine de çok net bir gerçek var ki, City cephesinde varsa yoksa United'a kafa tutma gibi bir motivasyon var. Bu rekabetten besleniyorlar. Basının da gazıyla iyice perçinlenen bir gerçek bu. Henüz ilk maçını tamamlayan Nasri bile 90 dakika sonundaki röportajında "komşumuza mesaj gönderdik" diyebiliyor...


O Nasri evine varıp, şöyle bir bacaklarını uzatıp TV karşısında United - Arsenal maçını izlemeye koyulmuştur belki de. Ve bir süre izledikten sonra, göndermeye çalıştığı mesajın dalga dalga geri döndüğünü fark etmiştir!.. Arsenal'in sakat ve cezalılarla dolu kadrosunun bu United'a karşı bile koyamayacağını bekliyordum. Görünen köy kılavuz istemez zaten ama 8-2 de nedir?! WM yıllarından kalma bir skor sanki... Wenger'i suçlayamıyorum bile ve oldukça üzüldüm kendisi için. Genç kadrosunun yetersiz ve derinlik yoksunu olduğu için eleştirdim çok kez kendisini ama bu sefer işler gerçekten vahimdi. Düşünün ki orta sahada yedeğin yedeğinin yedeği ile çıktı United karşısına!.. Son zamanlarda dört büyük arasında oynanan hiçbir Premier Lig maçında sahadaki kalite farkının bu denli açık olduğunu hatırlamıyorum.

Geçtiğimiz sezon şampiyonluk United'ın, FA Cup da City'nin olmuştu. Bu sezonaysa ikisi birden diğerlerine nazaran açık ara farkla iddialı başlıyor. Yani olası baş aktörler Manchester'dan çıkacak gibi ama tabii ki sezonun henüz çok başındayız. Daha Liverpool ve Chelsea ısınamadı bile ve bu iki yardımcı aktörün form grafiği, bu sezon Premier Lig'in senaryosunu belirleyecek gibi duruyor.

24 Ağustos 2011

Bu Mu 'Süper' Lig?


Bu yazıya nasıl başlasam, nasıl nokta koysam hiç bilmiyorum. Baştan söyleyeyim, dağınık olacak yani... Futbol konuşamamaktan fena halde sıkıldım. 1,5 aydır derin bir pislikle uğraşıp duruyoruz ama son iki gün resmen boğazımıza kadar çamura battık. Önce saçma sapan play-off zırvası, ardından UEFA'nın gelip olayı iki günde kısmen çözmesi sonucu ölmekten de beter oldu Türkiye futbolu. Boğazımıza kadar pisliğe gömülmüşken halen çıkıp "futbolu seven decoder alsın, forma alsın" diyen yöneticiler var ve bu sözler kulüplerin söz birliğini yansıtıyor mesela! Ben fanatik değilim ki a benim vizyonsuz kardeşim? Ben futbolu seven, takım taraftarlığını ikinci sıraya yazan bir adamım. Kaliteli bir futbol ortamı olsun da bırak öyle alayım decoder'imi!

Lütfi Arıboğan ve Pierre Corno
Olayın nasıl olması gerektiği konusunu artık tartışmaktan ve konuşmaktan da sıkıldım. Ortada çok bariz bir gerçek var ki bu federasyon bu işi kıvıramıyor. Becerecekmiş gibi de durmuyor hiç. Hal böyle olunca UEFA'dan bir yetkili gelip, federasyonun ensesine bir şaplak atıp "o iş öyle yapılmaz, böyle yapılır" deyip gidiveriyor. UEFA'ya hak vermemek elde mi şimdi? Adamlar dünyanın en prestijli futbol turnuvalarından birini düzenliyor ve elbette bunu sonuna kadar koruyacaklar. Bu korumacılığın 10'da birini bizimkiler Süper Lig'e karşı gösterdi mi? Varsa yoksa yayıncı kuruluşun çıkarları, parasal durumlar vs... Fenerbahçe'nin ŞL'den ihraç edildiği öğrenilince bile "kayıp 25 milyon €" gibisinden haberler çıktı ki pes artık! Ne yapayım, ne kadar kaybederse kaybetsin! O zaman puan durumunu artık takımların sezon boyunca kazandığı paraya göre belirleyelim olsun bitsin! Sezon sonunda play-off'a sıra gelince onun da adını ayrıca "Lig TV Süper Lig Play-Off" koyarız, oh ne güzel değil mi!

Futbol bu ise istemiyoruz!..
Federasyonun taa en başında alamadığı bir karardı Fenerbahçe'nin başına gelen. Ertele ertele nereye kadar? Sadece ortam daha da kızıştı, taraftarlar birbirine karşı daha da palazlandı, kulüpler daha da yıprandı. Yalnız bu noktada suçu sadece federasyona atmak da yanlış. Soruşturmanın gizliliği sebebiyle belgelerin tamamını federasyonla paylaşmayan mahkemenin de günahı var, yayın yasağını tam 1,5 ay sonra çıkarttıran savcılığın da. Tüm bunların birleşimi sonucu Avrupa'ya tam anlamıyla rezil olmuş haldeyiz. Ve daha bir süre bu pislikte debelenecek gibi duruyoruz.

Olası yeni nesil Türk taraftar!
Benim bugün 4-5 yaşlarında bir çocuğum olsa eminim ki ona futbolu sevdirmeye çalışırdım. Ama nasıl? Hayata en saf ve masum baktığı dönemleri yaşayan bir çocuk şu ortamda futbolu nasıl sevsin ki? Hangi takıma gönlü kaysın bu çocuğun? Futbol diye dağarcığına henüz yeni soktuğu bir kavramla şu televizyondaki tartışmaları eşleştirse korkmaz mı ondan? İyi ki Premier Lig ve Bundesliga başladı. Serie A ve La Liga'nın da eli kulağında. O çocuk illaki futbolu sevecekse bunlarla sevsin ama gerçekten sevsin isterdim. Süper Lig'ten de mümkünse uzak tutmaya çalışırdım. Büyüdükçe çocuk da yavaş yavaş kirlenecek zaten. Bir zaman gelecek Süper Lig'le tam anlamıyla tanışabilecek bu şekilde.

