Subscribe Twitter Twitter

31 Ocak 2011

Kırmızı'dan Mavi'ye: Torres

Chelsea'nin Torres için 50 milyon £'u gözden çıkardığı konuşuluyor son günlerde. Herhangi bir futbolcu değil tabii bu arkadaş. Bayrak adam Gerrard ile birlikte takımın iki temel direğinden biri. Yalnız Liverpool'un şu anki durumunda Torres'in bireysel performansı veya değeri arka planda kalıyor artık. Futbolundan bir şey kaybettiği için de değil üstelik. Torres bu kulübe gelirken Avrupa kupalarını göz önünde bulundurdu ama Liverpool'a öyle bir dönemde imza attı ki, kısa sürede o forma dar gelmeye başladı. Olmayınca olmuyor ya hani bazen, bu durum da öyle işte. Yeniden yapılanmaya gitmesi gereken Liverpool'un da sezon başında Hodgson'ın yaptığı gibi elindeki futbolcuları kalmaya ikna edecek enerjisi ve kredisi yok artık. Bu durumda Torres gibi bir süperstar gitmek istemekte haklı. Liverpool'un da onu üstelik 50 milyon £ gibi bir rakam gerçekten varsa satması gayet mantıklı. Eğer gerçekleşirse dostça ve iki tarafın da kazandığı bir ayrılık olur bu. Zira birinin hedefleri, ötekinin uygulaması gereken strateji ile uyuşmuyor artık. Birinin beklemeye sabrı, diğerinin bekletmeye kredisi kalmadı.


Demotive bir Torres'in satışından gelen para, Liverpool'un yeniden yapılanması ve yaz transferleri için önemli bir kaynak olurdu kesinlikle. Çünkü Finansal Fair Play kapıya dayanmışken, John Henry'nin elini cebinin derinliklerine kadar götürmesi zor. Ayrıca olaya başka bir açıdan bakmak gerekirse, Liverpool artık sadece Gerrard ve Torres'in eline bakan bir takım kimliğinden kurtulmalı. Gerrard gitsin demiyorum kesinlikle, zira onun yeri ayrı o takımda. Söylemeye bile gerek yok, duruşu yetiyor. Ama elde artık Luiz Suarez gibi bir alternatif de varken Torres'in gidişi takımın diğer elemanlarına sorumluluk duygusu aşılayabilir. En azından Torres'in rolünü paylaşmak, her şeyi Gerrard'tan beklememek ve herkesin daha eşit yük taşıdığı bir takım olmak için...

29 Ocak 2011

Heineken Türkiye'ye Nasıl Gelecek?


Şimdi bu 24 yaşını doldurmamış olanlar için alkollü içecekle ilgili yasak geldi ya? Hani bu yaşın altındakiler yasal olarak gayet evlenebiliyor, silah satın alabiliyor, oy kullanıyor... Hatta erkeklerin askere gitme zorunluluğu var... Ama alkollü içecek markalarının sponsor olduğu etkinliklere katılamıyor bu arkadaşlar. Yasa, Babylon gibi yerlerde uygulanmaya başlasa da halen açığa kavuşmamış detayları var. Merak ettiğim konu şu ki, mesela Şampiyonlar Ligi'nin ana sponsorlarından bir tanesi de Heineken. Bildiğimiz ünlü bira markası yani. Organizasyon dahilinde oynanan her maçta, sahanın etrafındaki panolarda boy boy görüyoruz Heineken'i. Bu sezonun lig şampiyonu Eylül ayından itibaren ülkemizi Devler Ligi'nde temsil edecek. Bakalım Heineken'e karşı herhangi bir yaptırım uygulanacak mı. Ya da maçın oynandığı statta da 24 yaş kontrolü mü yapılacak? Zor tabi ama bu ülkede hiçbir zaman 'olmaz' dememek lazım!

Bu arada Heineken reklamlarını Şampiyonlar Ligi dahilinde sahalara sokmayan ülkeler yok değil. Fransa, Rusya, İspanya, Norveç ve İsviçre'de de benzer bir yasa var. Buralarda oynanan ŞL maçlarında Heineken'in yerinde sosyal mesaj içeren görseller yer alıyor. Aynı kapsamda geçen sezon (4 Kasım 2009) O. Lyon deplasmanına giden Liverpool, formasından Carlsberg reklamını silmek zorunda kalmıştı. Bakalım hükümetin arkasında dimdik durduğu malum alkol reklamı yasağı Şampiyonlar Ligi'nde ne derece uygulanacak...

Spor Sayfası


Bu blogu takip edenler zaten çoktan anlamıştır ki karikatür denince aklıma ilk Umut Sarıkaya gelir. Belki de benimkiyle çok benzer bir çocukluk geçirdiği için benle ortak ayrıntıları gözlemler, aynı şeyler komik gelir. Birçok zaman onun çizimlerine futbolla alakasına bakmadan öylesine yer veriyorum işte ben de. Çoğunda da yorum bile yazmıyorum çünkü karikatür tek başına yetiyor.

Yukarıdaki çizimin tüm ayrıntıları hakkında değil yazı, kitap bile yazılır mesela. Ama ben tek cümle söyleyeceğim. Ülkedeki futbol otoritelerinin en azından çoğunluğu yukarıdaki adamın zıttı olsa neler değişirdi?

Çeyrek Final Komedisi

Sihirli bir güç resmen Türkiye Kupası’nın saçmalıklarıyla dalga geçiyor sanki. Tam da federasyon ve sponsorların dileğinin tersine, grup sistemi sayesinde ilerlemesi kolaylaşan ve kalite yaratabilecek takımların çoğu elenmişti. Şimdi de organizasyonun aksaklığı bir kez daha gözler önüne seriliyor. 4 kuranın tamamı, aynı gruptan çıkan takımların birbirleriyle eşleşmesinden oluşuyor. Yani çeyrek finale gelindi ama grup maçlarından çok da farklı hikayeler okumayacağız. Sadece eleme usulünün getirdiği heyecan olacak biraz, o kadar. Anadolu takımı taraftarı olamdığı sürece, şu kupayı kazanıp da sevinen kaç adam vardır merak ediyorum...

28 Ocak 2011

Haftasonu Gelince...


28 Ocak Cuma
17.00 Özbekistan – Güney Kore (EUROSPORT 2)
21.45 Bayer Leverkusen – Hannover (TRT 3)

29 Ocak Cumartesi
13.30 Karabükspor – Kayserispor (LİG TV)
14.00 Karşıyaka – Çaykur Rizespor (TRT 1)
14.00 Sivasspor – Antalyaspor (DIGI)
14.30 Everton – Chelsea (NTVSPOR – FA Cup)
16.30 Werder Bremen – Bayern Münich (TRT 3)
17.00 Avustralya – Japonya (EUROSPORT 2)
17.00 Bucaspor – Kasımpaşa (DIGI)
19.00 Bursaspor – Galatasaray (LİG TV)
19.00 Lazio – Fiorentina (SPORMAX)
19.15 Southampton – Manchester United (NTVSPOR – FA Cup)
19.30 Kaiserslautern – Mainz (TRT 3)
21.00 Hercules – Barcelona (NTVSPOR)
21.45 Catania – Milan (SPORMAX / TV8)
21.45 PSV – Williem II (BEYAZ TV)
22.00 Lille – Lens (KANAL A)

30 Ocak Pazar
13.30 Brescia – Chievo (TV8)
13.30 Tavşanlı Linyitspor – Mersin İdman Yurdu (TRT 1)
14.00 Ankaragücü – Manisaspor (DIGI)
14.00 Arsenal – Huddersfield (NTVSPOR – FA Cup)
15.00 İstanbul Belediye – Beşiktaş (LİG TV)
15.30 Nac Breda – Ajax (BEYAZ TV)
16.00 Inter – Palermo (SPORMAX / TV8)
16.00 Notts County – Manchester City (NTVSPOR – FA Cup)
16.30 Stuttgart – Freiburg (TRT 3)
17.00 Gaziantepspor – Gençlerbirliği (DIGI)
18.00 Bordeaux – Nice (KANAL A)
18.30 E.Frankfurt – Mönchengladbach (TRT 3)
19.00 Fenerbahçe – Trabzonspor (LİG TV)
20.00 Osasuna – Real Madrid (NTVSPOR)
21.45 Juventus – Udinese (SPORMAX / TV8)
22.00 Monaco – Marseille (KANAL A)

31 Ocak Pazartesi
20.00 Adanaspor – Kartalspor (TRT 6)
20.00 Eskişehirspor – Konyaspor (LİG TV)
22.00 Racing – Valencia (NTVSPOR)

27 Ocak 2011

Brezilya'ya Yeni Forma


Buyrun Brezilya'nın yeni forması... Alttaki resimden de öyle anlaşılıyor ki Nike, 9 Şubat'taki Fransa - Brezilya maçı ile tam bir sponsor şovuna hazırlanıyor. Daha önceden Horozlar'ın yeni formasını basına tanıtmışlardı, ki 2018'e kadar sürecek olan bu anlaşma onlara toplam 300 milyon €'ya mâl oldu. Yalnız Brezilya formasındaki o yeşil çizgi olmamış sanki pek. Hani mis gibi klasik forma işte, ne gerek var diyor insan. Fransa formasındaki kırmızı çizgiyi sildik, bari buna bir yeşil ekleyelim mi demişler nedir?

Dünya Kupası Gençliği


Şu yazıda İngiltere’deki altyapı devriminden bahsetmiştim. Daha soğumadan İtalya’dan gelen haberleri gördüm. Yapılan son araştırmaya göre İtalya, Güney Kıbrıs liginden sonra Avrupa’nın en yaşlı ligi konumunda. Inter de 29,6 ortalamayla kıtanın babaannesi konumunda. İngiltere’de genel olarak genç oyuncuyu sahaya sürme konusunda sorun yok. Ancak bu gençlerin, özellikle belli bir seviyenin üzerinde yeteneğe sahip olanların çoğunlukla İngiliz olmaması sıkıntı yaratıyor ve durum milli takıma da yansıyor. İtalya’da tartışılan şu ki, birçok kulüp genç futbolcular konusunda risk almaktan oldukça çekiniyor. Malum İtalya’da teknik direktörlere bizim ligden de daha fazla bir baskı var. Hal böyle olunca 20’lik veletleri sahaya sürüp denemektense tecrübeli oyuncuların önü açılıyor. Bunu neredeyse kültür haline getiren Milan’ın altyapıdan yetişen Boriello’ya olan yaklaşımı iyi bir örnek. Önceleri her sezon başında bir takıma kiralık gönderildi Boriello. 2007’de 2 milyon €’ya Genoa’ya verildi. Orada 19 gol atınca ve Milan forvet sıkıntısına girince de bir yıl aradan sonra 7,5 milyon €’ya satın alındı. İtalya’da sırf bu iş için co-ownership uygulaması var, FM’ciler iyi bilir.

Bu arada son dünya kupasında yarı final oynayan 3 Avrupalı İspanya, Almanya ve Hollanda’nın oyuncu yetiştirmeye verdiği önemi gözden kaçırmamak gerek. Ödüllerini dünya kupasında az çok aldılar. Hayal kırıklığı yaratan İngiltere ve İtalya ise bu noktaya odaklanarak değişime gitme peşinde. Financial Fair Play’in de kupaya yakın tarihe rastlaması, 2010 yazını dünya futbolunda bir dönüm noktası haline getirebilir.

