Subscribe Twitter Twitter

26 Şubat 2010

Bu Adamlar Nereye Bakıyor?

Geçtiğimiz günlerde Galatasaray'ın 70 milyon $'lık kredi anlaşması yaptığı ve bunun kulübe çok faydalı olacağı yazıldı her tarafta. Yalnız anlaşmanın teknik detayları, kulübü hangi külfetlerden kurtaracağı, ona nasıl bir yarar getireceği çok ama çok az mecrada yer aldı.

Hikayeyi 2002 yılından başlatalım. O yılda Beşiktaş ve Galatasaray, Türkiye'de spor kulüplerinin halka arz edilmesinin öncüleri oldular. Ancak aralarında bir fark vardı. Beşiktaş modelinde gelirlerin yanında giderler de Beşiktaş Futbol A.Ş. içerisinde yer alıyordu. Dolayısıyla özellikle futbol takımının gidişatı ve yeni transferler, borsadaki hisseleri direk etkileyebiliyordu. Yani tamamen şeffaf bir halka arz söz konusuydu; ki bu Galatasaray'ın modelinde böyle değildi. GS Sportif A.Ş'nin içinde yalnızca gelirler vardı ve bu durum yatırımcılar için gayet ideal bir durumdu. Nasıl olmasın ki? Öyle bir şirkete yatırım yapıyorsunuz ki kâr - zarar tablosu tamamen gelirlerden oluşuyor; yani zarar etme ihtimali yok. Böylece bu tarz hisselere fazla talep oldu ve hisse değerlerinde beklenenden fazla artış gerçekleşti.

Sonuç mu? İngilizler tarafından çoklukla uygulanmış olan modeli esas alan Beşiktaş, nispeten az kazanmayı göze alarak İMKB'de uzun vadeli sabit gelir elde edebildi. Siyah Beyazlılar 2002'den bugüne hisse senetlerinden 18.8 milyon TL gelir elde ederken sadece 0.8 milyon TL temettü dağıttı; ki bu da %4'e denk geliyor. Galatasaray ise uyguladığı modelle yarından çok bugünü düşünerek yüksek gelir elde etme yolunu seçti. Sarı Kırmızılıların 2002'deki halka arzdan elde ettikleri kazanç 28.3 milyon TL iken, sadece 2006'ya kadarki dönemde dağıttığı temettü tam tamına 62 milyon TL. Yani gelirin 2 katından daha fazla.

Hisselerinin bir bölümünü halka arz eden diğer büyük kulüplerimiz Fenerbahçe ve Trabzonspor, bu konuda Galatasaray'ın izinden gitti. Bu sistemin artık yarar sağlamaktan ziyade zarar vermeye başladığı görülünce önce Trabzonspor geçtiğimiz yıl borsaya açılan şirket yapısını değiştirerek hem aktiflerini hem de pasiflerini Futbol A.Ş içerisinde topladı. Yani Beşiktaş modeline döndü. İşte uzun süredir benzer mantıkta çözüm yolları arayan Galatasaray, yüksek temettü ödemek zorunda kalan ve büyük zararlar yazan Sportif A.Ş adına piyasada dağılmış tüm hisseleri toplayabilmek adına çekti 70 milyon $'lık krediyi. Bu şekilde de Futbol A.Ş ile birleşerek gelirler ve giderler birlikte gösterilebilecek ve Beşiktaş modelindeki gibi şeffaf ve dengeli bir sistem kurulabilecek.

Siyahla Beyaz

Premier League'de tam anlamıyla başlığın karşılığını veren iki haber vardı bugün. Siyah taraf aslında haftalardır Ada basınında sıklıkla yer alıyordu. Bu sezon dört ayrı "sahip" gören Portsmouth, önemli miktarda ödenmemiş vergisi ve 70 milyon £'u bulan borcuyla zaten bağıra bağıra bataklığa yöneliyordu. Bu meblağların ödenmesi için son gün bugündü. Kulübün hiçbir alıcısı çıkmayınca 112 yıllık Pompey kamulaştırıldı ve bu kadere razı olan ilk Premier League ekibi oldu. Üstelik birkaç gün içerisinde de 9 puanlarının silinmesi FA tarafından onaylanacak. Böylece kulübün ipi çekilmiş ve Championship yolları görünmüş olacak.