Eto'o Muhabbetleri


Eminim ki Anzhi'ye transfer olan Etoo'nun yıllık kazancını ay, gün ve hatta saat bazında hesaplarken helâk olan sayısız insan var şu an Türkiye'de! Bizde gelenek gibidir malum. "Lan ben bir ay çalışıp yırtınıyorum, adam bir saatte benden şu kadar fazla kazanıyor" diye muhabbetler az dönmüyordur eminim. Hatta sağda solda "siz bu yazıyı okurken Eto'o şu kadar para kazandı" gibi nispeten yaratıcı kelamlar da ediliyordur. Hadi tüm bunları kolaylaştıralım, yukarıda hazır var! Sırasıyla ay, hafta, gün, saat, dakika ve saniyeye kadar... Yalnız rakamlar Sterlin üzerinden ve bugünkü Lira karşılığı için yaklaşık 2,9 ile çarpmak lazım bunları. Hadi şimdi muhabbetiniz bol olsun...

22 Ağustos 2011

Yarım Kalan Devrim


Bursaspor 2010 Mayıs'ında şampiyonluk kupasını havaya kaldırdığında tüm şehir rüyada gibiydi. Futbolcular bile ne olduğunu ve neyi başardıklarını tam olarak anlayamadıklarını söylüyordu hatırlarsınız. O kemikleşmiş "Dört Büyükler" klişesini kıran takım olmak o kadar basit değildi zira. Birçoğuna göre bu bir devrimdi. Yalnız o günlerde Mehmet Demirkol'un bir sözü aklımda yer etti: "Bu bir devrim değil, darbedir. Sistem oturup süreklilik gösterdiği anda devrime dönüşebilir".

Bugün gelinen noktaya baktığımızda büyük bir devrimden ziyade sadece oldukça başarılı bir darbe görüyoruz. Şampiyonluktan sonra takıma dahil olan Nunez, Insua ve Svensson sistemi bir adım ileri taşıyan oyuncular olamadı. Keza darbe esnasında başrolleri paylaşan Sercan, Volkan ve Ozan İpek de bu istikrarı geçtiğimiz sezona taşıyamadı. Bir nevi doymuşluk ve durgunluk vardı sanki takımın havasında. Devre arasında kiralık gelen Altidore da bu havayı dağıtamadı. Miller biraz canlılık getirdi derken onu da bu sezon yolcu etti Bursaspor. Şimdi de Sercan, Volkan ve İbrahim Kaş kapı önüne konuyor.


Şampiyonlar Ligi'nde elbette kimse üst tura çıkmayı beklemiyordu. Gerçekçi olmak lazım böyle durumlarda ama en azından bir Avrupa Ligi bileti hayal değildi. 6 maçta atılan 2 gole karşılık yenen 16 gol ve toplanan yalnızca 1 puanın kelime olarak karşılığı 'hayal kırıklığı' idi. Yakın zamanda Twente, Lille, AZ Alkmaar, Napoli ve hatta Mainz gibi takımların yaptığını bizimkiler neden yapamıyor diye düşünmeden edemiyorum bu noktada. Bu kulüpler de büyük liglerde uzun zaman sonra veya tarihinde ilk kez şampiyonlukla tanıştı ya da zirveyi zorladı. Ama sadece bununla kalmayıp kendilerini de geliştirdiler veya potansiyelleri doğrultusunda umut vaad ettiler. Hemen hepsinde bu sıçrama sonucu dünyaca tanınan futbolcular veya teknik direktörler mevcut. Bunları kendileri parlattılar ve önemli kısmını elde tutabildiler. Kısaca kısa sürede basamak atladı bu kulüpler ve tırmanmaya devam ediyorlar. Ya Bursaspor'da yanlış giden ne?


Öncelikli olarak 'doygunluk' diyebiliriz. Bursalı futbolcular o şampiyonluğu büyük bir takımda yaşasaydı eminim ki bu derece "ben oldum" havasına girmezdi. Şampiyonlar Ligi belki yeni bir heyecandı ama buradaki hayal kırıklığı demotive edici oldu. Ardından sadece lig vardı ortada fakat Avrupa yorgunluğu da sezon genelini bir başka etkiliyordu. Kısacası futbolcular Türkiye'de kahraman iken, Kapıkule'nin ötesinde çaylak konumundaydı. Bu dengesiz psikolojiyi yönetmek elbette teknik direktörün görevi olsa da Ertuğrul Sağlam bunu tam olarak başaramadı. Zira onda da Beşiktaş yıllarından kalma bir Avrupa fobisi vardı belki de, bilinmez...

Bugün bir zamanlar el üstünde tutulan kahramanlarını yolcu etmeye hazırlanıyor Bursaspor. Şampiyonlar Ligi'nden gelen para halen "işte bu" diyebileceğimiz bir yere harcanmadı. Veya biz haber alamadık. Forma sponsoru bile bulamıyor Bursaspor, ki o bile yokken ticari gelirler hak getire!.. İç sahadaki Anderlecht yenilgisiyle Avrupa Ligi macerası daha başlamadan bitmek üzere. Bangura, N'Diaye ve Carson'ın ise takıma neler getireceği henüz soru işareti. Durum böyleyken biraz geç de olsa kabuk değişimine gidiyor Sağlam. Devrim yolu yarıda kaldı belki ama şu an yeni bir darbe yapmaktan da uzak görünüyorlar.

Google


21 Ağustos 2011

"Rahat Bırakın Wenger'i"


İş, güç, TamSaha falan derken bloga istemeden de olsa bir hafta ara vermiş oldum. Arada bir sürü gündem çıkmış ve yazılası maç oynanmış olsa da hemen aşağıda yazdığım son yazının konusu daha da perçinlenmiş oldu. Wenger ve Arsenal halen İngiltere futbolunun bir numaralı konusu. Dün de kendi evinde Liverpool'a 11 yıl aradan sonra boyun eğdi Wenger. Wilshere, Rosicky, Gervinho, Song gibileri başta olmak üzere 8 oyuncunun sakat veya cezalı olması elbette önemli bir etken ama buradaki nokta asların yokluğunda yedeklerin kesinlikle yetersiz kalması. Frimpong, Jenkinson, Miquel, Lansbury falan derken bambaşka bir Arsenal oluştu sahada. Öyle ki maçı çevirsin diye oyuna giren adam Bendtner'di artık o derece!..

