Subscribe Twitter Twitter

30 Mart 2010

Uçurum Kenarında Bir Boğa

La Liga denince akıllara neredeyse sadece Real Madrid ve Barcelona geliyor. İki kulüp İspanyol futbol tarihine zaten damga vurmuş halde. Ancak son yıllarda farkı o kadar açtılar ki artık lig 3.sü olan takım 'diğerleri'nin şampiyonu gibi oluyor. Bu durumun iki sebebi var. Birincisi, 2004 yılında yürürlüğe giren ve yabancı futbolculardan %43 yerine %23 vergi kesilmesini sağlayan Beckham Yasası. Bu yasa sayesinde özellikle paralı kulüpler yurt içi ve yurt dışındaki tüm rakiplerine karşı avantaj sağlıyor. İkinci unsur ise, La Liga kulüplerinin topluca ortak TV yayın ihalesine girmek yerine yayıncı kuruluşlarla kendi anlaşmalarını yapmaları. Bu durum da yine bol paralı R. Madrid ve Barça'nın pazarlık gücünü artırırken diğerlerinin elini zayıflatıyor.


Bir önceki postta Premier League'deki devrim olasılığından bahsetmiştik. Her ülkenin sorunu farklı tabii. İngiltere Başbakanı Gordon Brown'ın derdi kulüp yönetimlerinin taraftar iradesinden uzaklaşmasıydı. Brown planını buna göre yapmışken, İspanya lideri Zapatero'nun La Liga'daki dengesizliğe olan müdahalesi geldi gündeme. Kısaca Beckham Yasası'nı yeniden düzenlemenin peşinde Zapatero. Bu sayede en azından varlıklı kulüplerle diğerlerinin arasındaki uçurumu küçültmek istiyor. İki başbakandan iki önemli hamle... Siyasetin futbola olan etkisi başka bir postun konusu olsun. Şimdi sayılarla La Liga'daki rekabetsizliğe bir göz atalım:
  • Zaragoza, İngiliz futbolcu Jermaine Pennant'a haftalık brüt 49,200 Pound ödüyor. Herhangi bir İngiliz kulübü ise, bu oyuncunun net ücretini karşılamak için yaklaşık brüt 80,000 Pound ödemeli. Bu noktada Premier League'deki vergi oranının %50 olduğunu da belirtelim.
  • Aynı nokta üzerinden devam edersek; C. Ronaldo'nun bir İngiliz kulübüne olası yıllık maliyeti, Real Madrid'e olduğundan 5 milyon Pound fazla ediyor.
  • Geçtiğimiz yaz transfere en çok para harcayan ülke 455 milyon € ile İspanya oldu. Bu da bir önceki yıla göre %72'lik artış demek.
  • Real Madrid, yıllık geliri 400 milyon €'yu geçen ilk kulüp olma unvanını kazandı.
  • Güvenilir kaynaklara göre İspanya'da 13,2 milyon Real Madrid taraftarı varken, Barcelona toplam 10,4 milyonda kalmış. Üçüncü Valencia'yı ise sadece 2,1 milyon kişi destekliyor. Bir başka deyişle, ülkenin üçte ikisi R. Madrid veya Barça'yı tutuyor.
  • Real Madrid ve Barcelona, 2013 yılına kadar televizyon gelirlerinden sezonluk 120'şer milyon € kazanacak. Geçen yılın üçüncüsü Sevilla'nın geliri 20 milyon € iken, bu yıl onların halefi olan Valencia 30 milyon € elde edecek. Bu rakam, Premier League sonuncusu Portsmouth'un bile TV gelirlerinden daha düşük.

Çoğu zaman olduğu üzere rakamlar yalan söylemiyor. Bu gidişle birkaç sene içinde La Liga'nın iki devinin 108'er puanı cepte olacak. El Classico'lardan daha fazla puan kapan da şampiyon olacak. Bunlar işin geyik yanı tabii ama İspanyolların bu yoldan bir an önce geri dönmesi gerek. Nihai hedef ülkenin Avrupa'da başarılı olması ise, ligde rekabet olmadığı sürece bu da mümkün olmayacak. Çünkü iki devi zorlayan kulüp sayısı bu kadar azken onlar da eninde sonunda kolaya alışacaklar. Böylece Avrupa kupalarında gitgide daha sert bir kayaya çarpmış gibi olacaklar.

Hangi ülke olursa olsun, futbolda taraftar ruhunun ve rekabetin hiç solmaması dileğiyle...