26 Ocak 2011

Kupa'da Son 8


Hani birçok kişi söyleyip duruyoruz ya Türkiye Kupası'nın formatı sponsor ve yayıncı kuruluş TRT'nin cebini boş tutmamak adına bu kadar saçma diye... Henüz grup maçları tamamlanmadı ama son 8 içindeki takımlardan sadece Beşiktaş ligin ilk 5 sırasında yer alıyor. Geri kalan 4 takım daha şimdiden elendi. 4 Büyükler'den ise Beşiktaş'a sadece Galatasaray eşlik ediyor. Yani kupa, tam da olması gerektiği üzere ligi domine eden büyüklerin hegemonyasında değil. Gaziantep B.Ş.B. Spor, Kasımpaşa ve belki de Bucaspor gibileri en azından bu alanda seslerini duyurmaya devam ediyor, ki yolları da açık olsun. Şu format da artık zevkle izlediğimiz eleme usulüne dönüversin...

Messi'nin Suçu Ne?


Şu gol sevinçlerine getirilen sınırlandırmayı adamakıllı düzene sokamadılar bir türlü. En son Messi R. Santander’e attığı golden sonra formasının altına yazdığı mesaj ile annesinin doğum gününü kutladı. Sonuçta “Mutlu yıllar anne” cümlesi federasyona ne derece ters gelmişse artık Messi’ye 2500 € para cezası vermişler. Hakem maç esnasında kart göstermemişti ama bu duruma raporunda yer verince ceza geldi. Dünya Kupası finalinde Dani Jarque’ye “aramızdasın” mesajı ileten Iniesta’nın durumu daha ironik. O sarı kartı anında görmüştü.
Gol atan adam Di Canio’nun Nazi selamı gibi uç bir hareket yapabilir veya ne bileyim abartıp taraftarların üstüne falan atlayabilir. O zaman sarı karta tamam ama yukarıdaki örneklerde buna ceza vermenin manası ne? Dünya Kupası finalinin hakemi Howard Webb Iniesta’nın atletinde yazan şeyin manasını biliyor muydu mesela? Ki o anın posteri odamın duvarını süsler halen. Çok uç bir sevinç olmadığı sürece kart falan göstermezsin, maç sonrasında toplanır icabına bakarsın. Küfür mü etmiş, ırkçı bir mesaj mı vermiş yoksa masumane bir kelam mı etmiş? Ona göre sonuca varırsın ama böylesi çok önyargılı görünüyor. Muhtemelen bugün bu kural esnetildiği anda yarın sponsorların işine gelmeyecek mesajlar görmekten korkuluyor. Veya en düz mantığı şu ki, gol sevinçlerinden sonra illaki forma üzerindeki Adidas, Nike, Bwin, Fly Emirates gibi markaları illa da görmek zorunda bırakılıyoruz.

Benim gibi birçok futbolsever maçları sadece taktiksel olarak veya takımı tuttuğu için izlemiyor. Futbol artık çoğu kişi için bir hikaye ve futbolcular bunun başkahramanları. Dolayısıyla onların nasıl sevindiği, ne demek istediği bile gayet çok şey ifade edebiliyor. Bunun önü kesinlince de futbolun bir rengi eksik kalıyor. Sadece 4-3-3’ün uygulanışını izlemeye dönüyor olay.

25 Ocak 2011

Abramovich'ten Öğütler!


Ara ara böyle haberleri görüyorum, neyse diyorum ama yazmadan da duramıyorum. Hani tamam, saçmalanır da bu kadarı komik artık. Milliyet gazetesi Star’ı, o da soccer.ru diye bir Rus sitesini kaynak göstermiş. Ki bizim medya bayılıyor böyle şeylere. Doğruluğunu araştırma gereği duymadan, ilginç gelen her habere anında atlayan bir ton mecra var. Siteye girdim ama böyle bir habere rastlamadım, bulan varsa yorum bırakıversin. Meğer masala göre Abramovich eski futbolcusu Quaresma’dan çok korkmuş ve yeni transferlerle Beşiktaş’ın çok tehlikeli bir takım olduğuna karar vermiş. Bunu Beşiktaş’ın Avrupa Ligi’ndeki rakibi D. Kiev’in kaptanı ve kankası Shevchenko’ya iletmiş. Üstüne de “bak çok iyi defans yapmanız lazım, ona göre!” demiş. Shevchenko da “evet farkındayız, zaten bunun için fazla mesai yapacağız” diye cevap vermiş. Öyle ki, haberde yer alan bazı kalıplar kelimesi kelimesine bu adamların ağzından çıkmışçasına yazılmış. Medyada en kıl olduğum şeydir bu da… Ama en nihayetinde habercinin dehasına, Abramovich'in keskin taktik bilgisine, Shevchenko'nun maç hazırlığı anlayışına hayran kalıyorsunuz işte!

Haftasonu Gelmeden...


25 Ocak Salı
15.25 Japonya – Güney Kore (EUROSPORT – Asya 2011 Yarı Final)
18.25 Özbekistan – Avustralya (EUROSPORT 2 – Asya 2011 Yarı Final)
21.30 Blackpool – Manchester United (SPORMAX / PL TV)

26 Ocak Çarşamba
18.30 Sampdoria – Milan (NTVSPOR – İtalya Kupası)
20.00 Beşiktaş – Trabzonspor (TRT 1 – Ziraat Türkiye Kupası)
21.45 Napoli – Inter (NTVSPOR – İtalya Kupası)
22.00 Liverpool – Fulham (SPORMAX / PL TV)

27 Ocak Perşembe
20.00 Fenerbahçe – Gençlerbirliği (TRT 1 – Ziraat Türkiye Kupası)
21.45 Juventus – Roma (NTVSPOR – İtalya Kupası)

24 Ocak 2011

İngiltere'de Altyapı Devrimi


İngiltere’de bu sıralar altyapı sistemi konusunda gündem yoğun. Son Dünya Kupası’nda da görülen kronik başarısızlık, 2010 FIFA Ballon D’Or’un 30 kişilik ilk aday listesinde tek bir İngiliz’in yer almaması, Premier Lig’deki her takımın kadrosunda 8 “home-grown” oyuncuya yer verme zorunluluğu ve tabii ki Financial Fair Play’in günden güne yaklaşıyor olması, altyapı reformu için yeterli etkenler.

Paketin içinde ne olduğuna gelirsek… Öncelikle Rezerv Lig’in kaldırılması ve onun yerine U-21 Ligi’nin kurulması planlanıyor. Tüm Premier Lig takımlarının katılması zorunlu olacak ve 21 yaş üstündeki oyuncu sayısı sınırlandırılacak. Bu şekilde şu anda yaşı fark etmeksizin yedek oyuncuların form tutmasına yarayan lig, daha çok genç oyuncuların gelişimine odaklanacak. Bu noktada dikkat çekici olan şu ki, Türkiye’de henüz geçen sezon PAF Ligi kaldırılıp A2 Ligi’ne geçildi. Geç bile kalmış bir hamleydi ama günün şartlarının özellikle Financial Fair Play doğrultusunda gayet değişiyor olduğu bir gerçek. Bu noktada yeni finansal düzenlemelerin keskinliğini ve genç oyuncu yetiştirmenin önemini anlamamız ne kadar sürer bilemem. Tabii Semih’e 25 yaşına kadar “genç” denen bir ülkede yaşıyoruz, orası ayrı…

Neyse… Reform paketindeki ikinci noktaya göre bağımsız bir denetim kurulu, kulüplerin altyapı okullarını detayına kadar inceleme hakkına sahip olacak. Tıpkı Bundesliga’da olduğu gibi. “Zayıf”tan “Pekiyi”ye doğru 1’den 4’e kadar puanlama yapılacak. Bu kurulun yaz aylarında kurulup hemen önümüzdeki sezon faaliyete geçmesi planlanıyor.


Bu iki önemli değişimin haricinde, genç futbolculara kulüpler arasında serbest dolaşım hakkının verilmesi de düşünülüyor. Ama bu durum henüz taslak aşamasında ve hakkında pek detay bulmak mümkün değil. Son olarak halen yürürlükte bulunan kurala göre altyapı oyuncuları, evlerine en fazla 90 dakika uzaklıktaki bir kulüpte oynayabiliyor. Bu kuralın da değişme ihtimali var.

Tüm bu maddeler önümüzdeki hafta görüşülecek ve ortak görüşe varıldığı taktirde önümüzdeki sezon uygulamaya konacak. U-21 Ligi’nin geliyor olması elbette önemli bir madde ama bana göre işin püf noktası denetim kurulunun kalitesinde yatıyor. Almanya bu sistemi başarılı biçimde uygulayarak Dünya Kupası’nda iz bıraktı. Meyvesini hızla toplamaya devam edecekler, orası su götürmez. Biz de bunu fırsat bilip orada hazır yetişmiş çocuklara Ay Yıldızlı formayı giydirmeye çalışıyoruz işte. Yani aslında bizim de bir “denetim kurulumuz” var ama gözü neredeyse sadece Almanya’daki pişmiş gençlerde. Oranın suyunda, ocağında, malzemesinde değil halbuki marifet. En azından aşçıyı ve tarifini biraz kopyalamaya çalışsak bile birçok şey farklı olacak burada da.

23 Ocak 2011

Ancelotti vs Teyze



Takımınızın A2 Ligi maçını izlemek için tribüne gittiniz. Yeriniz önceden belli, biletiniz elinizde. Ama numarayı bulduğunuz anda bir bakmışsınız ki sizin takımın teknik direktörü yüzlerce boş koltuk varken tam da orada oturuyor. Ne yaparsınız? Açıkçası ben geçer yanına oturur, birer de çay kapar izlerim maçımı. Ama yukarıdaki teyze inat çıkmış sanki biraz. Ancelotti'yi tanımamış diyeceğim ama teyzem de bir Chelsea taraftarı! Maç da Arsenal ile oynanan FA Gençler Kupası maçı bu arada.

22 Ocak 2011

Genç Taraftarlar Rahatsız


Farklı takım taraftarı 1000 kişinin bir amaç uğruna toplanıp seviyeli biçimde gösteri yapabilmesi her şeyden önce önemli bir adımdır bana göre. Başbakan’ın TT Arena açılışında uğradığı protestolara tepki göstermesi onları rahatsız etmiş. Öncelikle genel olarak Başbakan’ın veya partisinin yanlısı değilim. Ama kim olursa olsun, geçmiş veya mevcut icraatlarına bakmaksızın Başbakan’ın o stadın yapımındaki emeği az değil. Galatasaray taraftarının siyaseti tribünlere taşımasına kesinlikle karşı değilim. Politik bir derdin varsa her yerde her zaman söylersin ama orası yeri miydi? En azından Başbakan’ın emeğine bir nebze saygı duyarak ıslık çalmaz, alkış falan da tutmayıp stadı tamamen sessizleştirebilirlerdi. Yarın Başbakan o taraftara gelen çok ters bir hareket mi yaptı? O zaman bir sonraki iç saha maçında çıkıp yapardın tezahüratını, istediğin gibi protesto da ederdin. Orası ayrı. Ama stat yapımında önemli emeği olan birini bu şekilde ıslıklamak yersiz geldi bana.