Malum güzel maç olacak diye maçı Northshields'te izledim. Karşımda Javier adlı sıkı bir Arsenal taraftarı vardı. İlk yarıdaki futboldan umutluydu ve devre arasındaki muhabbetimizde Wenger'in üzerindeki baskıdan şikayetçiydi. "Liverpool 20 yıldır şampiyon olamıyor. Tottenham'ın kaç sene oldu hatırlamıyorum bile. Bizim ise son şampiyon olalı daha 7 sezon geçti. Bi' rahat bıraksınlar şu adamı!" diyordu Javier. Bir bakıma haklı ama bakış farkı işte... Ben de "Türkiye'de bir büyük takımı 7 yıl şampiyon yapamazsan orada kalmanın yolu yok" dedim son cümlesi üzerine. Ne diyeyim şimdi yalan mı!

Sonuç olarak Arsenal taraftarı artık kupa görememekten ve elindeki yıldızları sürekli kaybetmekten bıkmış halde. Bu bıkkınlık, daha takımdan ayrılmayan Nasri'ye ıslık olarak dönüyor bir şekilde. Daha kötüsü, eldeki gençlerin bir Toure, Ashley Cole, Vieira veya Pires olabileceğini çok sanmıyorlar muhtemelen. Henry veya Bergkamp'ı hiç saymıyorum bile. Bu şartlar altında yeni bir jenerasyon oluşumuna sabretmek ne kadar muhtemel? Bu da Wenger'in önündeki en büyük sınav işte...

14 Ağustos 2011

Wenger Solarken


Ben gözlerimi futbola açtığımdan bu yana Arsenal'in başında Arsene Wenger duruyor. Bu yıl da art arda 16. sezonuna başlıyor takımıyla. İngiltere'deki yılları boyunca saygı duyulacak işlere imza attığı tartışılmaz. İşe önce idman programını değiştirerek başlamıştı. İdman esnasındaki hayli disiplinli tavrının yanı sıra özellikle futbolcuların beslenme tarzıyla çok yakından ilgilenmesi, muhafazakar İngiltere için radikal kararlardı. Ne var ki futbolcularıyla arasının bir yandan oldukça yakın oluşu, bu disiplini kabul edilebilir seviyede tuttu. Tony Adams gibi alkolik bir futbolcu bile bir süre sonra İngiltere Milli Takımı'nın kaptanlığını üstlendi hatta. Ayrıca Wenger'in görev süresi boyunca takımdan ayrılan neredeyse her oyuncunun Arsenal ile bağları halen kuvvetli ise bunun öncelikli payı da Fransız menajere ait.

İdman sisteminden daha çok ön plana çıkan bir olgusu varsa Wenger'in, o da genç oyunculara verdiği yüksek önem. Dünyanın hemen her yerine 'scout' gönderdiğini, izlenen oyuncunun defalarca analiz edildiğini biliyoruz. Ama son yıllarda bu sistem sahada meyve vermekten uzak kaldı. Evet Arsenal halen genç yetenek bulup parlatabiliyor ancak yenilerin kalitesi eskileri bariz biçimde aratıyor. Aratmayanları da elinde tutamıyor artık Wenger. Örneğin son olarak 2005 yılındaki FA Cup'ı kazanan Wenger'in kadrosu şu şekildeydi: Lehmann - Lauren, Toure, Senderos, A. Cole - Fabregas, Vieira, Gilberto Silva - Pires, Bergkamp, Reyes. Şimdi bir önceki sezonu namağlup şampiyon tamamlamış bu kadronun bugünküyle bir tutulması mümkün mü?

Son kupa: 2005 FA Cup
6 yıllık bir kupasızlığın ardından geçen hafta Community Shield finalinde Manchester United'ı izledi bir de İngiltere. Ferguson'ın gençlerinin Ada'da bir haftadır nasıl konuşulduğu ortada. Smalling, Jones, Cleverley, Welbeck gibilerinin uzun yıllar United'a hizmet edeceğinden ve kupalar kazanacağından birçok kişinin şüphesi yok. Çünkü Ferguson'ın Wenger'den en büyük farkı, oyuncularının fiziksel, teknik ve mental olarak ne zaman United'ta oynamaya hazır olduklarını kestirebilmesi. İki menajer de genç bir oyuncudaki yeteneğin oldukça farkında. Nasıl yetiştireceğini de biliyor bu ikili. Ama istisnai durumlar haricinde Ferguson, United formasının ağırlığını gençlerine hemen hissettirmiyor. O raddeye gelene kadar kafa olarak ve teknik anlamda nispeten rahat yetişiyorlar. Fark da buradan kaynaklanıyor.

Bugün gelinen noktada Wenger için "olmayınca olmuyor" denebilir mi peki? Bir anlamda evet. Son kupasını kazandığından bu yana önce Chelsea, şimdi Manchester City ve biraz da Liverpool önemli yatırımlar sayesinde öne çıkıyor. United ise Ferguson orada durdukça bir tehdit zaten. Wenger'in bu ortamda yeni bir jenerasyon yaratmak için taraftarını bekletmesi artık çok daha zor. Taraftar başarı ister, kupa görmek ister haliyle. Genç oyuncu yetiştirmek elbette önemli. Ama hem onlara zaman kazandırmak, hem de sahada yeterli donanımı ve tecrübeyi sağlamak adına olgun futbolcular şart Arsenal için. Bu denge sağlanmadığı sürece Arsenal'deki günlerinin sonuna doğru gidiyor sanki Wenger. Belki de 4 Büyükler'in bir kademe altında yer alan, illaki kupa diye tutturmayan bir kulübe gitmesi onu şu durumda daha başarılı kılabilir.

12 Ağustos 2011

Haftasonu Gelince...