29 Mart 2010

Premier League'de Devrim


Premier League'den bu blogda çok sık bahsediyorum. Sebebi, çoğu zaman seyir zevkimizin sınırlarını zorlayan kora kor mücadeleler değil sadece. Aslında işin temelinde İngilizlerin futbola bakış açıları yatıyor. Tüm güzellikleri yaratan da bu; futbolu hem sahada hem masada yönetmeyi biliyorlar ve sistemin gediklerine etkili reaksiyon verebiliyorlar. Bugün The Guardian'da yer alan haber tam da bu nitelikte. Buna göre İngiltere Başbakanı Gordon Brown, Premier League'de kulüp yönetimi konusunda taraftarın elini oldukça güçlendirecek bir proje üzerinde çalışmakta. Planlar arasında iki madde gayet radikal. Öncelikle, kulüp hisselerinin en az %25'i taraftar birliklerinin elinde bulunacak. Birlik içinden belli kişiler seçilecek ve özellikle finansal açıdan denetlenebilir olmakla beraber kulüple taraftar arasındaki bağlantıyı kuracak. Ayrıca %25'lik 'altın hisse', kulübün el değiştirebileceği durumda önleyici veya teşvik edici bir rol oynayabilecek. İkinci maddeye göre ise, kulübün satışa çıkarılması veya kayyuma devredilmesi durumunda taraftar birliği öncelikli teklif verme hakkına sahip olacak. Tabii teklif veren sırf taraftar grubu diye pat diye 'buyrun' denecek diye bir şey yok. Yönetim şemasının düzgünce oturtulup, bağımsız bir denetimcinin hukuki ve finansal onayından geçmesi gerekiyor.


Adalılar, başbakanlarının direk içinde olduğu radikal projeyi durduk yere çıkarmadı. Portsmouth'un ödeyemediği 7 milyon Sterlin tutarındaki vergi borcundan dolayı devlet eline geçmesi, ABD sermayesiyle yönetilen Liverpool ve Manchester United'ın toplam borçlarının 1 milyar Sterlin'i aşması sonucu bu noktaya gelindi.

Radikal plana politik arenada tepkiler olmuyor değil. Brown'ın muhalifleri, Başbakan'ın hamlesini basit bir seçim yatırımı olarak görüyor. Öte yandan UEFA Başkanı Platini, malum kararları 'mükemmel bir fikir' olarak nitelendirdi ve Brown'a destek çıktı. Ayrıca, projenin detayları netleşmeye başladıkça halihazırda kulüp sahibi olan isimlerin azalan hisse paylarından dolayı tepki göstermeleri de kaçınılmaz olacak.


Bana göre Gordon Brown'ın fikrini beğenmemek imkansız gibi. Futbolun olmazsa olmazı ne futbolcu, ne yönetim, ne de teknik direktördür. Bu sporda her şey taraftarla başladı. Bir kulübün mazisini, ruhunu ve kimliğini verendir çünkü taraftar. Bugün Nottingham Forest veya Göztepe gibi doğru dürüst başarı elde edemeyen bir kulüp bile geçmişine bakıp gurur duyabilir çünkü o ruhu bugüne taşıyan ve hiç unutturmayan taraftarı vardır. Sonuçta futbol kulüplerinin şirketleşmesine karşı değilim ama bu süreçte futbolun çekirdeği taraftar kesinlikle göz ardı edilmemeli.
Fildişi Sahilleri'ni bu yaz Dünya Kupası'nda kimin yöneteceği bir süredir tartışılıyordu. Çiçeği burnunda 'Evliya Çelebi' hocamız Hiddink'in de adının çokça anıldığı spekülasyonlarda Berndt Schuster ve Mark Hughes da yer almıştı. Tabii Brezilya ve Portekiz gibi ekiplerin bulunduğu bir grupta bu ayarda teknik direktörlerin yarışması normal. Ancak görünen o ki Drogba'nın Hiddink'i ikna telefonları pek işe yaramamış. Zira Fildişi Sahilleri'ni G. Afrika'ya Sven Goran Eriksson götürecek. İngiltere ve Meksika'dan sonra bir Afrika takımını çalıştıracak olan İsveçli, Hiddink gibi 'Evliya Çelebi' olma yolunda yavaştan ilerliyor sanki...

28 Mart 2010

Galatasaray 0-1 Fenerbahçe

Sadece adı olan bir maç vardı sahada. Öyle ki, hafta boyunca koparılan fırtınalar oyun başlayınca yerini hafif bir melteme bıraktı. İki ekip de temkinli bir oyun sergilemekten ziyade pas yaparak ileri çıkmayı düşündü; ki cuma akşamı Bursaspor kazansaydı çok daha kontrollü ama sonradan hızlanan bir maç izleyebilirdik. Maçta farkı yaratan nokta, Galatasaray'ın pas yapmaya dair düşüncelerinin beyinden ayaklara aktarılamamasıydı. Daha sakin olan ve ayağa iyi pas yapan taraf Fenerbahçe'ydi. Öyle ki, 22. dakikada ekrana gelen istatistiklerde başarılı pas sayısı 100-47 ile Sarı Lacivertliler lehineydi.