Bugün Taksim’deki gösterinin de Başbakan’a karşı olduğunu sonradan öğrendim. Bence Adnan Polat’ın olay sonrası kendi taraftarının aleyhine yaptığı saçma sapan basın toplantısı daha bir protesto edilesiydi. İşine gelince taraftara sığın, tepkiden kaçmak için teknik direktörünü ona göre seç, ama Başbakan'dan azarı yiyince anında karşına al... Neresinden baksanız iki yüzlülük kokuyor.

Özetle; evet, futbolun özünde ve yönetiminde emekçileri olsun. Evet, gerektiğinde tribünde bile siyaset yapılsın. Taraftar yeri gelince birleşsin, sözünü söylesin. Ama bir şeye emek veren adamı sevmeseniz bile ıslıklamak yine de ters. Asıl ıslıklanması gereken, 100 yıldan uzun süredir sırtını politikacılara dayamadan iş beceremeyen kulüp yöneticilerine gitsin. Bu durumda asıl "şah ve padişah" olmadığının hatırlatılması gereken onlar çünkü.

21 Ocak 2011

Profesör

Simpsons ve İspanya


The Simpsons'ın yaratıcısı Matt Groening, Dünya Şampiyonu İspanya'yı böyle çizmiş. Özellikle Puyol ve Iniesta'ya güldüm. Villa'nın Küçük Emrah kaşları da hiç fena olmamış. Keşke bir de elinde "kasap satırı" ile Del Bosque'yi ekleseymiş.

20 Ocak 2011

Haftasonu Gelince...

21 Ocak Cuma
20.00 Beşiktaş – Bucaspor (LİG TV)
21.30 Hamburg – E.Frankfurt (TRT 3)

22 Ocak Cumartesi
14.00 Manisaspor – Karabükspor (DİGİ)
14.00 Mersin İdman Yurdu – Adanaspor (TRT 1)
14.45 Wolverhampton – Liverpool (PL TV)
16.00 Trabzonspor – Ankaragücü (LİG TV)
16.30 Borussia Dortmund – Stuttgart (TRT 3)
17.00 Gençlerbirliği – Eskişehirspor (DİGİ)
17.00 Arsenal – Wigan (SPORMAX / PL TV)
17.00 Manchester United – Birmingham (SPORMAX / PL TV)
19.00 Antalyaspor – Fenerbahçe (LİG TV)
19.00 Sevilla – Levante (NTVSPOR)
19.30 Aston Villa – Manchester City (SPORMAX / PL TV)
19.30 Köln – Werder Bremen (TRT 3)
21.00 Barcelona – Racing Santander (NTVSPOR)
21.45 Roma – Cagliari (SPORMAX / TV 8)

23 Ocak Pazar
13.30 Udinese – Inter (TV 8)
13.30 Orduspor – Kayseri Erciyes (TRT 1)
14.00 Kasımpaşa – Gaziantepspor (DİGİ)
16.00 Konyaspor – Bursaspor (LİG TV)
16.00 Sampdoria – Juventus (SPORMAX / TV 8)
16.30 Mönchengladbach – Bayer Leverkusen (TRT 3)
18.00 Sporting Gijon – Atletico Madrid (NTVSPOR)
18.00 Blackburn – West Bromwich (SPORMAX / PL TV)
18.30 Hoffenheim – St.Pauli (TRT 3)
19.00 Galatasaray – Sivasspor (LİG TV)
19.00 Çaykur Rizespor – Diyarbakırspor (TRT 1/TRT 6)
20.00 Real Madrid – Mallorca (NTVSPOR)
21.45 Milan – Cesena (SPORMAX / TV 8)

24 Ocak Pazartesi
20.00 Kayserispor – İstanbul Belediye (LİG TV)
22.00 Bolton – Chelsea (SPORMAX / PL TV)

Maradona vs Valderrama


Bu efsane ikilinin forma giydiği ve 5-5 sonuçlanan bir Arjantin - Kolombiya karşılaşması düşünün. İnsanın aklı hemen 25 küsur yıl öncesine gidiyor ama maç 2011 Ocak'ında oynandı. Üstelik özel bir açılış amacıyla ve halı sahada... Hem Maradona hem Valderrama'nın birer golü var. Özellikle Kolombiyalı'nın golü 50 yaşında da kalitesini gösteriyor. İkisi de artık kaptırıp 40 metre top süremiyor tabii ama asistler yeter de artar. Yalnız bir tek elle gol atılmamış...

UEFA Team of the Year 2010


uefa.com okuyucuları kadroyu yukarıdaki gibi oluşturmuş. Kurduğum kadrodan 3 fire vermiş oldum böylece. Hadi Ronaldo ve Ashley Cole tamam da Forlan dururken neden herkes Villa'ya oy vermiş anlamadım. Uruguaylı, Ballon D'Or ödüllerinde de pek sallanmamıştı zaten ki daha ne yapsın... Hem Atletico Madrid hem Uruguay'da açıkça fark yaratan adamdı. Neyse ki en azından Ballon D'Or'daki gibi Sneijder atlanmamış, Xavi'nin hemen ön tarafında yerini almış.

Bu arada bu kadroyu Barcelona dahil / hariç ayrımıyla yapmak gerek aslında! Zaten başlı başına şu ilk 11'i oluşturabilecek bir takım oldular artık; ki yine 6 oyuncuyla domine ettiler olayı.

19 Ocak 2011

Tevez ve Kızları


Hani son zamanlarda ayyuka çıktı ya Tevez kızlarını özledi, memleket hasreti çekiyor diye... İşte Arjantinli oyuncuyu futboldan soğuma noktasına getiren çocuklar bunlar. M. City'nin Leicester ile oynayıp 4-2 kazandığı FA Cup maçı öncesi poster çekimindeler. Özellikle şu ufaklık babasının aynısıymış. Bana öyle gelmiyorsa, sol taraftaki karede Tevez'in yüzünde ne zamandır görmediğim içten gelen bir mutluluk var sanki...

İstanbul'dan Seçmeler



Döndüm... Garip bir yer olduğunu söylemeye gerek yok Kıbrıs'ın. Yaz sıcağının gelişiyle canlanan turizme bağlı bir ekonomi... Kışın gidince ise otelin dışındayken en fazla şehitlik ve anıtları gezerek o melankolik havayı biraz daha derinleştiriyorsunuz. Ama güzeldi; bir kere de olsa gidip görmek, özellikle "Ayşe tatile çıkmadan" öncesini ve çıktıktan sonrasını yerinde tecrübe etmek gerek.

Gündemden uzak kaldığım şu 3 günde gayet bir şeyler olmuş. Transfer desen Darren Bent 24 milyon
£'a Aston Villa'ya gitmiş. Nasıl bir rakamdır o!.. Pienaar da Chelsea'nin teklifini kenara itip Tottenham'ı tercih etmiş, ki çok da iyi yapmış. Öte yandan West Ham Avram Grant için "hocamızın arkasındayız" demiş. Göreceğiz bakalım...

Bu arada yukarıdaki resim, Adidas'a güzel bir çalım atan Nike'ın Fransa Milli Takımı adına tasarlamış olduğu forma. Böyle fotoğrafları bloga koymadan evvel başka yerlerde pek yer almış mı diye kontrol ederim ama uçaktan inip eve geldiğim şu kısıtlı zamanda çok bakamadım açıkçası. Sanki biraz sade olmuş. Gözümüz o klasik formaya iyi alışmış belki de ondan...


Bu arada Tottenham - M. United maçının gecenin bir körü özetini izleyebildim.Öyle bir maç nasıl golsüz bitti şaşırdım. Bir oyun, tek bir sayı atılmadan bile ancak bu kadar güzel olabilir işte... Real Madrid de 5 maç sonra puan kaybetmiş, ki Almeria'nın attığı gole otelde tesadüfen şahit oldum. Orta sahadan itibaren enfesti, görmeyen izlesin derim.

Son olarak Guardian'ın yukarıdaki fotoğrafı da komik olmuş. South Park'ın Kenny'si ile adaş olan Dalglish gerçekten de o kadartere uygun biçimde uğursuz bir dönemde geldi takımın başına. Tam "ölüp ölüp dirileceği" bir dönemde. Düzlükteki halini çabuk görürüz umarım.

Bir de Süper Lig başlasın artık!..

16 Ocak 2011

Ufak Bir Ara


Biraz iş toplantısı, biraz da (aslında neredeyse tamamen!) tatil için Çarşamba'ya kadar buralarda olmayacağım. Yavru Vatan beni bekler... Pazar günkü tonla derbiyi kaçırmak biraz koysa da, İstanbul'dan azıcık uzaklaşıp tatil yapmak lazım artık.

Futbolsuz kalmayın...

15 Ocak 2011

Savaş'ın Çocuğu: Edin Dzeko


Bosna'ya yolu düşen herkes, Sırp işgalinden doğan o kötü hatıraların kokusunu alırmış. Öyle ki, özellikle 30 yaş üstündekiler olmak üzere herkesin yüzünde o günlerden kalan acı bir ifade oluşmuş. Bosna'ya gitmedim ama gidenlerden bunları çok duydum. Şimdilerde Bosna halkının o nahoş yüz ifadesini biraz olsun umutlandıracak biri var: Manchester City'ye transfer olan Edin Dzeko. O da dünya üzerindeki binlerce savaş çocuğundan sadece biri. 9 yaşındayken silah sesleri susar susmaz mahalledeki boş arsaya kaçarmış arkadaşlarıyla. Ailesinin korkuyla karışık kaygı dolu uyarılarına rağmen... Kurşunlar yağmaya başlayınca da gerisin geri eve kaçarmış. O zamanki hayat umudu futbol olmuş arkadaşlarınınki gibi. 1994 yazında su, yemek, benzin ve elektrik eksikliğinin yaşandığı sıkıntılı dönemde, Dünya Kupası finaline 15 dakika kala gelen elektrik sayesinde maçı izleyebilmiş. İlahi adalet de böyle bir şey olsa gerek.

Futboldan aldığı ilhamı hırsa çevirmiş Dzeko. Ergenlik döneminde bir yıl içinde boyunun tam 14 cm uzaması, vücut dengesi konusunda onu kaygılandırsa da yıldırmamış. Şimdilerde gördüğümüz üzere çalışkanlığı sayesinde onu geri kazanmış. Ülkesinde yeteneğinden çok bu azmi, şeffaflığı ve yardımseverliği ile seviliyor. Öyle ki hiçbir yardım kuruluşunun, hastanın veya çaresizin çağrısına hayır dememiş neredeyse.

Dzeko'yu artık Ada'da bir yıldız kümesinin ortasında izleyeceğiz. Hayatı acıyla bezenmiş Bosnalı'ların ne kadar göğsünün kabardığını tahmin bile edemeyiz...

14 Ocak 2011

Futbolda Kelebek Etkisi



Videoyu kim yaptıysa alternatif bir futbol tarihi yazmış diyebiliriz. Zidane, Alex Ferguson, Rafa Benitez, Lehmann, John Terry, David Beckham, Maradona vs... Hepsinin kaderi sadece bir saniyeye bağlı olarak 180 derece değişebilirdi. Neyse, video kelimelere pek gerek bırakmamış zaten ama daha bir sürü anıya yer verilebilirdi... Kelebek Etkisi filminde olduğu gibi bunun da 2.si gelir belki!

Haftasonu Gelince...