13 Ağustos Cumartesi
16:30 Wolfsburg-Bayern Münih (TRT Spor)
17:00 Fulham-Aston Villa (Lig TV)
17:00 Liverpool-Sunderland (Spormax)
19:30 Borissia Mönchengladbach-Stuttgart (TRT Spor)
19:30 Newcastle United-Arsenal (Spormax)

14 Ağustos Pazar
15:30 Stoke City-Chelsea (Spormax)
16.30 Kaiserslautern-FC Augsburg (TRTspor)
18:00 West Bromwich Albion-Manchester United (Spormax)
18:15 Spartak Moskova-Anzhi Makhachkala (Lig TV)
18.30 Bayer Leverkusen-Werder Bremen (TRTspor)
23:00 Real Madrid-Barcelona (Kanal D)

10 Ağustos 2011

Arda ve Biz


Aşağıdaki yazıyı neredeyse 5 ay önce yazmıştım bloga. "İşte ben demiştim ve bakın gitti" gibi bir fikirle tekrar yayınlamıyorum, ki Arda'nın gidiş hikayesi zaten epeydir belli. Yalnız son paragrafı okuyunca düşündüm ki az bile yazmışım... Biz futbolseverlerin buradaki gündem sayesinde gerilimi artarken futbol konuşma sınırları daraldıkça daralıyor. Arda ise yeni ufuklara açılıyor. Hayat...
---
Türkiye'de yıldız olmak hakikaten zor iş. Hem de çok zor... Her fırsatta dile gelen acı ama gerçek bir durum vardır; Almanya 3 milyonluk Türk nüfusundan ne cevherler parlatıyor, biz 70 milyondan o kadar çıkaramıyoruz diye. E 40 yılın başında çıkarıyoruz da ne oluyor? Milli maçtan sonra yine tartışılmaya başladı işte Arda. Ama yine oyunuyla değil, saha dışı gündemlere konu oldu. Suç onun diyebilir miyiz? Veya ne kadarı onun? Peki yaptığı harekete çocukça veya terbiyesizce diyebilir miyiz şu ortamda?

Öyle bir kamuoyu var ki Türkiye'de, vasat futbolcular yığınının arasında 3 tip oyuncu çok dikkat çekiyor ve baskı yiyor. Birincisi biraz kalburüstü yeteneğe sahip ama şımarık oyuncular. Batuhan ve Burak Yılmaz gibileri mesela...  Çok üstlerine gidilir, ne zaman adam olacak diye tartışılır ama bu çocuğun derdi ne, nasıl düzelir diye düşünmez kimse. Veya düzene sokmaya uğraşmaz. Varsa yoksa şımarık, yoldan çıkmış vs... İkinci tip, elbette ki yabancılar. Hava alanından ayakları yerden kesilmiş halde çıkan, her maç harikalar yaratması beklenen ama ilk hatasında yerden yere vurulan kurbanlar... En sonunda tek başlarına dönüyorlar ülkelerine. Üstlerine "futbolu bilmiyor" yaftası yapıştırılarak hem de.

Ve üçüncüsü, Arda gibi bu ülkeye fazla gelen yerli yetenekler. Şımarık da olmayan, ağzını açıp konuştuğu anda zekasını algılayabildiğiniz, yolu rahatça Avrupa'dan geçebilecek yetenekte ve kişilikli oyuncular yani. Gerçekten bu topraklarda nadir yetişiyorlar ama ilginçtir ki en çok onların değeri bilinmiyor. Ya popülizm kurbanı oluyorlar, ya da yönetim içindeki çekişmede piyona dönüşüyorlar. Hele ki takımda işler iyi gitmiyorsa vay onların haline... İyiyken kulübün çocuğu, kahramanı, yeni efsanesi ama bu arada!..

Arda İstanbul'dan elbette gidecek. Bu yaz veya sonraki herhangi birinde... O hak ettiği üzere kendini kurtaracak ama biz burada saçma sapan bir gerginliğin ve keşmekeşin içinde kalmaya devam edeceğiz. Futbolcular, teknik direktörler, yöneticiler... Hepsi en nihayetinde gelip geçici. Ama bu ortam daha uzun bir süre kalıcı olacağa benziyor. Şimdi uzun vadede en çok kim yıpranıyor peki? Yukarıda saydığım üç tip futbolcu mu, yoksa benim ve sizin gibi ömrünün sonuna dek bu gündemin içinde bir şekilde seyirci olarak bulunacak olan futbolseverler mi?

7 Ağustos 2011

Man United 3 - 2 Man City


55 yıllık aradan sonra dünya ilk kez Community Shield finalinde bir Manchester derbisi izledi. Geçtiğimiz sezon iki ekip arasındaki maçlar izlemeye değerdi, ki bugünkü finalin de aşağı kalır yanı yoktu.

Maçın ilk dakikalarından itibaren oyunu yönlendiren taraf kırmızı formalılardı. Nitekim City'nin böyle bir düşüncesi yoktu. Varsa da sahaya hiç yansımıyordu. Bunun yerine ceza sahası ve önünde biraz da sertliğe başvurarak rakibi durdurmayı denediler. 20. dakikayı geride bırakırken hakem kartlarını kullanmaya başladı ama öte yandan United bu sertlik karşısında geri adım attı. Tevez ve çiçeği burnunda Agüero'nun yokluğunda City hücum hattı oldukça statik kalıyordu. Zira Dzeko, tarzı gereği malum Arjantinli'ler kadar delici ve hareketli olmadığı için arkadaşlarına boşluk da yaratamadı. Maçın üçte biri geride kalırken dengelenen oyunu değiştirmesi en muhtemel olay, bir duran top golü olabilirdi ve oldu. United savunması Lescott'u kontrol edemeyince De Gea kalesindeki ilk resmi golünü gördü.

Oyunu forse ederken sıklıkla soldaki Young'un alanına giren ve ortada koridor açmayı deneyen Rooney'nin hamleleri çoğunlukla sonuçsuz kalmaya başlamıştı. Nitekim bu boşlukları değerlendirecek bir organizasyonu özellikle de geriden kurmayı başaramadı United. Tam ilk yarı böyle bitmek üzereyken bu kez orta saha ve defans arasında United'a yakışmayacak genişlikte bir boşluk doğdu. 90 dakika boyunca oldukça etkisiz kalan Dzeko da en iyi bildiği işi yaparak o boşluğu değerlendirdi ve farkı ikiye çıkardı.