İlk yarının ortaları geride kalırken artık maçın gidişatı oturmuş gibiydi. İki takım da kale önüne gelme konusunda zorluk çekiyor, hele ev sahibi ekip düzgün bir pas trafiği oturtamadığı için orta sahayı uzun toplarla geçmeyi deniyordu. 0-0'lık beraberlik en yakın ihtimalken, eşitlik ancak duran toptan, defansa çarpan veya kaygan zeminde yerden seken uzak şuttan gelebilirdi. Öyle de oldu. Selçuk, oyun süresince denediği uzaktan şutlarının ödülünü 70. dakikada aldı. Bu noktadan sonra Leo Franco'yu ıslıklayan Galatasaray taraftarına pek de anlam veremedim. Bir kalecinin en zorlandığı pozisyonlardandır halbuki kaygan zeminde hemen önde seken top. Zaten yenik durumda olan takımın moralini daha da bozmaktan başka bir işe yaramadı bu ıslıklar.

Golden sonra dahi Galatasaray ekstra bir şeyler ortaya koyamadı. Maç boyunca Giovani ile değişerek oynayan ama özellikle Fenerli dos Santos karşısında etkili olamayan Keita'nın 90+1'deki şutu, maçın en güzel anıydı. Ondan daha güzel olanı ise Volkan'ın resmen uzayarak yaptığı kurtarıştı.

24 Mart 2010

Manchester'da Bir St. Bernard

Kelebek etkisinden ibarettir hayat. Hayata fena halde benzeyen futbol da zaman zaman öyle hatta. Gün gelir, rakip defanstan sekip ağlara giden bir gol sayesinde kümede kalırsınız. Veya şampiyon olmanız için son maçınızı kazanmak yetmez, üstüne bir de 16 dakika çaresizce beklersiniz. Peki, bugün sınırlarını aşıp dünyaya mâl olmuş bir kulüp olan Manchester United'ın kurulmasında St. Bernard cinsi bir köpeğin rol aldığını biliyor muydunuz?

1878 yılında Lancashire'daki (İngiltere) demiryolu işçilerinin kurduğu Newton Heath futbol kulübü, kısa sürede dostluk maçlarından fazlasına göz dikerek liglere katılır. Zamanla finansal sorunlar yaşamaya başlayan Newton Heath, önce yetenekli forveti Joe Cassidy'yi satar. Problemlerinden kurtulamayan kulüp, ertesi yıl batmaktan kurtulmak adına 1000 £ bulmak zorundadır ve böylece 4 günlük bir açık artırmaya sunulur. Alıcı çıkmayınca takım kaptanı Harry Stafford, sırtına geçirdiği para çantası ve ilgi çeksin diye yanında gezdirdiği Major isimli bir St. Bernard (resimdeki şirin yaratık) ile yollara düşerek bağış toplamaya çalışır. Ancak Major bir gün sahibinin elinden kaçar ve muhitteki zengin bir işadamı olan birahane sahibi John Harry Davies'in evine gider. Davies köpeği çok sever ve kızına almaya karar verir. Sahibini bulmaya çalışır ve niheyet Stafford ile tanışmış olur. Birbirine ısınıveren iki Manchesterlı sonunda Newton Heath'i borçlarıyla birlikte devralmaya karar verir. Böylece bu planlarını 1902 yılında harekete geçirerek Manchester United kulübünü kurarlar. İşte Kırmızı Şeytanların efsanesi de böyle, biraz da yaramaz bir St. Bernard'ın sevimliliği sayesinde başlar.

23 Mart 2010

David vs. Goliath


Milyonlarca insanın vazgeçemediği bir tutkudur futbol. Onu bu kadar cezp edici hale getiren nokta, ne zaman ne olacağını kestirmenin zorluğudur. Top yuvarlaktır ve David’in her zaman Goliath’ı yenme ihtimali vardır. Kısacası rekabet edebilme duygusudur futbol ateşini sürekli körükleyen. Peki, Türkiye ve Avrupa’da son yıllarda rekabet durumu nedir? Eskilerden eser kalmış mıdır? Para her zaman huzur getirir mi? Mütevazi takımların birincilik şansı var mıdır? Bu sorulara birkaç analizle birlikte cevap bulmaya çalışalım.