Ada'da günün beyaz yarısında Arsenal var. Topçular, Haziran - Kasım dönemini kapsayan 6 aylık dönemde tam 35.2 milyon £'luk vergi öncesi kâr açıkladı. Bu rakamın 9.3 milyonu eski stadları Highbury'nin yerine yapılan ve satışa sunulan apartmanlardan geliyor; ki bizim buralarda kulüp adına kredi kartı çıkaran, GSM operatörleriyle anlaşan, kısacası futbolun ticarileşmesi gerektiğini yeni yeni anlayan ve bunun emekleme dönemini geçiren Üç Büyükler için enteresan bir girişim gibi gözüküyor. Son olarak Arsenal'in yarım yılda elde ettiği bu kârın yanında borçlarını da yaklaşık %40 oranında azaltarak 204 milyon £'a indirdiğini belirtmekte fayda var.

24 Şubat 2010

Inter 2-1 Chelsea


Son 16'nın en çok merak edilen mücadelesi beklendiği gibi çekişmeli geçti. İki ekibi taktiksel anlamda küçük farklar ayırıyordu. İkisinin de geri dörtlüsünün önünde üçlü ve ileri geri çalışan bir orta saha, onların da hemen önünde dolanan Sneijder ve Kalou'su vardı. En uçta da birbirlerini çok iyi tamamlayan ve bir o kadar delici forvetler... En büyük merakım, orta sahayı kimin fethedeceği konusundaydı ve bunun cevabını açıkçası bulamadım. Zira iki ekip de orta sahayı gayet iyi parsellemişti ve ileri uç elemanlarını pozisyona sokabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Inter top rakipteyken Milito haricinde topun arkasındaydı. Ayrıca rakip atak başlangıçlarında Cambiasso da defansın arasına girip geriyi 5'liyordu. Chelsea topla daha çok oynayan taraf olmasına rağmen bu katı savunmayı delmeyi başaramadı.

Inter'in golünde Milito Terry'yi resmen bakkala yolladı. Terry, Arjantinli forvetin bilek hareketinden sonra dönene kadar top ağlarla buluşmuştu bile. İlk yarının sonunda Kalou'nun pozisyonu bariz penaltıydı. Mejuto Gonzalez'in ya beyaz noktayı göstermesi ya da Kalou'ya sarı kart çıkarması gerekirdi. İkisi de olmadı.


İkinci yarı, Chelsea'nin verilmeyen penaltısından dolayı geciken golü ile gayet hızlı başladı. Kalou'nun golünün %40'ını Ivanovic'e yazmak gerek ama Fildişilinin vuruş stili müthişti. Topun tam önünde sekmesi de Julio Cesar'ın işini zorlaştırdı. Chelsea daha gole sevinemeden Cambiasso'nun ateşleyici golü geldi. O pozisyonda ceza sahasının hemen önünde duran adama 3 saniye içinde 2 kez şut imkanı tanıyorsan golü yersin zaten. Golden sonra Mourinho, sanırım çoğu kişinin beklediğinin tersini yaptı ve orta sahadan defansif özellikleri olan Motta'yı çıkarıp hücuma yönelik Balotelli'yi sahaya soktu. Bu şekilde ilerideki Milito, Etoo (Pandev) ve Balotelli ile Chelsea'nin hücuma çıkmasını zorlaştırarak geride baskı yemekten kurtuldular. Akıllıcaydı. Haftasonu benzer hamleyi Sampdoria karşısında 9 kişi kaldığında da yapmıştı Mourinho ve yenilmemişti. Bugünse fizik gücü ile öne çıkan Chelsea karşısında doğru oyuncu değişiklikleri ve özellikle iyi defansı sayesinde önemli bir galibiyet aldı.