Devre arasında sosyal medyada tam anlamıyla bir De Gea muhabbeti döndü. Hatta çocuk çarmıha gerildi desek abartı olmaz. Kaleyi bulan iki şutta iki gol yemek, bir kaleciyi değerlendirmek adına yüzeysel kaçabilir. Zira ilk golde defansın adam paylaşımındaki zaafını ve ikinci golde Dzeko'ya bırakılan geniş alanı göz ardı etmemek lazım. Yine de Dzeko'nun şutuna biraz geç tepki verdi De Gea. Topa uzandığı anda iş işten geçmişti biraz... Geçen sezon La Liga'da ceza sahası dışından 11 gol yiyerek bu alanda lider olan 21 yaşındaki bir gençten bahsediyoruz. Şimdiden Van der Sar ile karşılaştırılması biraz acımasız ama medyanın klasik kazığı diyelim biz buna. Genel olarak bakıldığında maç boyu sırıtan hata yapmadı De Gea. Çıkışlarında kendinden emin ve başarılı olmasının yanı sıra, topu oyuna sokma konusunda fark yaratıyor. İllaki Van der Sar ile karşılaştıracaksak da aralarındaki 16 yaşlık tecrübe açığını unutmamak lazım...

İkinci yarıya iki stoperi Vidic ve Ferdinand ile birlikte orta sahadan Carrick'i çıkararak başladı Ferguson. Yerlerine giren Jones & Evans ikilisiyle beraber Cleverley'nin oyuna katkısı büyük oldu. İki paragraf yukarıda bahsettiğim "oyunu geriden kuramama" sorunu bu dinamik ekibin gelişiyle ortadan kalktı bir anda. Öyle ki, maçın ilk 25 dakikasındaki baskının birkaç mislini 60. dakikaya dek kurdular ve oyunu 2-2'ye getirdiler. Özellikle ikinci golü alkışlamadan edemedim zira top neredeyse hücum hattındaki herkesin ayağına değdi. Bundan sonra ise Mancini Barry'yi oyuna almak zorunda kaldı ki orta sahayı güçlendirmeden United'ı durdurması imkansız hale gelmek üzereydi.

Son yarım saatte tekrar dengelenen oyunda City halen hücumda başarısız seyrediyordu. Zira yalnızları oynayan Dzeko, ihtiyacı olan desteği Johson veya Silva'dan alamadı. Bu arada soğukkanlı ve profesyonel Dzeko'nun bir gün hiperaktif ve amatör Balotelli ile sahada bir güzel dalaşacağını düşünüyorum. Bilmem, biraz abartı mı kaçıyor ama bu ikili kesinlikle City'nin ideal hücum hattını oluşturmuyor. Gerek karakter, gerekse birbirini tamamlama açısından...


90+3'te Kompany'nin hatasına "kısmet" demekten fazlası gelmiyor içimden. Sonuç olarak United, ikinci yarıdaki oyunuyla gayet hak ettiği kupayı kazanmayı bildi. Yazıyı bitirmeden Ferguson'ın gençlik aşısına yer vermeden olmaz. İkinci yarının başında oyundan çıkan üçlünün yaş ortalaması 31 iken, oyuna girenlerinki sadece 21'di. Ve bu üçlüden biri yeni transfer iken (Jones), diğeri geçen sezon kiralık olarak Wigan'da oynayan Cleverley idi. İleri uçtaki Welbeck'in de geçtiğimiz sezon Sunderland'de piştiğini düşünürsek United'ın gençlere bakışını net görebiliriz. Al, dene, kirala, tekrar şans ver, oynat, rahat et... Keşfettiği adamı kolay kolay elden çıkarmıyor Ferguson. Bebe'yi de hemen defterden silmedi ama onun kaderi bakalım diğerleri gibi olacak mı...

Son olarak; TamSaha dergisinin Aralık 2010 sayısında ele aldığım Manchester United yazısında, takımdan ayrılan tecrübeli ayakların ve yaşı ilerleyenlerin yerini doldurmanın zor olacağını yazmıştım. Zira haleflerinde o ışığın olduğunu söylemek kolay değildi. O günden sonra gelişimine hız veren Smalling ve Evans, kiralık formalardaki şansını iyi değerlendiren Cleverley ve Welbeck, yeni genç transferler Jones ve Young'un katkısıyla 8 ay önceki savımın önemli ölçüde ortadan kalktığını görüyorum. Ki bu yazıda henüz Chicarito'nun adını bile geçirmedim! Arsenal taraftarı olsam 6 yıldır gençleriyle tek kupa kazanamayan Wenger'i daha ciddi sorgulamaya başlardım açıkçası...

4 Dakikada Ronaldo


Biri yeşil sahalara veda edip plajlarda boy gösterse de, "Ronaldo" dendiğinde iki futbolcu geliyor aklımıza. Beşiktaşlı'ların aklına üçüncü bir Ronaldo (Guairo) gelse de mevzu bahis arkadaşlardan birinin sıfatı artık "Göbekli" iken, diğerininki halen "Çakma" Ronaldo. İkincisinin şanssızlığı, birçoğuna göre ne yaparsa yapsın adaşı kadar 'fenomen' olamayacak olması. Ve özellikle de milli takım forması ile adaşının yaptıklarının belki de yanından geçmesinin bile zor olması.

Stilleri oldukça farklı olsa da El Fenomeno'nun dünya futbolunda bıraktığı iz tartışılmayacak derecede derin. Yukarıdaki video da onun Brezilya forması ile attığı 62 golü bir anlamda özet geçiyor. Kaleye doğru giderken yerin sallandığını hissediyor neredeyse insan. Ve aslında oldukça zor olan o etkili son vuruşları ne kadar kolaymış gibi gösteriyor Ronaldo. 'Mahallede ben de atardım bunu ne var' diyorsun bir yerden sonra!..

3 Ağustos 2011

Manchester: Fabrikadan Futbola



Manchester şehri için hangisi daha büyük ve tarihî bir şans olabilir; sanayi devrimi mi, yoksa futbol mu? 19. yüzyılda hem endüstrileşmenin hem de futbolun doğuşuna çok yakından tanık olan kent, bu ikisini bir potada eritmenin zenginliğini taşıyor.