Öncelikle, bir futbol liginin geçmişinde gördüğü şampiyon kulüp sayısı, o topraklardaki rekabetle doğru orantılıdır. Genel olarak bu rakamın tüm büyük liglerde çeşitlilik gösterdiğini, incelediğimiz son 5 yıllık dilimdeyse iyice azaldığını söyleyebiliriz. Bu zaman zarfında ligin son haftalarına kadar liderlik peşinde koşmuş takım sayısına bakmakta da fayda var. Zira yarışta ne kadar çok takım varsa o kadar rekabet vardır.

Araştırmayı içinde bulunduğumuz sezona indirgersek, bir lig tablosunun ilk 4 takımı ile son 4’ünün maç başına puan ortalamalarına bakıp yorum yapabiliriz. Hem şampiyonluk hem de kümede kalma adına 4’er takımın mücadele ettiğini varsayarsak, bu iki grubun ortalamalarının yakınlığı genel rekabet adına olumlu denebilir. Son olarak paranın rekabete etkisini görmek için her ligin ilk 4 takımının ortalama değerinin, lig ortalamasına bölümünden bir katsayı elde edebiliriz. Bu rakam arttıkça nispeten zengin kulüplerin avantajını daha net görebiliriz.

İşte lig bazında tahmini rekabet ölçümü…

İngiltere

1892’den bu yana tam 23 farklı şampiyon çıkaran İngiltere, son 5 yılda birincilik koltuğunda sadece Manchester United ve Chelsea’yi görebildi. Bu iki takımı liderlik yolunda zorlayanlar ise Arsenal ve Liverpool oldu. Günümüzde Big Four’un etkisinin şiddetle görüldüğü Ada’da bu sezon ilk 4 takımın puan ortalaması 2,18 iken, son 4 için bu rakam 0,88. Tepedeki dörtlünün değerinin lig ortalamasına oranı ise 2,15 ile standardın üstünde.

İspanya

Mazisinde 9 değişik şampiyon gören İspanya’da Real Madrid ve Barcelona, ülke futboluna tam anlamıyla damga vurmakla birlikte bir kutuplaşmaya yol açtı. Onları son 5 yılda sadece Sevilla ve Villareal zorlayabildi. La Liga’da dip ve zirve dörtlülerinin puan ortalamaları sırasıyla 0,83 ve 2,15. En çarpıcı nokta ise, zirve grubunun ortalama değerinin lig ortalamasının tam 2,65 katı olması. Sadece Barça ve Real’in ortalamasını hesaba katarsak bu rakam 4’ü geçiyor.

İtalya

Çizme’de 2006’dan bu yana Inter damgası var diyebiliriz. O yıldan bu yana her sezon şampiyon oldular ve arkalarında sadece Milan ve Roma’yı hissettiler. 16 lider görmüş Serie A için oldukça vasat bir durum; ki bunda 2006’daki Calciopoli skandalının etkisi büyük. Diğer yanda puan ortalamalarına göz atarsak ligin çekişmeli yönünü görebiliriz: 1,91 zirve puanına karşılık 1,06 dip puanı. Yani ligin alt kısmındaki ekipler, güçlü olanlardan puan koparmayı iyi başarmış. İlk 4 ekibin değer ortalaması ise lig genelinin 2 katı; ki bu da tüm liglerdeki ortalamanın altında.

Almanya

Rekabete en açık lig Bundesliga. Tarihinde 14 şampiyon tanıyan Almanlar, son 5 yılda 7 liderlik adayı çıkardı ve aralarından 3 değişik ekip birinci oldu. İlk ve son 4 ekip arasındaki ortalama puan farkı ise 1,14. Bu da 0,85’lik İtalya’dan sonra en düşük rakam. Değer kıyaslaması açısından bakacak olursak ilk 4 kulüp, lig ortalamasının 1,72 katına sahip. Kısacası 2006 Dünya Kupası’ndaki yatırımlar Bundesliga’ya neredeyse eşit dağılarak Bayern’in hakimiyetini kısmış gibi görünüyor.

Fransa

Bu sezon tam 6 takımın birincilik mücadelesi verdiği Fransa’da Lyon tekeli kırılmış halde. 18 şampiyonlu ligde geçen yılki Bordeaux ihtilâlinden sonra yarış daha da kızışmış görünüyor. Bu ülkedeki zirve ve dip dörtlülerinin ortalama puanları sırayla 1,93 ve 0,77. Ligue 1’ın en vurucu yanı ise, puan cetvelinin tepesindeki 4 takımın ortalama değerinin lig genelinin sadece 1,34 katı olması. Bu noktada da mütevazi Montpellier ve Lille’in katkılarını göz ardı edemeyiz.