22 Şubat 2010

Gelin vs. Kız

Chelsea'da bir oyuncunun kırdığı fındıklar hazmedilmeden yenilerinin kabukları parçalanıyor. Şimdi de Ashley Cole'un, kulübüyle ABD'de yaz kampındayken otel odasına gizlice kadın soktuğu ortaya çıktı. Tam olarak başını nereden belaya soktu bilemiyoruz ama yakın zamanda Terry de kaça etten (!) payını almıştı. İkisi de evli barklı adamlar. Ancelotti ne yapsın? Bundan sonra kulübün itibarına zarar verecek davranışlarda bulunan futbolculara ağır cezalar verileceğini bildirmiş. Baktı ki özel hayatında hata yapan her oyuncusunu Dubai'ye yollamakla olmuyor tabii. Bana biraz "gelinim sana söyleyeyim, kızım sen anla" durumu gibi geldi bu arada...

21 Şubat 2010

Nick Hornby

"Ben, birçoğumuz gibi, bir yılı ocak ayının birinde başlayan ve 365 gün süren bir birim olarak algılayamıyorum. Futbol taraftarları böyle konuşur işte: bizim yıllarımız, bizim zaman birimlerimiz Ağustos'tan Mayıs'a kadar sürer. Tek rakamla biten yıllarda, yani Dünya Kupası'nın veya Avrupa Şampiyonası'nın oynanmadığı yıllarda yaz ayları sayılmaz."

19 Şubat 2010

Asırlık Sahne

Tam 100 yıl önce bugün, "Düşler Tiyatrosu" Old Trafford'da ilk futbol maçı oynandı. İşte asırlık tarihin BBC arşivinden birkaç anlamlı fotoğrafı...

İlk maç: Manchester United 3-4 Liverpool

En acı an: 06.02.1958 Münih uçak kazası... 21 ölü...

Busby'nin efsane üçlüsü: George Best, Denis Law, Bobby Charlton

100 yılın bir çeyreğinde o vardı. Başka bir çeyreğine de Sir Matt Busby imzasını atmıştı.

Premier League'in en büyük stadı

Newton Heath'i görenlerden, Glazer'ın dertli müşterilerine...

18 Şubat 2010

Guus Hiddink


Dünya üzerinde bulabileceğimiz ve Türkiye'ye gelmeyi makul şartlarda kabul edebilecek en iyi teknik direktördü Hiddink. Geçmişine bakınca Milli Takım'ın başında onu görmek, benim gibi bir sürü insanın içine tekrar umut tohumları yerleştirmiştir sanırım. Çünkü nihayet sisteme inanan, belli bir ekol oturtma fikrini benimseyen, oyuncularıyla çok iyi ve tam ölçüsünde iletişim kuran bir Milli Takım hocamız oldu artık.

Yurt dışında takım çalıştırma adına ilk deneyimini 1990-91 sezonunda Fenerbahçe'de yaşamıştı Hiddink. Yıllar yılı adam savunması yapmaya alışmış memleket topçusuna çizgi halinde alan savunması öğretmeye çalışınca felaket gibi bir sezon geçirdi. Hatta Fener'in ünlü 6-1'lik Aydınspor (lige yeni yükselmişlerdi) mağlubiyeti de o sezonun ilk maçına denk geldi. 30 maç sonunda topladığı 44 puan sonucunda da bavulunu topladı. Aslında bu başarısız dönem, şimdiki o her gittiği yere uyum sağlayıp çevresini değiştirebilen Hiddink profiline çok katkı yapmış olabilir. Zira teknik direktör olarak yabancı bir kültür içinde fikirlerini düzgün biçimde empoze edebilmenin ve oraya mutlak surette uyum sağlamanın önemini belki de ilk kez Fenerbahçe sayesinde keşfetti. Tam da bu noktada ne kadar başarılı olduğunu, onun kariyerini Güney Kore macerasından itibaren takip ederek anlayabiliriz.