1800’lere girilirken Manchester; 84 bin nüfuslu, gürültüden uzak, pamuk üretimi ve işlemesiyle ünlü ufak bir İngiliz şehriydi. Endüstriyel devrimin hızını iyice arttırdığı bu yıllar, bölge halkını ekmeğini pamuktan çıkaran bir topluluktan çok daha öteye götürmeye başladı. Kentteki büyümenin ivmesi o derece fazlaydı ki, 1830’lara gelindiğinde Manchester artık dünyanın ilk ve en büyük endüstri bölgesine dönüşmüştü. Ticareti destekleyecek biçimde bankacılık ve sigortacılık gelişmiş, artan altyapı ihtiyaçları sonucu demiryolları ve kanallar inşa edilmişti. 19. yüzyılın ikinci yarısına ulaşıldığında ise şehrin gelişiminine bambaşka bir renk gelmiş, futbol icat olmuştu.

Pamuk üretimi sırasıyla tekstilin, kimya mühendisliğinin, temizlik sektörünün, bankacılığın ve daha nicesinin önünü açarken artık Manchester çeşitli yerlerden gelen işçilerin gözdesiydi. Doğduğu şehri hatta ülkeyi bırakıp buraya gelen göçmenler, doğal olarak kendilerini bölgeye bağlı hissettirecek birtakım unsurların peşindeydi. Bunların en basiti olduğu kadar en eğlencelisi ise, yepyeni bir heyecan dalgası yaratan futbol olabilirdi. Böylece ağır çalışma hayatının da verdiği sıkıntı, yeni yurtlarında tutunacak bir dal arayan Manchester’lı işçilerin içindeki dizginlenemez futbol aşkını ortaya çıkarıverdi.

Tıpkı endüstriyel devrim gibi şehirde olağanüstü bir hızla yayılmaya başladı futbol. Fabrikalardan çıkıp hayata geri dönen işçilerin bir kısmı, bu yeni aşkı somutlaştırmak adına icraate geçmekten çekinmedi. Şehirde yeni bir moda misali art arda futbol kulüpleri kurulmaya başladı ve taraftar bulmakta çok zorlanmadı. Böylece günümüzde Manchester merkezli ve 90 mil yarıçaplı çevrede bulunan tam 43 profesyonel futbol kulübünün temelleri atıldı. Artık endüstriyel devrimin Manchester’lı yapıtaşları olan işçilerin hayatında, siyah fabrika dumanından ve beyaz pamuktan farklı renkler de yer alıyordu.

Newton Heath ve Diğerleri
Premier League’in kurucu takımlarından Oldham Athletic, halen bu ligde oynayan Wigan ve Bolton, alt liglerin köklü takımlarından Rochdale, Stockport, Bury ve bölgenin en büyük iki kulübü City ve United... Manchester bölgesinde alevlenen futbol ateşini yıllardır körükleyen bu kulüplerin kuruluş yıllarında şehirdeki işçi sınıfının önemi büyük. Özellikle United’ın doğuşu ve gelişimi sadece Manchester’ın değil, kimi zaman tüm İngiltere’nin kaderiyle bire bir seyretti.

Yıl 1892: Çiçeği burnunda Newton Heath ekibi

Meşin yuvarlağın peşinden koşmanın bir hayal olmaktan öteye geçebildiği yıllarda, Lancashire & Yorkshire Demiryolu Şirketi’nin işçileri de şehirdeki modaya uymaya karar verdi . Newton Heath bölgesindeki bu grubun kurduğu kulüp de aynı ismi taşıyacaktı. Dönemin özellikle işçiler adına hiç de insanî olmayan çalışma şartları düşünüldüğünde böyle bir futbol kulübü kurma fikri, şirket adına çok mantıklıydı. Zaten parasını günde saatlerce ‘pamuk’tan elde eden bölge insanını, çalıştığı yere bağlı tutabilmek ancak böyle mümkün olabilirdi. Bu destekle önceleri şirketin yakınındaki boş arazide dostluk maçları oynayan Newton Heath, zamanla kurulan ligde de yükselişe geçmişti.

20. yüzyılın ilk anlarına gelindiğinde bir asır önce nüfusu 84 bin olan Manchester, artık tam 1 milyon 250 bin kişiyi barındırıyordu. Yapılan altyapı yatırımları sonucu şehir iyice zenginleşmiş, Avrupa’nın en büyük 6. kenti sıfatını almıştı. Ne var ki Newton Heath’in kaderi bu yıllarda şehrin tam tersi istikamette ilerliyordu. Zira Manchester’ı ayakta tutan endüstrileşmenin futbola adım atması için henüz çok erkendi ve kulüp derin bir finansal darboğaz içindeydi. Neyse ki kentin zenginlerinin desteğini almayı başaran kulüp yeniden yapılanmaya gidiyor, adı da Manchester United olarak bugünkü halini alıyordu.

Her kulüpte olduğu gibi United da tarihi boyunca inişli çıkışlı dönemler geçirdi. Sanayi devriminden aldığı ilhamla İngiltere dünya politika sahnesinde bir süpergüç rolüne soyunurken, endüstrileşme kıvılcımlarının ilk parladığı yer olan Manchester’da da United şehrin bir numaralı takımı olma yolundaydı. “Manchester United: the Biography” adlı kitabında Jim White’ın da belirttiği üzere, kulübün alın yazısı birçok kez İngiltere’ninkine paralel biçimde şekil aldı. Ülke 1930’lu yıllarda Büyük Buhran ile cebelleşirken Manchester United da borçlarıyla uğraşıyordu. Aynı şekilde 1950’li yılların canlı ekonomisi ve tüketim patlaması, Matt Busby önderliğindeki United’a başarı olarak yansımıştı. 1960’ların asi gençlik ruhu Old Trafford’ta George Best’in vücudunda kimlik bulurken, 70’lerde uzun süre sonra ilk kez küme düşen United’a ekonomik kriz içindeki Britanya bir kez daha eşlik ediyordu.

Bugüne baktığımızda; işçi bazlı sanayileşmeyi kocaman bir ticaret ağına çevirerek yeni bir akım yaratmış olan şehirden, Manchester United gibi Deloitte Para Ligi’nde yıllarca zirvede kalmış bir dünya kulübü çıkması kimseyi şaşırtmamalı. Sanayi devriminde kentin emek yoğun bir ekonomiyle ayakta kalması gibi, United da yıllarca kendi oyuncusunu yetiştirerek başarı kazandı. Ayrıca futbolun global bir sektör haline gelmesinde kulübün rolü ne kadar büyükse, endüstrileşmenin sistemsel halde yayılmasında şehrin önemi benzer biçimde üst düzeyde.