14 Ocak Cuma
15.15 Avustralya – Güney Kore (EUROSPORT 2)
18.15 Bahreyn – Hindistan (EUROSPORT 2)
21.30 Bayer Leverkusen – Borussia Dortmund (TRT 3)

15 Ocak Cumartesi
16.30 Wolfsburg – Bayern Munich (TRT 3)
17.00 Chelsea – Blackburn (LİG TV)
17.00 Manchester City – Wolverhampton (SPORMAX)
19.00 Napoli – Fiorentina (SPORMAX / TV 8)
19.00 Villarreal – Osasuna (NTVSPOR)
19.30 Schalke – Hamburg (TRT 3)
19.30 West Ham – Arsenal (SPORMAX / PL TV)
20.00 Bursaspor – İstanbul Belediye (TRT 1)
20.45 Galatasaray – Ajax (EURO FUTBOL – Şifresiz)
21.00 Athletic Bilbao – Racing (NTVSPOR)
21.45 Inter – Bologna (SPORMAX / TV 8)
23.00 Sevilla – Espanyol (NTVSPOR)

16 Ocak Pazar
14.00 Birmingham – Aston Villa (SPORMAX)
14.00 Sunderland – Newcastle (LİG TV / PL TV)
16.00 Juventus – Bari (LİG TV)
16.00 Lazio – Sampdoria (TV 8)
16.05 Liverpool – Everton (SPORMAX / PL TV)
16.30 E. Frankfurt – Hannover (TRT 3)
18.00 Valencia – Deportivo (NTVSPOR)
18.10 Tottenham – Manchester United (SPORMAX / PL TV)
18.15 Çin – Özbekistan (EUROSPORT 2)
18.30 Kaiserslautern – Köln (TRT 3)
20.00 Trabzonspor – Manisaspor (TRT 1)
20.00 Almeria – Real Madrid (NTVSPOR)
21.45 Lecce – Milan (SPORMAX / TV 8)
22.00 Barcelona – Malaga (NTVSPOR)
22.00 Marseille – Bordeaux (KANAL A)

17 Ocak Pazartesi
22.00 Atletico Madrid – Mallorca (NTVSPOR)

13 Ocak 2011

UEFA Ne Demiş?


Yabancı basında Türkiye hakkında çıkan en ufak bir haber burada nasıl olay oluyor değil mi? Adamım Umut Sarıkaya’nın karikatürü de bunu süper anlatıyor işte. Mesela kendimi bildim bileli uefa.com’da bizimle alakalı hangi haber yer alsa anında medyamız alarma geçiyor. Orada küçücük bir kutuda yer alan o haber burada manşete giriyor. Mantelite belli: “oha, koskoca UEFA ne demiş bakalım hakkımızda!”… Olay bu değil halbuki. UEFA’nın neredeyse her ülke için olduğu üzere Türkiye adına da bir temsilcisi var ve o kişi de Türker Tozar. Yanlış anlaşılmasın, kendisini veya yaptığı işi kesinlikle küçümsemiyorum. Hatta tam tersi gurur verici bir iş ama sonuçta bir ülke temsilcisinin oradaki futbol gündemi hakkında yorum da katarak yazdığı normal özet haberler bunlar. Abartılacak bir yanını göremiyorum.

Flamengo'da Ronaldinho Manzaraları


İstanbul'da yıldız futbolcuları nasıl karşıladığımızı biliyoruz. Ama bizden daha deli olanlar da var. Tamam, gelen adam Ronaldinho ama o taraftar yıkmış neredeyse stadı. 20.000'den fazla kişi gelmiş törene. Gerçi Quaresma için de İnönü'ye 21.320 kişi akın etmişti ama onları sahaya salsalar neler olurdu tahmin edemiyorum!

Yalnız şaka maka en fazla 4 yıl önce dünyanın zirvesindeydi Ronaldinho. Önce alemci yanı ağır bastı, göbek saldı. Guardiola'nın ilk gönderdiği adam oldu. Rivaldo'nun izinden gitti Milano'ya ama oradaki sonları benzer oldu. Rivaldo kariyerinin son demlerinde Olympiakos'ta tekrar kendini buldu. Ronaldinho ise memlekete erken dönüş yapıyor şimdi. Milano'ya göbeğiyle birlikte gelen bir başka Brezilyalı Ronaldo ile rakip oluyor. Adriano'nun da her zamanki gibi eli kulağında zaten. Heyhat, bu ekip 2006 Dünya Kupası öncesi herkesi heyecanlandırıyordu ama nereden nereye işte...

12 Ocak 2011

Finansal Fair Play


Bilindiği gibi UEFA'nın Financial Fair Play uygulaması önümüzdeki sezondan itibaren geçerli oluyor. Kısacası kulüpler artık sezon sonunu zarar ederek kapatamayacak. Yani transfere de kazançları doğrultusunda harcama yapabilecekler. Tabii nispeten yumuşak bir geçiş olması için önümüzdeki iki sezon boyunca 45 milyon €'ya kadar zarar etme izni olacak ve bu meblağ zamanla sıfıra inecek. Ayrıca kulüplerin vadesi geçmiş borcu bulunmayacak. Sahiplerine bile... Ancak altyapıya ve oyuncu yetiştirmeye yönelik harcamalar limitsiz olarak yapılabilecek.

Platini'nin bu kararları alması boşa değil. Finansal açıdan kötü yönetilen bir sürü kulüp var. Artık malum yönetmeliklere uymadıkları sürece Avrupa kupalarına katılamayacaklar ne var ki. İşte UEFA'yı Financial Fair Play'e yönelten birkaç somut rakam:

%85: 733 Avrupa kulübü, 2009 yılında toplam 1,2 milyar € zarar etti. Bu rakam, önceki sezona göre %85 arttı.
%56: Malum 733 kulüp arasından zarar edenlerin oranı.
%4,8: 2009 yılında Avrupa kulüplerinin bir önceki sezona göre gelir artış oranı
%9,3: 2009 yılında Avrupa kulüplerinin bir önceki sezona göre gider artış oranı
%64: Avrupa kulüplerinin futbolcu maaşlarına yaptığı ortalama harcamanın gelirlerine oranı
%46: Premier Lig kulüplerinin toplam borcunun tüm Avrupa kulüplerinin borcuna oranı

Rakamlar az buz değil. Böyle bir uygulamaya yıllardır ihtiyaç vardı. Transfer rakamları bu kadar zıvanadan çıkınca da kaçınılmaz oldu. Artık gözler Manchester City ve Şeyh Mansur üzerinde olacak. Onlara uygulanacak olası bir yaptırım tüm Avrupa kulüplerini nizama getirmeye yeter zaten.

* Kaynak: the Guardian

11 Ocak 2011

Herkül & Zeyna

Paul Pogba



Bazen en alakasız takımın maçını izlerken bile öyle bir gol olur ki koltuğunuzda zıplarsınız. Yukarıdaki gol de aynen öyle işte. O anda izliyor olsam yerimde duramazdım sanırım. Maç, Manchester United ile Portsmouth  genç takımlarının (U-18) arasında oynanıyor. Golü atan çocuk 18 yaşındaki Paul Pogba. Bu arkadaşı tanıyanlar vardır kesin ama ben ilk kez burada görüyorum. Orta sahada görev yapıyormuş, ki bu da demek oluyor ki yakın zamanda "yeni Vieira" diye sağda solda kliplerini izlemeye başlarız. Pogba'nın en çok öne çıkan özelliği, videodan da görüldüğü üzere şutları.

Maçı ve muhtemelen özellikle Pogba'yı tribünlerden heyecanla seyrediyor Alex Ferguson. Yanına da Bobby Charlton'ı almış. Aynen köyde küçük çocukları güreştirip eğlenerek izleyen dedeler gibi olmuşlar kısaca!.. Bu arada Pogba'nın United'a katılmasında Ferguson'un payı her zamanki gibi büyük. Çocuk 16 yaşında Le Havre altyapısındayken potansiyeliyle tüm büyük kulüpleri paratoner gibi çekmiş. Annesinin anlattığına göre önce Chelsea'nin scout'u, pahalı takım elbisesiyle gelip bir tomar parayı "ucundan azcık" gösterip ikna etmeye çalışmış. Ama kadıncağız Arsenal ve Man. United'ı daha iyi alternatifler olarak görmüş. Wenger'le hiç görüşmemiş, onun yerine de scout'u gelmiş. Ne var ki Ferguson, Pogba'nın evine kadar gidip annesini ziyaret etmiş. Para falan da konuşmamış. Onun yerine çocupun 5 ve 10 yıl sonra nerelerde olabileceğini anlatmış güzelce. Anlaşıldığı üzere gayet ikna edici bir konuşma olmuş.

Haftasonuna Gelmeden...



11 Ocak Salı
14.00 Konya Şekerspor – Trabzonspor (TRT HABER)
15.15 Kuzey Kore – Birleşik Arap Emirlikleri (EUROSPORT 2)
18.15 Irak – İran (EUROSPORT 2)
21.30 Galatasaray – Beypazarı Şekerspor (TRT 1)

12 Ocak Çarşamba
15.15 Özbekistan – Kuveyt (EUROSPORT 2)
18.00 Denizlispor – Gaziantepspor (TRT 6)
18.15 Çin – Katar (EUROSPORT 2)
18.30 Palermo – Chievo (NTVSPOR – İtalya Kupası)
20.00 Manisaspor – Beşiktaş (TRT 1)
22.00 Inter – Genoa (NTVSPOR – İtalya Kupası)
22.00 Blackpool – Liverpool (SPORMAX / PL TV)

13 Ocak Perşembe
15.15 Ürdün – Suudi Arabistan (EUROSPORT 2)
18.15 Suriye – Japonya (EUROSPORT 2)
20.00 Yeni Malatyaspor – Fenerbahçe (TRT 1)
22.00 Juventus – Catania (NTVSPOR – İtalya Kupası)

10 Ocak 2011

FIFA Ballon D'Or


Altın Top sahibini buldu nihayet. En iyi teknik direktör ödülü, yoldan kimi çevirseniz aynı cevabı vereceği üzere Mourinho’nun oldu. En iyi erkek futbolcu olarak da Ballon D’Or bu sene de Messi'nin ellerinde yükseldi. Elbette Messi'nin performansına laf edemem ama Xavi ile Iniesta Altın Top'u hak etmek için daha ne yapmalıydı kestiremiyorum. Özellikle Iniesta, kendi yeteneğinin sınırlarını Messi ve Xavi'den daha çok zorlamıştı bana göre. Ki ödül için asıl kriter olarak da bu düşünülmeli; sınırlarını zorlamak...

Her şey güzel hoş da, adı gün geçtikçe daha çok yolsuzlukla anılan FIFA, buna paralel olarak ödül törenini yine bir PR şovuna dönüştürdü. Tıpkı 2018 ve 2022'nin ev sahiplerinin açıklandığı törende olduğu gibi. Andrew Jennings’in gerek kitabında, gerek belgeselinde açığa çıkarmadığı kanıt kalmadı neredeyse. En son Eurosport Türkiye’nin bu gazeteci ile yaptığı röportajla bunu pekiştirmiş olduk. Bugün gelen haberlerden de FIFA Etik Komitesi’nden ünlü bir avukatın (Günter Hirsch), tüm o ithamlara cevap verilememesi yüzünden istifa ettiğini öğrendik. Hal böyleyken FIFA Fair Play ödülünün verilmesi benim ve eminim daha birçoğu için gayet anlamsızdı; ki onu da Şenes Erzik verdi. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim.