Dedik ya, her gittiği yere kolayca uyum sağlayıp takımını en verimli tarzda sahaya sürebiliyor Hiddink. Hollanda dışındaki ilk milli takım deneyimi olan G. Kore belki de bu konuda en zoruydu. Çünkü G. Koreli futbolcular Türkiye'dekinden bile daha ataerkil bir kültüre sahipti. Bu durum, Hiddink'in her dediğini koşulsuz şartsız kabullenen ancak insiyatif alamayan bir takım sundu Hollandalının önüne. Ayrıca hiçbir genç futbolcu, yaşça kendisinden belirgin biçimde büyük olan bir takım arkadaşını en ufak şekilde uyaramıyordu. Ne yapsın, aileden böyle öğrenmiş saygıyı! İşte tüm bunları kırabilmek adına önce çareyi futbolcularıyla yakınlaşmakta buldu Hiddink. Onlarla daha samimi sohbetlere girdi, hatta bazen beraber maç oynadı. Böylece onların gözünde bir tanrı olmaktan sıyrılmaya çalıştı. Ayrıca 2002 Dünya Kupası başlayana kadar ekibindeki nispeten yaşlı oyuncuları birkaç aylığına uzaklaştırdı. Bu sayede de genç futbolcular daha interaktif bir çalışma ortamıyla tanıştı ve "abilerinin" doğal baskısını hissetmemeyi öğrenme imkanı buldu.


Hiddink'in Avustralya'daki sorunu ise profesyonelliği tam olarak özümseyememiş oyunculardı. Öyle ki, onlarla tanışmak için toplandığında kimileri gecikmiş, gelenler de gayet geniş bir şekilde şort, terlik veya kapriyle boy göstermişti. Tabii Hiddink, bir şekilde onları da tatlı sert ama güven veren tutumu ile disipline sokmayı başardı. Bir sonraki durağı Rusya'yı hangi metod ile 1. torba takımları arasına soktu bilmiyorum açıkçası ama belki de kamplarda votka içmeyi serbest bırakmış olabilir!

Hiddink'in Türkiye'de başarılı olamayacağına ihtimal veremiyorum. Ne kadar kalırsa kalsın, o gittikten sonra da devam ettirilmesi gerekecek olan verimli bir sistemimiz ve cevheri ortaya çıkarılmış bir jenerasyonumuz olacak. Ayağının tozuyla çıktığı ilk maçta bizim skor basını o sadece 90 dakikalık bakış yeteneğiyle saldıracaktır Hollandalı'ya. Onlara da alıştık zaten. Kim bilir? Belki de bu seferki milli takım seferinde ülke basınını yola getirmeyi ilke edinecek Hiddink.

16 Şubat 2010

Indian Premier League


Globalleşen futbol pazarında bugüne kadar yurt dışına açılma konusunda çok örnek gördük. Çin'e/ABD'ye hazırlık kampları düzenleme, Uzak Doğu'dan yetenek transfer etme, internet sitesine "uzakların" dil seçeneğini ekleme, lisanslı kulüp ürünlerinin satış ağını oralarda da geliştirme gibi... Yakın zamanda görme ihtimalimizin yüksek olduğu ancak şimdiye kadar hiç tanık olmadığımız bir durum daha var: deniz aşırı bir ülkede, hatta futboldan tamamen farklı bir spor dalında franchise satın almak.

Durumu daha iyi anlamak adına bir parantez açalım. 20. yüzyılın ortasına kadar bir İngiliz sömürgesi olan Hindistan'da kriket, anavatanı İngiltere'den bile daha popüler bir konum kazandı zamanla. 2008'den bu yana Indian Premier League (IPL) adında yeni ve daha kısa bir formata geçti Hintliler. Ligin kuruluş aşamasında görülen o ki NBA modelini benimsemişler; zira takımlar birer franchise olarak ligde yer alıyor ve bunun için açık artırma ile franscihse hakkını satın alacak kişi/kurum belirleniyor. Hindistan deyince ilk anda küçümsüyor insan ama durum hiç de öyle değil. Halihazırda ligde yer alan 8 franchise'ın hepsi de ülkenin en zengin işadamlarına ait. Öyle ki; sahaya inip elini sallayan ülkenin likör baronuna, medya patronuna veya petro-kimya milyarderine çarpıyor. Sadece Hindistan sınırları içindeki televizyon yayın hakları için yapılan anlaşma 10 yıllık süre zarfında tam 1 milyar $'dan fazla gelir sağlıyor. Yurt dışına yapılan yayınlar, isim hakkı sponsorluğu, resmi sponsorluk ve diğer gelirleri de hesaba katarsak, 5 ila 10 yıllık vadede IPL'nin havuzunda biriken paranın 1,6 milyar $'ı bulması öngörülüyor. Kısacası rakamlar, 2 yıl evvel kurulmuş ve gelişmekte olan bir organizasyon için hiç de fena görünmüyor.