İç ve Dış Rekabetler
Manchester gibi gerek ekonomisi gerek futboluyla hızlı büyüyen bir şehrin hem içeride hem de dışarıya karşı rekabet halinde olması kaçınılmazdı. 12 Kasım 1881 tarihinde St Mark’s ve Newton Heath arasında yapılan karşılaşma, günümüzdeki City - United çekişmesinin sadece ilk adımını oluşturuyordu. İlk yıllarında fanatizmden uzak bir halde seyreden bu rekabet, özellikle futbolun hayati öneminin artması ve Manchester United’ın yavaş yavaş Avrupa’ya ve dünyaya açılmasının ardından kızışmaya başladı.

Mavi veya Kırmızı

City taraftarlarının dayanağı, United’lıları aslen şehre ait olarak algılamamalarıydı. Zira onlara göre Old Trafford’un Manchester sınırları içinde bulunduğu da yoktu. Hatta kimileri, United taraftarlarının %98’inin şehir içinde olmaktan ziyade dünya geneline dağıldığı konusunda hemfikirdi. Bu görüş doğrultusunda, maç günlerinde Old Trafford yakınlarında boş otel odası da bulmak imkansızdı çünkü United’ı seyretmeye gelenler çoğunlukla turistti. Kısacası City cephesi şehrine sahip çıkmaya çalışırken, su götürmez biçimde daha başarılı olan United tarihi boyunca bu tartışmaların içine çok girmemeye çalıştı. Nitekim Manchester City, United’ın İngiltere’deki tek ezeli rakibi değildi.

Manchester şehrinin pamuk üretimi ve bunun türevi olarak tekstildeki başarısı uzun yıllar boyunca ilham verici bir konumdaydı. Ne var ki kentin okyanusa kıyısının olmaması, üretim kısmının öncesi ve sonrası için ek masraf yaratıyordu. Zira gerek Hindistan veya Uzakdoğu’dan gelen hammadelerin şehre girmesi, gerekse fabrikada imalatı biten ürünlerin yurtdışına rahatça ihraç edilmesi için en iyi lojistik yöntemi gemi taşımacılığı idi. Bu konuda gelişme kaydetmiş olup Manchester’a en yakın mesafede bulunan yer ise, şehrin 35 mil batısındaki Liverpool’dan başkası değildi. Ülkedeki ticaret merkezlerine yakınlığı ve oldukça gelişmiş limanları sayesinde bu kıyı kenti, endüstriyel zamanlarda stratejik olarak büyük önem kazandı. Manchester da dahil olmak üzere birçok sanayi merkezinin malları Liverpool üzerinden gidip geliyordu. Kısaca Kuzey İngiltere’deki ticari güç yarışında olan bu iki kent, aynı zamanda birbirine azımsanmayacak şekilde bağımlıydı.

Yıl 1887’ye geldiğinde Manchester’da 7 yıl boyunca sürecek hummalı bir çalışma başladı. Zira şehir, bir kanal yoluyla doğrudan okyanusa bağlanacak ve bu sayede gemi ulaşımı kentin içine kadar girebilecekti. 1894 yılında kanal kullanıma açıldıktan sonra Manchester’ın kaderi ne kadar olumlu yönde değiştiyse, Liverpool tarafı da bir o kadar çöküntüye uğradı. Öyle ki; kanalın stratejik önemi hem United hem City’nin günümüzde de geçerli olan amblemlerine kadar yansırken, Liverpool’daki birçok liman çalışanı yavaş yavaş işinden oldu.

İngiltere derbisi, sanılandan oldukça çekişmeli

İki şehrin ticarî güç yarışı üst düzeyde seyrederken, bu kapışmanın tohumlarının futbol takımlarına da serpilmesi hiç şaşırtıcı olmadı. 20. yüzyılın ortalarına kadar kısık ateşte devam eden rekabetin ibresi, meşhur Busby’nin Bebekleri sayesinde 1950’lerde Manchester’a döndü. 60’lı yıllarda Bill Shankly’nin destansı dokunuşuyla durumu eşitleyen Liverpool, 70’lerde tarihinin en kötü dönemlerinden birini geçiren rakibi karşısında Bob Paisley ile amansız bir üstünlük kurdu. Üstelik bu durum 1990 baharına kadar devam etti. O mevsimde Kenny Dalglish ile tarihinin 18. ve son şampiyonluğunu yaşayan Liverpool, sadece 7 kupası bulunan Manchester United’ın bir hayli önündeydi. Ancak Alex Ferguson’ın son 19 sezonda kazandığı 12 Premier Lig kupası, iki ezeli kulüp arasındaki rekabeti United lehine çevirmiş durumda.

Küçülen Manchester
Futbol ve ekonomi oldukça farklı alanlar gibi görünse de çok kritik bir ortak yönleri vardır. İkisi de tarih boyunca kendi dinamikleri içinde gelişmiş, değişmiş ve her yeni akıma karşı bir fikir türetmiştir. Manchester, işte bu önemli noktayı her iki dalda da aynı dönemlerde yaşadı. 2. Dünya Savaşı’na kadar altın yıllarını yaşayan şehrin alın yazısı, yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte değişmeye başladı. Barut kokan o yıllarda gelişmiş endüstrisi ve gemi ulaşımı sayesinde Manchester, tekstildeki üretim gücünü bir süreliğine İngiltere’nin savaş hazırlıkları uğruna kullandı. Dolayısıyla Alman saldırılarının odak noktası haline gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim savaş sona erdiğinde Manchester çok bitkin bir şehirdi ve dünya politikası aleyhine değişiyordu. Savaş yorgunu Avrupa ülkeleri, bellerini doğrultmak adına iç piyasalarını canlandırmaya yönelik çareler üretince uluslararası ticaret darbe yedi. Bu şekilde Manchester’ın limanları ve demiryolları gittikçe önem kaybetti zira artık bu gibi ağlar hemen her kentte kuruluyordu. Kapanan iş kapıları sonucu şehir 1970’lerden itibaren yoğun göç vermeye başladı. Artık sanayi odaklı politikalardan servis ekonomisine geçmenin vakti gelmişti.