Türkiye

Bildiğimiz üzere ülkemizde sadece 4 farklı lig şampiyonu çıktı. İlginç olan noktaysa, son 5 yılda 5 değişik kulübün zirve yarışına ortak olması. Trabzonspor’un vasatlığında Bursaspor ve Sivasspor Üç Büyükler’i gayet zorlarken, Kayserispor da liderliğe oynamasa bile güçlü bir kulüp imajı çizdi. Ancak son 5 yılda üç büyük kulübümüz zirveye yerleşti ve kulüp zenginliğinin rekabete etkisi halen çok üst düzeyde. An itibariyle ilk 4 kulübün ortalama değeri, lig genelinin tam 2,39 katı. Bu da İspanya’nın ardından en yüksek rakam. Malum dörtlü ile sondakilerin (Ankaraspor hariç) maç başına puan ortalamaları arasındaki fark ise 1,18.

Genel bir sonuç çıkarmak adına 6 ligin ortalama değerlerini bilmek gerek. Toplam şampiyon sayısı tüm liglerde ortalama 14 iken, son 5 yılda 4,83 liderlik adayı çıkmış ve 2,17’si birinci olmuş. Her ülkede ilk 4 kulübün ortalama puanı 2,03 iken, dip grubu sadece 0,88’de kalmış. Son olarak, en iyi dörtlü gruplarının tüm liglere oranla değer ortalaması 2,03.

22 Mart 2010

Messi'yi Yazmak...

Dünya üzerindeki tüm futbol adamları ve biz kendi çapındaki blogger'lar Messi hakkında güzelleme yazmayı bırakamayacağız anlaşılan. Zira yazdırmaktan bıkmıyor ve bıkacak gibi görünmüyor Messi. Fark ettiyseniz artık Maradona ile de eskisi kadar karşılaştırılmıyor çünkü artık boynuz kulağı geçmese bile tarzı ve halihazırdaki mükemmel takım oyununa eşsiz katkısı ile farklı bir tat veriyor Arjantin'in 2. kralı. Ligde oynadığı son 3 maçta sırasıyla Almeria, Valencia ve Zaragoza ağlarına toplamda 8 güzel gol bıraktı. Hafta arasında da Devler Ligi'nde kurbanı Stuttgart'tı ve onları da 2 golle 'onurlandırdı' Messi.

Son 4 karşılaşmasında 10 gol... İzlenmesi zaten olağanüstü keyif veren bir takımda parlayan bir performans... Üstelik çocuk ruhunu asla kaybetmeyen ve her karşılaşmaya ilk günkü heyecanıyla çıkan bir kişilik... Şimdi bu adamı yazmaya doyum olur mu?

19 Mart 2010

Devler Ligi'nde Son 8

Resmen Temel fıkrası gibi bir çeyrek finalistler topluluğu oldu da bu kadar mı düzgün bir dağılım olur? İkişer İngiliz ve Fransız'ın yanı sıra birer Alman, İspanyol, İtalyan ve Rus... Avrupa'nın 5 büyük ülkesinin arasına bu sene CSKA Moskova girmeyi başardı; ki bizim basın bu takımı Beşiktaş'ın grubundaki en zayıf halka olarak gösteriyordu. Bu arada Fransızlar en son ne zaman İtalyanlardan veya İspanyollardan fazla takımı çeyrek finale soktular araştırmak lazım.

Çeyrek ve yarı final kuraları an itibariyle çekiliyor. Barcelona ve Man. Utd. herkesin favorisi. Onların ayağını kaydırabilecek takım ise Inter ama benim favorilerim arasında Arsenal de var. Tabii ne kadar tahmin yapsak da boş, şanslı kura çekmek çok önemli. Bir de Talay Erker'in vakt-i zamanındaki sözünü hatırlamak lazım: "Hagi 40 metreden bir çakarsa ne istatistik kalır ne bir şey..."

Edit: An itibariyle kuralar... Arsenal'e gizli favorim dedim, 10 dakika sonra Barcelona ile eşleşti. Uğursuzluk bu olsa gerek. Barca'nın final yolu bu sefer daha engebeli; Arsenal'i geçseler büyük ihtimalle Inter'i karşılarında bulacaklar. Diğer tarafta ise Fransız çarpışmasından galip çıkan, Mustafa Denizli deyimi ile %51 Manchester United ile oynayacak. Lyon'a da bir türlü ulaşamadığı yarı final yolu bu sefer hiç olmadığı kadar açık ama Bordeaux'yu küçümsediğim sanılmasın.
Kısacası, bana göre geçen yılkinin aynısı bir final izleme şansımız yüksek.