Bu arada en iyi gole verilen Puşkaş ödülünü bizim Hamit kazandı. Tüm törenin en güzel anı da, ödülü Hamit’e o şutu kalesinde gören Kazakistan kalecisinin teslim etmesiydi. Asıl Fair Play diye buna derim işte ben…

9 Ocak 2011

Çakma Liverpool'lu Babel


Ryan Babel, bugünkü Man. United yenilgisinden tamamen hakem Howard Webb'i sorumlu tutmuşa benziyor. Yukarıdaki fotoğrafı da maçtan sonra Twitter hesabında paylaştı. Bence de maç sonucuna önemli etkisi oldu Webb'in. Penaltı alakasızdı ve Gerrard biraz acımasızca atıldı ama konumuz bu değil. Olay şu ki, Babel kendini ne kadar Liverpoollu hissediyor da bu ithamda bulunabiliyor? 

Bahsettiğimiz oyuncu, Liverpool'daki kariyerinde üçüncü teknik adamla çalışıyor. İlk sezonu olan 2007/08'de 30 lig maçında 1420 dakika sahada kaldı. Yani ortalama her maç 47 dakika oynadı. Sonraki sezon bu ortalama 32 dakikaya indi. Hem de sadece 27 maçta. Geçtiğimiz sezon maç başına 39 dakika top koştururken, bu sezon 21 dakikaya kadar indi Babel. Üstelik yine Twitter'da "gitmek istiyorum" gibisinden Benitez'e ayar vermeye kalkıştı aklı sıra ama oturduğu yerde kaldı. Malum süreçte Hollanda'daki yerini de kaybetti üstelik. 

Kulübüne kendisini anca bu kadar kanıtlayabilmiş bir zamane genci Ryan Babel. Yani ne kadar Liverpoollu'sun ki Howard Webb'e çatabiliyorsun? Bir şekilde emek sarf ediyor tamam ama orada Gerrard, Carragher, Torres, Kuyt, hatta Lucas ve daha niceleri varken laf Babel'e düşmüyor kanımca. Hele ki bu hakem 2010'u Şampiyonlar Ligi ve Dünya Kupası finallerini yöneterek tamamladıysa...

Dalglish - FA Cup - Ziraat Türkiye Kupası


Kenny Dalglish, birkaç aylığına da olsa Liverpool'un başında tekrar. Elindeki sihirli değneği saha içinde ne kadar işe yarayacak bilemeyiz ama tüm kulübün motivasyon açısından sıkıntı çekmeyeceği kesin. 10 yıldır takım çalıştırmayan efsane, neredeyse 20 yılın ardından ilk kez Old Trafford'a götürüyor ekibini. Karşısına çıkacağı adam da 25 yıldır orada duran Alex Ferguson. İki İskoç, Ada'nın bana göre bir numaralı maçı olan Manchester United - Liverpool maçıyla bizi zaman tüneline sokacak bugün. Neresinden bakarsanız bakın mükemmel bir atmosfer olacak. Üstelik bir FA Cup maçı olacağından kazanan üst turda. Beraberlik olmadığı sürece tek şans var kısacası...

Dalglish'in ilk maçında United'ı Old Trafford'ta eleyip tur atladığını hayal edin. Koskoca Liverpool'un nasıl bir enerji patlaması yaşayacağını da... Ferguson'ın eski rakibinin karşısına çok daha güçlü çıkıp ona tekrar yenilmesini düşünün. Olmaz diye bir şey yok. Ve tüm bunlar bir FA Cup maçında yaşanıyor.

Benzer durum bizde olsaydı peki? Mesela Hagi Galatasaray'ın başına yeni geçmiş olsa, ilk maçını Türkiye Kupası'nda kiminle oynayacaktı? Beypazarı Şekerspor ile...Fenerbahçe veya Beşiktaş ile oynaması zaten grup statüsü sayesinde zor. Türkiye Kupası'nın ne derece karaktersiz bir organizasyon olduğuna girmeyeceğim. Ama hepsinden önce Dalglish'li Liverpool örneğindeki gibi destanlaşabilecek hikayelerden mahrum kalıyoruz. Bizim görebileceğimiz en vurucu öyküler, şiddetinden arınamasak bile sadece Süper Lig'in son haftalarında ve Kupa'nın finalinde yazılıyor. O da okumasını bilenler için...

7 Ocak 2011

Avrupa'da Gol Krallığı



İngiltere:    Berbatov (Man. Utd.)      14 gol
İspanya:     C. Ronaldo (R. Madrid)   19 gol
Almanya:   Gekas (E. Frankfurt)        14 gol
İtalya:         Di Natale (Udinese)           11 gol
Fransa:       Moussa Sow (Lille)             14 gol
Portekiz:    Hulk (Porto)                        13 gol
Ukrayna:   Seleznov (Dnipro)             12 gol
Hollanda:  Vlemincks (NEC)               13 gol
Türkiye:    Alex (Fenerbahçe)             12 gol


Yılın ilk gol krallığı listesi... Bir ay öncekine göre kral değiştiren tek lig İtalya. Di Natale, Etoo'nun sakatlığını zirveye yerleşerek değerlendirdi. İspanya'nın şimdilik en golcüsü Ronaldo ama onun ardından gelen 17 gollü Messi bile diğerlerinden daha önde. En son böyle büyük bir ligde bu derece kutuplaşma yaşandığını ne zaman görmüştük acaba?


Bkz: Uçurum Kenarında Bir Boğa

Haftasonu Gelince...


7 Ocak Cuma
18:15 Katar-Uzbekistan / Eurosport 2 (AFC)
18:30 Beşiktaş-Sivasspor
20:00 Trabzonspor-Schalke 04 / Euro Futbol

8 Ocak Cumartesi
14:45 Arsenal-Leeds United / NTV Spor (FA Cup)
15:15 Kuveyt-Çin / Eurosport 2 (AFC)
17:00 Sheffield United-Aston Villa / NTV Spor (FA Cup)
17:50 Persepolis-Antalyaspor / TRT Haber (Antalya Cup - 3.'lük Karşılaşması)
20:30 Galatasaray-Hannover 96 / Euro Futbol & Eurosport 2 & GS TV
20:50 E.Frankfurt-FC Köln / TRT Haber (Antalya Cup - Final)
21:00 Real Sociedad-Sevilla / NTV Spor
23:00 Deportivo-Barcelona / NTV Spor

9 Ocak Pazar
13:30 Sampdoria-Roma / TV8 & Lig TV (HD)
15:15 Japonya-Ürdün / Eurosport 2 (AFC)
15:30 Manchester United-Liverpool / NTV Spor (FA Cup)
16:00 Catania-Inter / Lig TV (HD)
16:00 Milan-Udinese / TV8 & Spormax (HD)
18:00 Leicester-Manchester City / NTV Spor (FA Cup)
18:15 Suudi Arabistan-Suriye / Eurosport 2 (AFC)
20:00 Real Madrid-Villareal / NTV Spor
21:45 Napoli-Juventus / TV8 & Spormax (HD)
22:00 Levante-Valencia / NTV Spor
 
10 Ocak Pazartesi
15:15 Hindistan-Avustralya / Eurosport 2 (AFC)
18:15 Güney Kore-Bahreyn / Eurosport 2 (AFC)
22:00 Hercules-Atletico Madrid / NTV Spor

6 Ocak 2011

Siyah Barcelona


El Mundo Deportivo'ya göre yukarıdaki formayı seneye Barcelona'nın deplasman maçlarında görebiliriz. Kaleci forması değil yalnız bu, yanlış anlaşılmasın. Sadece Valdes değil, Messi ve Xavi de giyebilir pekala. Hoş, Barça'nın siyahla alakası yok aslında ama pek de sırıtmamış bu şekilde. Yine de Barcelona'nın ruhunu yeterince yansıttığını sanmıyorum.

5 Ocak 2011

55. Yılında Ballon D’Or


TamSaha dergisinin Ocak sayısında yayımlanmıştır.

1956 yılında France Football’un başyazar koltuğunda oturan Gabriel Hanot’un günü hareketsiz geçmektedir. Sıkılganlığını atmak adına, ofisteki gazetecilerden o yılın en iyi Avrupalı futbolcusunu seçmelerini ister. Böylece Ballon D’Or’un temelini atan Hanot, bu ödülün zamanla kulüplerin transfer politikalarını etkileyecek ve kazanan futbolcuları efsaneleştirecek bir prestije sahip olacağından habersizdir.

İlk Ballon D’Or için oy kullanan Hanot’un arkadaşlarının tercihi, bir Blackpool efsanesi olan Sir Stanley Matthews’ten yanaydı. O günden itibaren giderek önem kazanan ve çizgisini 40 yıla yakın koruyan ödül, sadece Avrupalı oyuncuları dâhil ettiği için eleştiri alıyordu. Nitekim 1995 yılından itibaren Avrupa’da top koşturan tüm futbolcular, pasaportuna bakılmaksızın ‘Altın Top’ sahibi olabilecekti. Tam da bu kararı beklermişçesine Milan’lı George Weah, o yıl Avrupalı olmayıp ödülü kazanan ilk oyuncu unvanını aldı. Bunu başaran ilk Brezilyalı ise 1997’de Barcelona ve Inter’deki kusursuz performansı ile Ronaldo oldu.

2007’ye gelindiğinde Ballon D’Or kazanma fırsatı her ligden her futbolcuya sunuldu. Artık Altın Top’un ışıltısı tüm dünyayı kaplamıştı ve onu kazanan oyuncuyu 96 gazetecinin oyları belirliyordu. Ne var ki Avrupa dışından Altın Top’u evine götürebilen halen çıkmadı. Ödülün son formatını alması ise 2010’u buldu. Nitekim ‘FIFA Yılın Oyuncusu’ gibi başka bir prestijli ödül ile yapılan birleşme sonucu “FIFA Ballon D’Or” ortaya çıktı. Gazetecilerin yanına milli takım teknik direktörleri ve kaptanlarının oyları da ekleniyordu. Ayrıca artık teknik direktörler de Altın Top kazanma şansı buldu.

Yeşil Sahalardan Gökyüzüne
Yaptıklarıyla zirveye çıkan birçok ligden futbolcu, Ballon D’Or ödülünü kazanarak adeta Oracle karşısına çıkıp hediyesini alan Eski Yunan imparatoru gibi oldu. Onlar için sadece emeklerinin karşılığı değil, aynı zamanda sıradan bir futbolcu hüviyetinden çıkıp efsane olmaya doğru uzanan bir köprü niteliğindeydi Altın Top. Bu köprüye ulaşmak, kimileri için diğerlerinden daha kolay oldu. Mesela Avrupa’da oynamak ve özellikle hücum oyuncusu olmak önemli artılardı. Öyle ki, şu ana kadar ödüle layık görülen futbolculardan sadece Beckenbauer, Sammer ve Cannavaro defansta görev yapıyordu. Bir kaleci olarak Ballon D’Or kazanan tek oyuncu sıfatını ise Rus efsanesi Lev Yashin 1963 yılından bu yana elinde tutuyor. Geriye kalan ödül sahiplerinin tamamı hücuma yönelik oyunculardan oluşuyor.