Manchester’daki futbol gündemi de elbette ekonomik gidişattan nasibini aldı. 1950-70 yılları arasında 6 kez İngiltere şampiyonu çıkaran şehir, 1970-90 dilimi söz konusu olduğunda sıfır çekerek dibe vurdu. Yine de Manchester’ın kırmızı ve mavi tarafları krizden aynı şekilde etkilenmedi. 1973/74 sezonunda kümede kalma mücadelesi veren ve ligin son maçında ironik biçimde City karşısına çıkan United, rakibine boyun eğerek 2. Dünya Savaşı’nın ardından ilk ve son kez alt ligin yolunu tuttu. City ise şehrin ekonomik çıkmaza girdiği yıllarda lig şampiyonu olamasa da Federasyon Kupası’nı ve Kupa Galipleri Kupası’nı kaldırdı. Kriz sonrasında İngiltere’nin Thatcher politikaları altında yeniden yapılandığı ve Manchester’ın servis ekonomisine geçmeye çalıştığı 80’lerde ise iki takımın da belirgin bir başarısı olmadı.

Şehrin futbolu çoğu zaman ekonomisinden etkilendi

Sonuç olarak endüstrileşmenin kanun olmaya başladığı yıllardan günümüze dek Manchester, birçok kilometre taşına şahit oldu. Gün geldi, bütün bir şehir sanayi devrimini kendi kimliği olarak benimsemek durumunda kaldı. Yıllar geçtikçe gelişti ve başka şehirlerle yarış içine girdi. Her çıkışın bir inişi olduğu gibi yeri gelince Manchester da altın yıllarını geride bırakarak kendine yeni yollar çizdi. Ve şehrin tarihindeki tüm bu olaylar, aynı zamanda meşin yuvarlağa da yön vermekten çekinmedi. Hatta kimi zaman bu önemli şehrin en büyük takımı, ülkenin kaderine şaşırtıcı biçimde ortaklık etti. Her şeye rağmen futbol Manchester’da değişik bir kimlik kazandı. Şehir de onun sayesinde azalan ekonomik prestijini farklı bir kulvarda olsa da halen korumayı başarıyor.

Not: TamSaha dergisinin Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

1 Ağustos 2011

TamSaha Ağustos



TamSaha dergisinin Ağustos sayısı yayında. Dünya ve Türkiye futbolunun gündemindeki konuları, röportaj ve dosyalarla ele alan derginin 82. sayısında, Trabzonspor'un yeni golcüsü Paulo Henrique kariyerini ve hedeflerini anlatıyor: Paulo Henrique: "Trabzonspor basamak değil..."

MHK'nın yeni başkanıyla, yönetim anlayışı, hakemlik müessesine getireceği yenilikler ve değişiklikler konusunda samimi bir sohbet yaptık. Yusuf Namoğlu: "Önce gözlemcileri düzelteceğiz..."

Nijerya'da çeyrek final oynayan U17 Millî Takımı ile bu yaz Avrupa Şampiyonası Finalleri'ne kalan U19 Takımı'nın önemli kozlarından biri olan Ömer Ali Şahiner, kariyerindeki çıkışı millî formaya borçlu: Yıldızı ay-yıldızla parladı...

Sivasspor savunmasının sol kanadında sürati, hırsı ve hücuma katkısıyla dikkat çekti, performansının karşılığını da A2 Millî Takımı'na seçilerek aldı. Futbola İstanbul'da başlasa da memleketinin takımında oynuyor ve bu işten büyük bir keyif alıyor. A Millî Takım formasına büyük bir iştahla bakarken, kısa bir süre sonra sıranın kendisine geleceği günleri iple çekiyor. Ziya Erdal: "Bir gün sıra bana gelecek..."

Henüz 19 yaşında olmasına rağmen Hollanda ve İngiltere'de futbol oynadı. Bu sezon ise Kayserispor'un başarısı için ter dökecek. Güçlü fiziği, gol vuruşlarındaki başarısı ve hava hâkimiyeti sayesinde önce Hollanda tarafından genç millî takımlara seçildi, ardından 15 yaşında İngiltere'nin Portsmouth takımı tarafından transfer edildi. Hiddink tarafından İngiltere'den direkt A Millî Takım kadrosuna getirildi. Nadir Çiftçi: Ada'dan gelen golcü...

Konyaspor küme düştüğü sezonda Türk futboluna pırıl pırıl bir oyuncu armağan etti. Geçtiğimiz sezon son dakikada oyuna girdiği Manisaspor maçında öyle bir gol attı ki, tüm Türkiye'ye parmak ısırttı. Futbola oldukça geç başlayan ve tesadüfen keşfedilen genç oyuncu, U19 Millî Takımımızın da özenle geleceğe hazırladığı yıldız adaylarından biri. Ali Dere: Konya'da bir "Futbol Star"...

Aslen Muşlu olan ailesi Fransa'ya göç edince bu ülkede doğmuş ve büyümüş. Tekniği sayesinde çok genç yaşta Marsilya ve Metz gibi takımların dürbününe takılmış. Genç futbolcu oyunun iki yönünü de oynayabilen yeteneğiyle dikkat çekiyor. Şervan Taştan: Genç bir futbol virtüözü...

Ayrıca, "Millî Takım: Şimdi ay-yıldız zamanı", "Gol Analizi: Türk gibi başla, Fransız gibi bitir", "Süper Lig Yabancı Oyuncu Analizi: En faydalı yabancı Alex", "Copa America: Tangoyu bu kez Uruguay yaptı", "U17 Dünya Şampiyonası: Yine yeniden Meksika dalgası", "2011 Kadınlar Dünya Kupası: Pembe karanfil kokusu", "Futbolun kaderini değiştiren siyasi olaylar", "Turgutluspor: Davetli misafirin büyük sürprizi", "Arap Baharı: Uyanış stadyumlarda başladı", "Zeljko Raznatovic Arkan: Suç makinesinin futbol oyunu",  Ebbsfleet United: Bu kulüp internetten yönetiliyor!", "Fabio Coentrao: Portekiz'den solak da çıkar","Logolarda gizli tarih", "Dünya Futbolu: Maziye hapsolanlar!", "Manchester: Fabrikadan futbola" dosyalarıyla TamSaha'nın Ağustos sayısında da futbol kültürünün değişik konularıyla, farklı bir içerik yer alıyor.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...