15 Mart 2010

Avrupa'da Gol Krallığı


Luiz Suarez (Ajax) 27 gol
Rooney (Man. Utd.) 25 gol
Messi (Barcelona) 22 gol
Di Natale (Udinese) 19 gol
Kiessling (B. Leverkusen) 16 gol
Niang (Marsilya) 15 gol

Evet, listemize Hollanda'yı da ekledik. Zira Portakalların 5 büyük lige çok yakın olduğunu zaten bildiğimiz halde artık Luiz Suarez'in olağanüstü performansını görmezden gelemedik. Ajax bu sezon ligde 27 maça çıkarken 23 yaşındaki Uruguaylı bunların 26'sında forma giydi. Üstelik tamamında ilk 11'de başladı ve 90 dakika sahada kaldı. Güney Afrika'daki performansına da bağlı olarak bu yaz transfer gündemini bir hayli meşgul ederse kimse şaşırmaz.

Sıralamada 2. ve 3. sırada yer alan Rooney ve Messi bu dünyanın futbolunu oynamıyor. Biri United gibi bir kulübün hücum hattını sırtlarken, diğeri zaten mükemmele yakın olan Barcelona pastasının üstündeki kaymak kıvamında. Fırsat olsaydı da ikisini aynı forma altında görebilseydik...

12 Mart 2010

Reklam Dediğin...

Bugün ev arkadaşımın "hayatımda gördüğüm en güzel lansman" tavsiyesiyle izledim. Öyle futbolla pek alakası olmayan biri kendisi. O tarz bir insanda böyle bir etki bırakabiliyorsa varın bizim gibi futbol delilerinin hissedeceklerini hayal edin. Daha önce hiçbir reklamı izlerken bu derece etkilenmemiştim. Kendimi o konser salonundaki adamlardan birinin yerine koydum. Özellikle Şampiyonlar Ligi müziğini dinlerken... Neyse, video fazla söze gerek bırakmıyor zaten.

11 Mart 2010

Manchester'da Devrim Sesleri

Glazerların Manchester United'ta istenmediğini sağır sultan bile duydu. Biz de önceleri şurada ve burada değinmiştik konuya. 700 milyon £'u geçen ve sürekli artan borç artık gelecek için tehlike oluşturuyor ve özellikle Manchester United Taraftar Birliği (MUST) durumdan üst seviyede rahatsız. Öyle ki, tepki koyma sürecine FC United of Manchester isimli ikincil bir kulüp kurarak ve onu amatör liglerden başlatarak adım attılar! Maç içinde ve maç günleri haricinde de yoğun biçimde protesto düzenlediler. İşte bunlar iyiden iyiye somut bir kimliğe bürünüyor gibi. Varlıklı ve güçlü bağlantıları olan ManU taraftarı işadamlarının oluşturduğu Red Knights adlı grup, 10 gün önce kulübü devralmaya hazırlandıklarını açıklamıştı. Üstelik Goldman Sachs Başekonomisti Jim O'Neill önderliğindeki grup, Glazer düşmanı MUST'ın da tam desteğini almış durumda ve yaptıkları toplantıya MUST lideri Duncan Drasdo'yu da dahil etmişler.

5 yıl önce Glazerların yaklaşık 800 milyon £'a satın aldıkları United'ta gündem bugünkü haberlerle biraz daha ısındı. Hazırlıklarını hızlandıran Red Knights, yapacağı teklif hakkında finansal danışmanlık hizmeti almak adına Japon yatırım bankası Nomura ile anlaştı. Bu arada Glazer Ailesi'nin kulübe biçeceği değerin 1,5 milyar £'i bulması muhtemel.

Aklıma geldi, yazmadan da edemeyeceğim. Şimdi bizde mesela Tuncay Özilhan veya Rahmi Koç başkanlığında "Kara Şövalyeler" diye bir grup kurulsa... Çarşı'nın ve tüm taraftarların desteğini alsa... Demirören'in elinden söküp kurtaramazlar mıydı Beşiktaş'ı? Onların da hükümranlığı tartışılabilir tabii ama en azından belli karakteri olan, kendi ayakları üstünde durabilen insanlar otururdu kulübün başkanlık koltuğunda...

İlk Göz Ağrısı

Newton Heath renkleriyle bezeli atkıyı takmış ama Glazer karşıtı olmadığını da belirtmekten geri kalmamış arkadaş...

9 Mart 2010

Golcü Dediğin...