Lev Yashin ödülünü alırken
1999 yılında France Football, yüzyılın en iyi futbolcusunu seçmek amacıyla Ballon D’Or ödülünü kazanmış olan 30 kişinin oylarına başvurdu. Puanlama sonucu oluşan listedeki ilk 5 sırayı Pele, Maradona, Cruyff, Di Stefano ve Platini aldı. Bu oyuncuların tamamının hücumcu olması pek şaşırtıcı değil. Ancak Avrupa’da oynamayan hiçbir oyuncunun Altın Top’u yokken, kariyeri boyunca Brezilya ve ABD’nin dışına adım atmamış olan Pele’nin yüzyılın en iyi oyuncusu seçilmesi tam anlamıyla ironik.

Futbol tarihinde her dönem, kendi kahramanını ön plana çıkardı. 70’lere Cruyff ve Beckenbauer ağırlığını koyarken, 80’lerde Platini, Van Basten, Gullit ve daha nicesi hayranlıkla izlendi. Bu durum haliyle Ballon D’Or ödüllerine de yansıdı. Nitekim Cruyff, Platini ve Van Basten üçlüsü, ödülü 3’er kez ile en çok kazanan oyuncular olarak tarihe geçti. Özellikle Platini, 1983’ten 85’e kadar 3 yıl art arda Altın Top’a ambargo koyarak başka bir rekorun da sahibi oldu. Fransız oyuncu, ayrıca 5 kez ilk üç içinde yer aldı ve Beckenbauer ile birlikte bu dalda da lider durumda. Son olarak, ödülün ilk sahibi olan Stanley Matthews aynı zamanda bu onura ulaşan en yaşlı futbolcu konumunda. İngiliz oyuncu, Ballon D’Or’u eline aldığında tam 41 yaşındaydı. En genç kazanan ise bunu 21 yaşındayken başaran Brezilyalı Ronaldo oldu.

Ekol Yaratanlar
Kariyerinde zirveye çıkıp Ballon D’Or kazanan neredeyse her futbolcu, bu başarısını o dönemde ekol yaratmış olan ülkesine veya kulübüne borçlu. Bir anlamda, zaten yüksek debiyle akan nehrin gücünü arkasına alıp en önde yüzenler onlar oldu. Portekiz Millî Takımı ve Benfica’ya sınıf atlatan futboluyla Eusebio’yu bu ‘yüzücüler’ arasında gösterebiliriz. Benzer biçimde onunla aynı yıllarda top koşturan Manchester United’lı Bobby Charlton ve George Best ile daha sonraki dönemlerden Cruyff, Blokhin, Müller, Keegan gibilerini de… Ne var ki hiçbir ekol, 80’lerin başında Platini’nin yükünü çektiği Juventus ile 90’lara gelirken Hollandalı futbolculardan beslenmiş olan Milan’ınkine benzemez. İtalya’nın 80’li yıllarda iz bırakmasını sağlayan bu iki kulübün aynı zamanda 6’şar farklı futbolcuyla 8’er kez ile en çok Altın Top kazanan ekipler olması şaşırtıcı değil. Bu yıllardaki 4 ödül Platini ve Rossi ile Juventus’a giderken, Milan 3 kez art arda Gullit ve Van Basten ile güldü. Üstelik 1988 ve ’89 yıllarında son üçe kalan futbolcuların tamamı Milan’dandı. Bu başarı, 10 Ocak’taki ödül töreninde Barcelona’lı Messi, Xavi ve Iniesta’nın sahneye çıkacak olmasıyla tekrarlandı.

Yıl 1985... Ballon d'Or Platini'nin ellerinde.
Ballon D’Or tarihine damga vurmuş ekollere ülke bazında bakacak olursak, ödülü 7’şer defa kazanan Alman ve Hollandalı oyuncuları bu dalda zirvede görüyoruz. 1972 ve ’81 yıllarında Batı Almanya, 1988’de ise Hollandalı oyuncular ilk 3 sırayı ‘işgal’ etti. En fazla birincilik ödülü Serie A’ya giderken, onun hemen arkasındaki La Liga’nın iki yıldır zirveyi ‘üçlemesi’ dikkat çekici.

Kıymeti Bilinmeyenler
Bazı oyuncular vardır ki, her ne kadar mükemmel bir kariyere sahip olsalar da ufak bir detayın eksikliğinden dolayı hikâyelerinde Ballon D’Or eksik kalır. Bazen onların yoluna mevkileri taş koyarken, bazen de o müthiş performansın başka bir futbolcununkiyle çakışması dezavantaj olabilir. 1995’e kadar sadece Avrupalılara verilen Ballon D’Or’u hak ettiği halde kurallar gereği alamayan bir sürü oyuncu sayabiliriz. Ancak 1995’teki kural değişikliği sonrasına baktığımızda ödülü kazanamayan bazı isimler dikkat çekici. Örneğin 90’lardaki mahalle maçlarında kaleye geçen hemen her çocuğun adını aldığı Peter Schmeichel, 1999 yılında Altın Top’a gayet yakışan bir performans göstermişti. Manchester United’la Avrupa’nın en büyüğü olma yolunda özellikle de finalde müthiş oynayan Danimarkalı, kaleci olması sebebiyle oy verenleri yeterince etkileyememiş olacak ki ilk 3’e bile kalamadı. O yıl ödül, Barcelona’nın 100. yıl şampiyonluğunda başrol oynayan Rivaldo’ya gitti. Manchester United kontenjanından katılan Beckham ise ikincilikle yetindi.

Real Madrid ile kazanmadığı kupa ve kırmadığı rekor kalmayan Raul da hiçbir zaman Ballon D’Or’u elde edemeyenlerden. Hücum oyuncusu olup bir yığın gol atmasına rağmen, belki de hiç bol sıfırlı transfere imza atmadığından ötürü takımdaki diğer yıldızların arasında nispeten sönük kaldı o. Aynı şekilde Henry de bir golcüydü ve Arsenal tarihine geçen bir kariyer sahibiydi. Bulunduğu her takımda kazanabileceği tüm büyük kupaları elde etmesine rağmen kişisel anlamda Altın Top hep eksik kaldı onun için.

Paolo Maldini ödül alamayan en büyük yıldızlardan biri
Tarihte sadece üç defans oyuncusunun Ballon D’Or kazandığını düşünürsek, Cafu ve Thuram gibilerinin bu onura aday bile gösterilmemeleri pek de ilginç gelmiyor aslında. Ne var ki çeyrek asırlık istikrarlı futbolculuğu sonrasında Maldini’nin bir kez bile Altın Top almadığını görmek gerçekten çarpıcı. Hâlbuki, sadece Maldini Milan kadrosundayken kazanılan 5 Şampiyonlar Ligi kupası bile halen çok az sayıda kulübün müzesinde yer alıyor.

Büyük Kupalar ve Altın Top
Yakın zamandaki Ballon D’Or fatihlerine baktığımız zaman, o yıl düzenlenen Dünya Kupası veya Şampiyonlar Ligi’nin seçime önemli bir etkisinin olabileceğini görüyoruz. Son üç yılda sırasıyla ödülü kazanan Kaka, Ronaldo ve Messi’nin o yıl içinde Milan, Manchester United ve Barcelona ile Şampiyonlar Ligi’nde zafere ulaşmış olmaları tesadüf değil. Hakeza, bu seriden hemen önceki Ballon D’Or sahibinin dünya şampiyonu İtalya’nın kaptanı Cannavaro olması da… Hatta 10 Ocak’taki törende üç adaydan ikisinin Güney Afrika’dan dünya şampiyonu olarak döndüğünü düşünürsek bu sefer de aynı etkiyi yaşayabileceğimiz bir gerçek.

Ballon D’Or’un tarihî sürecine göz atacak olursak, benzer ilişkinin ilk yıllardan beri var olduğunu söyleyebiliriz. Hatta ilk 39 yılda ödül sadece Avrupalı oyunculara verilmeseydi çok daha bariz bir yansıma görülebilirdi. Mesela Şampiyonlar Ligi’ni ilk 5 yılda kimselere kaptırmayan Real Madrid, 1957’den itibaren Di Stefano ve Raymond Kopa ile Altın Top’a da 3 yıl sahip oldu. 1966’da ise ödül, İngiltere ile dünya şampiyonu olan Bobby Charlton’a veriliyordu. 2 yıl sonra George Best ve onun ardından gelen Gianni Rivera, aldıkları ödülü o sezonki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna borçluydular. Aynı şekilde 1971’de Ajax’a bu kupayı ilk kez kazandıran Cruyff da Aralık ayında ödülünü sonuna kadar hak ederek alıyordu. Hollandalı’nın ardından ise Avrupa şampiyonu olan Bayern’in kaptanı Beckenbauer, kariyerinin ikinci Altın Top’una kavuşuyordu.

Beckenbauer, ödülün müdavimlerinden
Attığı gollerle 1982 Dünya Kupası’nda beklenmedik bir başarı elde eden İtalyan Rossi, bu sayede yılsonundaki Ballon D’Or’u da açık bir farkla kazanıyordu. Platini ve Van Basten ’85 ve ‘89’da Şampiyonlar Ligi’nin altını üstüne getirirken, Ballon D’Or onlar için artık sıradan sayılıyordu. 1990 ve 98’de Matthaus ile Zidane’ın birer lokomotif tadındaki performansları, ülkelerini dünyanın zirvesine çıkarırken onları da Avrupa’nın en iyisi yapıyordu. Ancak bu konudaki en bariz örnek, 2002’nin altın adamı olan Ronaldo’ya ait. Inter ile o sezon ligde sadece 10 maça çıkan ‘Fenomeno’, attığı 8 golle Brezilya’ya beşinci dünya kupasını kazandırdı. Bu istatistik, ona kariyerinin ikinci Altın Top’unu getirmeye yetti.

‘Altın’ Transferler
Kimi futbolcular Ballon D’Or’a giden yolda tek bir takımla yetinmediler. Yılın ilk yarısındaki performansları onları yaz aylarında başka büyük kulüplere taşırken, burada devam ettirdikleri istikrar sayesinde yılsonunda ödüle layık görüldüler. Örneğin Ajax’taki devrim niteliğindeki misyonunu tamamlayan Cruyff, 1973’te Barcelona’ya geçtiğinde de benzer adımları atarak Altın Top serisine devam etti. Katalan kulübü, 1986’da Lineker’i transfer edip onun da ödüle giden yolda önünü açtı. Ertesi yıl PSV’de kendini gösteren Gullit ise formunu Milan’da zirveye taşıyarak Ballon D’Or’a uzandı.

1995’te Paris St. Germain’den Milan’a geçen Weah, o yıl kural değişikliğinden de faydalanarak ödüle layık görülen ilk Avrupa harici oyuncu oluyordu. Daha önce transfer ettiği iki oyuncuya ödül kazandıran Barcelona, 1997 ve 2000 yıllarında Ronaldo ve Figo’yu elinde tutamayarak adeta ‘altın’ yumurtlayan tavuğu kaçırmış oluyordu. Ayrıca 2002’de ödülü tekrar kazanan Ronaldo’nun o yaz Inter’den Real Madrid’e geçerek Ballon D’Or’u yine bir transfer eşliğinde alması da dikkat çekici. Son olarak bir başka dünya kupasının desteğiyle ödüle uzanan Cannavaro, aynı yaz Real Madrid’e transfer olarak bir anlamda şansını artırmıştı.