"Bir forvet, gol pozisyonu esnasında pas vermemesine sitem eden takım arkadaşına 'görmedim' diye cevap veriyorsa yalan söylüyordur". Bu sözleri vakt-i zamanında Batistuta söylemişti. Golcü golü hissedecek ya, işte o mantık ki bence çok doğru. Her takım Barcelona gibi kalenin ağzına kadar paslaşarak gol atamıyor. Hal böyleyken golcü adamın pas alternatifi olduğu pozisyonda şut denemesini mazur görürüm, tabii abartmamak koşuluyla. Çünkü o önce kendisine sonra 6. hissine güvenir; son vuruşunun ne kadar sihirli olabileceğini aklında canlandırabilir. Higuain de böyle bir adam işte. Sadece benim dikkatimi çekmemiştir sanırım ama bu adamda doğal bir yetenek pırıltısının çok pratik yaparak zenginleştirilmiş yansımaları göze çarpıyor. Birkaç maçını izleyen biri rahatlıkla anlar bunu, hele bu sezon formunun zirvesindeyken... Top ayağına ne yönden hangi hızla gelirse gelsin bir şekilde uyum sağlayıp onu kaleye yönlendirebiliyor. Üstelik bunu kaleciyi çok zorlayacak bir köşeye sert biçimde yapabiliyor. En önemlisi de bu vuruşlarının tutarlılığı ve performansının üstünlüğü her maç neredeyse aynı seviyede.

Adamakıllı FM oynamayalı uzun zaman oldu ama Higuain'in oradaki 'finishing'i 20'dir herhalde! Atmasyon bir yana, Arjantinlinin bitiriciliğini ve yüksek formunu sayılar da destekliyor. Bu sezon Real Madrid adına ligde 19 maça çıktı ve bunlardan sadece 7 tanesinde 90 dakika oynadı. Attığı gol sayısı ise tam 16. Başka bir açıdan bakacak olursak ortalama 77 dakikada bir gol atıyor Higuain. İstikrar adına önemli bir sayı ama bununla da bitmiyor. Başka bir istatistik, başarılı forvetin ortalama her 2,6 şutundan birinin gole dönüştüğünü söylüyor. Bu demek oluyor ki Higuain'in çektiği bir şutun gol olma olasılığı %38. Sezon başında Benzema ile Raul'un gölgesinde kalan ve takımdaki yeri sorgulanan biri için gayet hoş bir azim öyküsü oldu bu.

Glazerfobia



Glazergillerin Demirören'vari yönetimini farklı bir dille anlatan iki görsel...

5 Mart 2010

Abanmak Yok

Hafta arasında oynanan hazırlık maçın Portekiz, bu yaz Dünya Kupası'na katılamayacak olan Çin'i 2-0 mağlup etmişti. Çin'in teknik direktörü olan Gao Hongbo'nun bu yenilgi hakkındaki yorumu taktik açıdan gayet uzak olmakla birlikte çok enteresan. Ronaldo'yu sakatlayıp onun Dünya Kupası'na katılamamasından korktuklarını açıklamış Hongbo. Böyle konuşmasının da bir sebebi var tabii. 2006 Dünya Kupası'ndan önce takımının Fransa ile oynadığı hazırlık maçında Djibril Cisse'nin bacağı kırılmış, Fransız oyuncu turnuvaya katılamamıştı. Benzer bir olayın tekrarlanmasından çekinmişler ve Ronaldo'yu 'incitmemek' adına sahada çekingen oynamışlar. Biraz mahalle maçı tadında bir yorum olmuş. Halbuki maçtan önce Carlos Queiroz'a gidip "abi bak sert girmiyoruz, abanmak da yasak olsun bari" dese daha eşit bir maç oynanabilirmiş!

4 Mart 2010

Raydaki Kramponlar

Tüm köklü imparatorluklar, tarih sayfalarına tükenmez kalemle yazılmışçasına kalıcı etkiler bıraktı bugüne. Antik Yunan’dan felsefeyi, Romalılardan sanatı, Mısırlılardan astronomiyi, Türklerden savaşmayı öğrendi insanlık. Peki, Britanya İmparatorluğu’ndan bugüne aşağıdakilerden hangisi miras kalmış olabilir?

A) Endüstriyel Devrim

B) Buharlı Tren

C) Futbol

D) Hepsi

Büyük Britanya’da tohumları atılan Endüstriyel Devrim kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Çekirdeğinde sanayi patlaması olan devrimde zamanla demiryollarının gelişimi tetiklendi ve 19. yüzyılın başlarında Britanyalılar buharlı treni keşfetti. Ancak zayıf sosyal haklara sahip işçiler, zor şartlarda yaşamaya çalışırken bir yandan kendilerini ifade edebilecekleri bir çıkış yolu arıyordu. Tam bu noktada Ada’da kök salmaya başlayan futbol onlara ilaç gibi geldi ve varlıklarını meşin küre etrafında ‘ayin’ yaparak hisseder oldular.

Ada sınırlarında demiryolu işçileri tarafından kurulan birçok kulüp arasında en uzun soluklusu, bugün Manchester United olarak bildiğimiz Newton Heath’tir. Lancashire & Yorkshire Demiryolları adına çalışan işçiler, kurdukları bu futbol kulübünü kısa zamanda resmi maçlara sokmayı başardılar. Maçlarını istasyonun yakınında, soyunma odalarına 1 km uzaktaki boş bir arazide oynuyorlardı çünkü kutsal yuvarlağın aşkı onları sarmıştı bir kere.

Futbolu Britanya’da çoğunlukla işçi sınıfı yayarken, İmparatorluk dışında bu görevi burjuvalar üstlendi. İsviçreli varlıklı bir aileye mensup olan Joan Gamper, tesadüf eseri geldiği Barcelona’ya kısa sürede aşık oldu ve yerleşmeye karar verdi. Şehir, aynı zamanda İspanya’daki ilk demiryolu hattının iki ayağından birini oluşturuyordu ve Gamper, Sarria Demiryolları’nda muhasebeci olarak işe başladı. İçinde İsviçre yıllarından kalan futbol tutkusu burada da kendini gösterdi ve efsane kulüp Barcelona’yı kurdu.

Hammadde açısından zengin olan Güney Amerika’da ‘iş’ hallederken bir yandan da kültür elçiliği yapan Britanyalılar, bölge halkına futbol oynatmakta geç kalmadı. Önce Arjantin’in kanına giren bu iyi huylu virüs, hemen ardından bir İngiliz demiryolu mühendisinin oğlu olan C. William Miller’ın çabaları sayesinde Brezilya’ya bulaştı. Uruguay ve Kolombiya’nın da onları takip etmesi kaçınılmaz olmuştu.

Futbolun spor amacı dışında insanları etkilemek için kullanıldığı zamanlar oldu ve bir kısmında demiryolları köprü görevi gördü. Sovyetler’de halkın nabzını tutmak için propagandaya alet olan kulüpler mevcuttu. Dinamo Moskova gizli polisin, CSKA Moskova ordunun takımıyken, Lokomotiv Moskova Rus Demiryolları’nın futbol sahalarındaki temsilcisiydi. Bu şekilde devletin gücü tüm statlarda ortaya konabiliyordu.

Demir ağlarla örülen Türkiye’de, 10 yılda 15 milyon gencin yaratıldığı dönem 2. Dünya Savaşı’nın gölgesinde geride kalmaktaydı. Harp korkusu, devleti her yönden hazırlık yapmaya itmişti. Böylece gençleri savaşa hazır tutma amacıyla 500’den fazla kişi çalıştıran her kuruluşun kanunen bir spor kulübü kurma zorunluluğu oldu. İşte demiryolu işçilerinin kulübü Adana Demirspor bu şekilde doğdu.

Kısaca sorumuzun cevabı D şıkkı. Sanayi Devrimi’yle canlanan demiryolları, uzağı yakınlaştırma misyonunu yavaşça futbola devretmiş oldu.

2 Mart 2010

Fibula & Tibia



Haftasonu Stoke City maçında feci şekilde kırılmıştı Aaron Ramsey'in bacağı. Dün yapılan açıklamada 19'luk yeteneğin fibula ve tibia kemiklerinin kırılması ancak 6 ay sonra sahalara geri dönebileceği belirtildi. Ramsey'e ait olmasa da kırık birer fibula (ince olan) ve tibia (kalın olan) ile tanışın...

1 Mart 2010

Ada'da Kaptan Arayışı

Terry'nin medyaya sızan rezaletinin ardından İngiltere Milli Takımı'ndaki kaptanlığı alınmış, yerine Rio Ferdinand getirilmişti. Ancak anlaşılan o ki 'genç İngilizler' durumdan rahatsız. Match of the Day dergisinin yaptığı ankette 1563 katılımcının %39'u, kaptanlık pazubandını takan oyuncunun Steven Gerrard olmasını istiyor. Liverpoollu'nun ardından gelen isimse aldığı %29 oyla Rooney. Anketin bence en ilginç olan yanı ise, malum skandal sonucu büyük güven kaybına uğrayan Terry'nin yine de Ferdinand'ın önünde oluşu. Eski kaptan %17 oy alırken halefi %15'te kaldı ve bir anlamda en istenmeyen kaptan adayı oldu. Tabii bu noktada anketin yapıldığı zamanı es geçmemek gerek. Zira Ferdinand uzun süredir sakat ve haliyle Ada'da popülerlikten de uzak durumda.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...