'Hakiki' Ronaldo, Ballon d'Or'u iki kez kazandı.
Sonuç olarak yıllar önce ofisinde sıkılgan biçimde otururken Ballon D’Or’u icat eden Gabriel Hanot, futbol tarihinde yeni bir yol daha açmış oldu. Birçok futbolcu onun bu ani fikri sayesinde adeta tanrılaştı. Son ‘tanrı’ Messi, asasını halen sağlam biçimde tutuyor ama iki takım arkadaşının bu sene onu gayet zorlayacağı da ortada.

Not: Ödüller 10 Ocak Pazartesi günü sahiplerini bulacak.

4 Ocak 2011

City'de Huzursuzluk



Manchester City nasıl bir takım olduysa artık... Para var, puan tablosuna ve Avrupa Ligi'ne bakıyoruz ki nispeten başarı da var ama huzur kesinlikle yok! Önce geçen ay problem çocuk Balotelli Boateng'le dalaştı. Sonra Tevez Mancini'ye kafa tutup belki de 15. kez ayrılmak istediğini söyledi. Şimdi de idmanda Adebayor ve Kolo Toure kapışmış. Sekiz kişi araya girip anca ayırmış. Sonrasında da Mancini ifadelerini almış tabii. İkili, Arsenal'den takım arkadaşı ve yarın eski takımlarına karşı oynayacaklar. Yalnız öyle görünüyor ki Toure de Adebayor'u feci yatırmış!..

Bu arada fotoğraflar Daily Mail'den.

Rıdvan Şimşek


Bugün sağda solda yer alan haberlere göre Schuster, Antalya’ya götürmediği Rıdvan Şimşek’e “Seni sezon başından beri takımımda hiç düşünmedim. Yöneticiler bunu sana söylemedi mi?” gibisinden sözler sarf etmiş. Aylardır talihsiz biçimde sakatlıkla uğraşan 20 yaşındaki bir oyuncu Rıdvan. Üstelik Beşiktaş’a transfer olduğunda sağ kanatta takımın geleceği garanti olarak görülüyordu artık. Onun yeteneği hakkında burada yorum yaparsam atıp tutmuş olurum çünkü çıplak gözle pek izleyemedim. Yine de potansiyeli konusunda ne kadar methiyeler düzüldüğünü biliyoruz. Böyle bir gencin, sakatlığı daha geçmeden defterden silinmesi ters geldi bana. Ama hepsinden önce, Rıdvan’a söylenenler doğruysa kendisine çok büyük ayıp yapılmış. Kiralık verilir veya satılır, o da ayrı mesela ama bu karar sezon başında alındıysa Rıdvan’ın daha şimdi haberdar olması tam anlamıyla saçmalık.

Takım yaratmak, Atatürk Havalimanı’na birkaç yıldız indirip taraftarı gaza getirmekten (veya uyutmaktan) çok daha fazlasını ister. Bu kulübün başkanı altyapıya önem verilmesi gerektiğini yeni açıkladı ama 20 yaşındaki yeteneğini veya tribünleri coşturamayan 'sıradan' isimleri pek umursamıyor. Tıpkı Orhan Gülle’nin benzer bir umursamazlıkla Gaziantep’e kaptırılması gibi… Tıpkı 2 sezon önce takım kampında yer alan Fahri Tatan’ın Konyaspor’a transfer olduğunu cep telefonuna Turkcell’den gelen bilgi mesajından öğrenmesi gibi… Tigana’nın yandaş gazetecilerle (Bkz: İsmail Er) işbirliğine gidilerek nasıl kuyusunun kazıldığını da unutmayalım.

Her şey bir yana ama tüm bunları görünce benim Beşiktaş’taki takım ruhuna olan inancım yok oluyor. Rıdvan mı? Neyse, zaten Demirören yakında Maicon'u alır, Hilbert'in sözleşmesini de dondurur ve olay alıştığımız şekilde havaalanında kapanır...

'10'un Öyküsü


Her yıl, kendi içinde başlı başına hikâyeler barındıran kocaman bir romandır aslında. 2010 da mazinin raflarında kendisine ayrılan yeri almak üzere. Peki, seneler sonra bu romanı elimize aldığımızda hangi öyküleri okuyacağız?

Hikâyenin ilk cümlelerine “vakt-i zamanında Angola’da bir Afrika Uluslar Kupası düzenlenmişti” diye başlayıp geçmişe olan yolculuğumuza çıkabiliriz pek âlâ. Keza turnuva, spor ruhunu gölgeleyen hiç beklenmedik bir olayla gündeme geliyordu. Togo Millî Takım kafilesi, otobüsle Angola sınırlarına girdiğinde teröristler tarafından dakikalarca kurşun yağmuruna tutulmuştu. Saldırı sonucu şoför hayatını kaybederken, aralarında iki futbolcunun da yer aldığı 9 kişi yaralanmıştı. Olayın ardından Togo, futbolcuların ısrarıyla turnuvadan çekildiğini açıkladı. Ancak Afrika Futbol Konfederasyonu (CAF) için bu saldırı gayet sıradan olacak ki, Togo’yu bir sonraki iki şampiyonadan men edebildi. Kısacası Adebayor ve arkadaşlarının yılı tam bir skandalla başladı.

Kriz Zinciri
Kara Kıta bu ‘talihsizliklerle’ uğraşırken, hikâyemizin magazin kısmını süsleyecek bir başka skandal serisi de İngiltere’de baş gösteriyordu. Zira tabloidler, John Terry’nin bir zamanlar takım arkadaşı olan Wayne Bridge’in eski sevgilisini hamile bıraktığını yazıyordu. Dünya Kupası’na birkaç ay kala Ada gündemine bomba gibi düşen olay sonrasında Terry, milli takım kaptanlığını kaybetti. Ancak ‘hallederiz Kadir’ misali evliliğini bir şekilde kurtarmayı da bildi! Birkaç hafta sonraki Chelsea – Man. City mücadelesi ise daha çok Terry – Bridge hesaplaşması olarak hafızalarda yer etti.

Terry’nin huyu milli takıma bulaşmış olacak ki, birkaç gün içinde bu sefer Ashley Cole’un kırdığı cevizler de basına yansıdı. Ne var ki ünlü sol bek, belki de Chelsea kaptanı kadar ikna edici olamadığı için eşini yanında tutamadı. Birkaç ay sonra da benzer bir skandalın altından Wayne Rooney’nin imzası çıkınca Ada basını bir anlamda magazin malzemesine doymuş oldu.

Wayne Bridge, John Terry'yi pas geçerken...
Bazen başladığınız kitabı sevmeyip ‘bitse de kurtulsam’ moduna girersiniz ya… Rooney de yıllar sonra 2010’u tıpkı bu şekilde anımsayacak muhtemelen. Mart ayındaki Bayern Münih maçında bileğinden sakatlanan yıldız oyuncu, o zamandan beri bir türlü toparlanamadı. Hatta Dünya Kupası’ında zaten yokları oynayan İngiltere’ye pek katkısı olmadı. Üstelik yeni sezonda ilk 11’deki yerini de kaybetti. Ve takvimler Ekim ayını gösterirken bu sefer Manchester United’tan ayrılma kararını açıkladı. Sir Alex’in 24 yıllık kariyeri süresince onun isteği haricinde takımdan ayrılan oyuncu sayısı neredeyse bir elin parmaklarını geçmiyordu. Ancak Rooney’nin derdi, kulübünün geleceğini finansal ve sportif açıdan karanlık bulmasıydı. Herkes onun Real Madrid veya komşu Man. City’ye gitmesini beklerken bir anda çark ederek United’la 5 yıllık sözleşme imzaladı. Nasıl oldu bilinmez ama öyküleri artık destanlaşmış olan Ferguson bir krizi daha son derece olgun biçimde çözmeyi başardı.

Şanslılar ve Şanssızlar
2010 yılındaki en şanssız hikâyenin kahramanı Rooney değildi. Şubat ayındaki Arsenal – Stoke City maçında bacağı feci biçimde kırılan 19 yaşındaki Aaron Ramsey, hepimizi derinden üzmüştü. İlerleyen aylarda Beşiktaşlı genç yetenek Rıdvan ve Manchester United oyuncusu Valencia da benzer şekilde ayağını sahada bıraktı. Derken zaten sertliğiyle bilinen De Jong sahneye çıktı ve önce Dünya Kupası finalinde Xabi Alonso’ya uçan tekme attı. Birkaç ay sonra ise pişmanlık duymaksızın Ben Arfa’nın bacağını kırdı. Kısacası bazılarının kasaplığı, maalesef diğerlerinin öyküsünü biraz erken sonlandırdı.

Türkiye’nin şansı ise milli takımın başına Hiddink gibi bir efsanenin gelmiş olmasıydı. Tam 4 aydır başsız olan ve yıla bu şekilde başlayan milli takım, nihayet herkesin tekrar güvenebileceği uluslararası bir maestro bulabilmişti. EURO 2012 elemelerine iyi başlansa da Almanya ve Azerbaycan karşısındaki mağlubiyetler bir anda eleştiri şimşeklerini Hollandalı’nın üstüne çekti. Bunun üzerine birçok kişinin uzun süredir beklediği gençleştirme operasyonunu başlattı Hiddink. Kısacası onun bu topraklardaki hikâyesi henüz gelişme paragraflarında olsa bile maceralı biçimde başladı.

Guus Hiddink Türkiye'de bekleneni verebilecek mi?
Hiddink’in gelişine sevinen Türk futbolunu düşündüren olaylar olmadı değil. Yeşil çimlerdeki sorunlardan ziyade simsiyah saha dışı skandallara tanık olduk. Önce Bochum’da alevlenen bahis şikesi yangınının İstanbul’a sıçradığını gördük. Önceden ayarlanan birçok müsabaka, gözaltına alınıp tutuklanan eski ve aktif futbolcular derken bir kez daha çamuru boğazımızda hissettik. Bu da yetmedi, bazı teknik direktörlerin ve faal futbolcuların aynı zamanda menajerlik firmalarına ortak olduğunu öğrendik. Hepsinden kötüsü, belki artık alıştığımızdan olacak ki, bütün bu kokuşmuşluk çoğu kişiyi olması gerektiği kadar bile rahatsız etmedi. Alex’in koştuğu kilometreden veya Misimovic’in oynadığı mevkiden daha fazla dolaşmadı dillerde. Sonuçta tüm o siyah sayfalar, 2011’in romanına da neredeyse olduğu gibi taşındı.

Para, Para, Para…
Hikâyenin Türkiye ayağında nahoş olaylar yazılırken, UEFA bembeyaz bir sayfa açıyordu. “Financial Fair Play” adı altında yürürlüğe konan maddeler sayesinde kulüplerin finansal açıdan korunmasının önü açılıyordu. Buna göre 2012/13 sezonundan itibaren hiçbir kulüp, içinde bulunduğu sezonu zararla kapatamayacak. Üstelik hiçbir kulüp sahibi, altyapı yatırımları haricinde doğrudan para aşılayamayacak. Bu şekilde hiç kimse kısa vadeli parlak transferler sonucu geleceğini tehlikeye atmayacak. Tabii dernek statüsünde yürüyen Türk kulüpleri için bu kararlar neyi değiştirecek bilemeyiz.

UEFA’nın kararları, birçok üst düzey kulüp için alarm zillerinin çalması demekti. Buna rağmen Manchester City, yaz mevsiminde transfer rekorları kırmaktan kendini alamadı. Sadece o aylardaki harcamanın 150 milyon €’ya dayanması, kulübün birkaç yıl içinde kâr eder hale gelip Şeyh Mansur’a olan borçlarını ödemesi konusunda kafalarda şimdiden soru işareti yarattı. City’deki sorun bolluktan ileri gelirken, Liverpool’un öyküsü bunun 180 derece tersiydi. Hicks ve Gillett’in boyunduruğundaki Kırmızılar, geçtiğimiz sezonu 7. sırada bitirerek taraftarını memnun etmekten çok uzak kaldı. Benitez’in ardından transfer mevsiminde Torres ve Gerrard’ın kulüpten ayrılması söz konusuydu. Üstelik yeni sezona da yılan hikâyesini andıran bir satış operasyonuyla göz açtı Kop tribünü. Öyle ki, bir aralar gözler Anfield’tan çok Kraliyet Mahkemesi’ndeki duruşmalara çevrilmişti. Neyse ki kulüp, ironik biçimde başka bir Amerikalı olan John Henry’ye satıldı ve Anfield’ta sular biraz olsun duruldu.

Liverpool'un yeni sahibi John Henry tribünde (siyah çerçeveli gözlükleriyle)
Financial Fair Play’i yürürlüğe koyarak önemli bir adım atan UEFA, aynı tarihlerde Türkiye’yi pek sevindirmeyen bir karara imza attı. Uzun süredir hazırlandığımız ve belki de ilk kez bu kadar yakın olduğumuz EURO 2016’yı düzenleme hakkı Fransa’nın olmuştu. Hikâye mutlu sonla bitmemiş, Platini birden kötü adam ilan edilmişti. Hâlbuki istendiği zaman çok da güzel projelere imza atabileceğimizi görmek umut verici oldu.

Kupaların Efendileri
Geride bıraktığımız bir yıllık öykünün içinde Mourinho’nun ön saflarda yer almamasını bekleyebilir miydiniz? Şampiyonlar Ligi yarı finalinde bir zamanlar ekmeğini yediği son şampiyon Barcelona’yı saf dışı bıraktı Portekizli. Efsanevi iki maç sonucunda Nou Camp’ın erken çalışan fıskiyelerinin altında attığı zafer turu, basit bir tercümandan çok daha fazlası olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Avrupa’nın bir numaralı kupası için son engel ise ülkenin diğer futbol mabedi olan Santiago Bernabeu’da, üstelik eski ustası Van Gaal’in Bayern’ine karşıydı. Kazanan, tarihte bu kupayı iki farklı kulüple kazanan üçüncü teknik direktör olacaktı. Nitekim boynuz kulağı geçmişti. Sahaya lig ve kupa şampiyonu olarak çıkan Inter, en büyük kupayı da alarak bunu başaran ilk İtalyan ekibi oldu. Jose’nin yolu ise, Materazzi ile karşılıklı gözyaşı döktükten sonra, zaferi kazandığı yerden devam edecekti. Zira 96 puanla yine de Barcelona’nın arkasında kalan Real Madrid’in tek çözüm yolu Mourinho idi. Onun gelişi ise altyapı yıllarından beri aynı kulüpte forma giyen Raul ve Guti için ayrılık vakti demekti.

Mourinho’nun öyküsü böylece altın harflerle yazılmış oldu. Onun hikâyesindeki başkahraman ise şüphesiz Wesley Sneijder idi. Kazanılan tüm kupalarda aslan payı Hollandalının idi ve o bununla yetinmedi. Barındırdığı öykülerle tarihteki yerini alan 2010 Dünya Kupası’nda ülkesini finale kadar taşısa da İspanya Portakallar’a fazla geldi.

Iniesta İspanya'yı dünyanın zirvesine taşıyor.
Güney Afrika’daki kupayı sadece finaliyle hatırlamayacağız tabi. Zira tarihteki varlıklarıyla futbola dair öykülerin neredeyse yarısını oluşturan dünya kupalarını zenginleştiren bir turnuva oldu. Henüz grup maçları devam ederken futbolcu isyanı ile çalkalanan Fransa, kupanın en erken ve şok edici çöküşüne imza attı. Afrika’nın yeni yıldızı Gana olurken, onu yarı finalden eden kişi de “Tanrı’nın Uruguaylı eli” Luiz Suarez idi. Bielsa yönetimindeki Şili WM’den itibaren tüm taktiksel tabuları esnetirken, estetik açıdan Almanya herkesin ağzına bir parmak bal çaldı. Öyle ki Mesut Özil ve Khedira Real Madrid’in yolunu tutarken, henüz iki sene önce amatör ligde top koşturan Müller turnuvanın en golcü oyuncusu unvanına kavuştu. Kısacası Almanya, birçok göçmenden oluşan karma bir kadro ile katıldığı kupada izleyen herkesi futbola doyurdu.

Seyir zevkinden bahsederken İspanya’yı bir kenara koymak gerek. Boğalar’ın kupayı kaldırma ihtimali herkesin gözünde zaten yüksekti. Rahmetli kâhin ahtapot Paul’ün bile! Vicente Del Bosque’nin elindeki Barcelona kökenli kadro tam da bu tarz bir kupaya uygun futbol oynadı ve Hollandalılar dışında herkesi memnun ederek şampiyon oldu. Yalnız dikkat çeken nokta, kupadaki önemli aktörlerin hayat hikâyesinde bir zamanlar Türkiye’nin de yer almış olmasıydı. Dünya şampiyonu Del Bosque Beşiktaş’tan, futbol devrimcisi Löw Fenerbahçe’den apar topar kovulmuştu. Biraz da onlardan ilham alan Mesut Özil ise yolunu Türkiye’den hiç geçirmemeyi tercih etmişti. En iyi ayna ‘zaman’ olduğuna göre, tüm bu etkenler sonucunda kimin sürekli hatalı karar verdiğini anlamak zor olmasa gerek…

Güney Afrika’dan hoş anılarla ayrıldıktan sonra Dünya Kupası’nın sıradaki gündemi, “Brezilya 2014”ten sonraki yeni ev sahiplerini belirlemeye gelmişti. ‘Oy satma’ iddiaları ile çalkalanan 2018 ve 2022 seçimlerine sırasıyla İngiltere, Rusya, İspanya&Portekiz ve Hollanda&Belçika ile Avustralya, Japonya, Katar, G. Kore ve ABD katıldı. Özellikle İngiltere ve ABD, kupayı ülkelerine getirmek için yoğun çaba harcasa da FIFA tekrar yeni denizlere yelken açmayı seçti. Sonuçta Brezilya’nın ardından önce Katar, sonra da Rusya ile enteresan bir dünya turu futbolseverleri bekliyor.

Şapkadan Çıkanlar
2010 Dünya Kupası’nı ve zamanında ‘hak edemediği’ isimleri sadece uzaktan seyretmek, Türkiye’deki bir futbol dilencisi için acı vericiydi. Peki, yıl boyunca sahalarımızda neler yaşadık? En somut gelişme, sadece Bursaspor’un şampiyonluğu ile kalmayıp bu sezon da gittikçe pekişen Anadolu devrimiydi. Timsahlar’ın son düdükten sonraki heyecanlı bekleyişiyle gelen ilk şampiyonluğu, on yıllar sonra bile zevkle anlatılması gereken bir öykünün doruk noktasını simgeliyordu. ‘Beşinci Büyük’ gibi biraz abartılı söylemlerle ilerleyen devrim dalgası, zamanla yerini ‘İkinci Üç Büyükler’ tarzı nispeten dengeli bir anlayışa bıraktı. Zira Bursa’yla birlikte Trabzon ve Kayseri de ligin zirvesine kuruluverdi. Kısacası futbol tarihi Üç Büyükler ile paralel ilerleyen Türkiye, hiç alışık olmadığı halde artık özümsemesi gereken renkli bir futbol yılı yaşamış oldu.

Bir Anadolu darbesi: Bursaspor şampiyon...
Başarısıyla herkesi şaşkına çeviren takımların öyküsü sadece Türkiye’den çıkmadı. İngiliz Steve McClaren yönetimindeki Twente, tıpkı Bursaspor gibi ilk Hollanda şampiyonluğunu kazanıyordu. Fulham herkesi kendine hayran bırakan takım oyununu Ada sınırları dışına çıkarıp UEFA Avrupa Ligi’nde finale kadar yükseliyordu. Artık homojenlik konusunda parmakla gösterilen Bundesliga’ya ikinci ligden yükselen Mainz ise, kısa sürede zirvede görünür hale geliyordu. Ayrıca Mainz’ın başarısını Fransa’da benzer biçimde Brest ve Montpellier sergiliyordu. Kısacası malum takımlar sayesinde 2010’un hikâyesine renk geliyordu.

Avrupa Karnemiz
Süper Lig’deki rekabet sürekli artarken, bu durumun Avrupa karnemize olumlu yansıdığını söylemek gayet zor. Ön eleme maçlarını hesaba katmazsak, Türk ekiplerinin 2010 boyunca sadece 16 resmi müsabakaya çıktığını görüyoruz. Şu anki statüye göre Avrupa’ya her yıl 5 takım gönderebildiğimizi düşünürsek bu rakam hiç de iyimser değil. Sonuçta futbolumuzun küresel anlamda basamak atlaması, şubat ayından sonra kaç tane maça çıkabildiğine bağlı durumda.

Güzel oyunu Avrupa’da başarıyla oynayan kulübümüz olmasa da, oyunu güzelce yöneterek göğsümüzü kabartan bir hakemimiz var nihayet. Cüneyt Çakır, son yıllarda iyiden iyiye geliştirdiği hikâyesini 2010’da daha da okunur hale getirdi. İlk durağı, geçen sezon Marsilya ve Kopenhag arasında oynanan UEFA Avrupa Ligi ikinci tur mücadelesiydi. Buradaki başarılı yönetimi sayesinde yarı finaldeki Fulham – Hamburg rövanş maçı da onun düdüğüne bakıyordu. Yeni sezon başladığında ise UEFA, sahadaki sertlikten yılmış Barcelona’nın Şampiyonlar Ligi’ndeki Kazan deplasmanına Çakır’ı atayarak ona duyduğu güveni bir kez daha gösteriyordu. Son olarak aynı turnuvadaki Chelsea – Spartak Moskova maçını yöneten 34 yaşındaki hakemimizi EURO 2012’de görme imkânı gün geçtikçe artıyor.


Cüneyt Çakır EURO 2012'ye doğru...
Futbol soslu hikâyelerden oluşan bir yıllık kocaman bir romanın sonuna geliyoruz. Öykülerimizin bir sonraki sayısında maalesef 2010’daki gibi bir dünya kupası macerasına şahit olamayacağız. Yine de pek âlâ Bursaspor’un başlattığı kabuk değişikliğinin devamını izleyebiliriz. Başka kulüplerimizin mart ve nisan aylarında bir ayaklarının halen Avrupa’da olmasıyla gurur duyabiliriz. O olmasa da bir hakemimizi Şampiyonlar Ligi yarı finalinin orta yuvarlağında neden görmeyelim?

TamSaha dergisinin Ocak sayısında yayımlanmıştır.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...