Açtığımız parantezi kapatıp asıl konumuza gelecek olursak; şu sıralar IPL'deki 8 franchise'a yenileri ekleniyor. İlginç olansa; IPL yetkilisi ve organizasyonun itici gücü olan Lalit Modi'nin, dünyaca ünlü bir (İngiltere) Premier League kulübünün IPL'de bir franchise satın almayı düşündüğünü açıklaması. Üstelik bunun için önermeye hazırlandığı meblağın 500 milyon $'ı bulacağıni söylemiş; ki bu rakam şu anki rekor 112 milyonun hayli üstünde. Bu iddianın, yapılacak olan ihalenin bedelini artırmak için heyecan uyandırma amaçlı olduğu düşünülebilir. Ancak eğer doğruysa futbolun ticarileşmesi adına yeni bir yol açılmış olabilir. Yukarıdaki paraların sadece 8 franchise tarafından paylaşıldığını düşünürsek, her birine düşen gelirin hiç de az olmayacağını söyleyebiliriz. Çünkü havuzda 5-10 yıllık süreçte toplanacak 1,6 milyon $'ın %54'ü direk franchise'lara dağılıyor. Bu demek oluyor ki her bir kulübe bu vadede 100 milyon $'dan fazla gelir düşüyor. Gişe gelirlerini ve diğer ticari gelirleri de eklersek bu rakam daha da artıyor tabii. Eğer gider ayağı buna makul bir orandaysa, franchise başına yapılan ortalama 90 milyon $'lık yatırım birkaç yıl içinde kapanacak ve kulüp iyi idare edildiği taktirde müthiş kârlar getirebilecek. Böylece buradan elde edilen sıcak para, artık hangi Premier League kulübü franchise'ın sahibiyse onun cebine girecek ve futbol sektöründeki yatırımlarında kullanılabilecek.

Hindistan kriketine yatırım yapacak kulübün Chelsea olduğunu varsayalım. Bu durumda IPL'de Chelsea Kriket Takımı yer alacak. Kısa sürede yapılan yatırımı karşılamaya başlayacak ve kâra geçip Abramovic'in İngiltere'deki oyuncağına destek olabilecek. Hatta "Chelsea" markasının 1 milyardan fazla nüfuslu Hindistan'da yayılmasını sağlayacak, ki bu da daha fazla ticari gelirin yanı sıra dikkatlerin biraz da futbola yöneltilmesi demek.

Başka bir yazıda daha detaylı değiniriz; UEFA'nın yeni kurallarına göre birkaç sezon içinde kulüp sahipleri, kulübün nakit akışına enjekte ettikleri parayı geri çekmek zorunda. Yani artık her kulüp kendi kaynaklarıyla ayakta durmayı başarabilmeli. Bu noktadan yola çıkarak, giderleri daha düşük ama gelirleri hayli yüksek olan IPL ve onun benzeri organizasyonlarda yer almak akıllıca olabilir. Zira mesela Abramovic bu sayede Chelsea Futbol Takımı'na kendi cebinden veremediği parayı Chelsea Kriket Takımı üzerinden aktarabilecek. Sonuçta Chelsea onun holdingi ise, bir şirketinden alıp öbürüne verebilecek. Tabii bunların hepsi birer öngörü. Futbol endüstrisinin nereye varacağını merakla bekliyorum açıkçası.

15 Şubat 2010

Star Bizden Ne İstiyor?

Şampiyonlar Ligi'nde bu hafta, özellikle de salı akşamı mükemmel karşılaşmalar var. O. Lyon - Real Madrid ve Milan - ManU maçları sadece birbirine yakın güçlerin mücadelesi olarak değil, aynı zamanda geçmişe bakılarak bir sürü hikaye doğurabilecek türden. Eski maçları, Beckham ve Benzema'nın dönüşleri, Ferguson'un İtalyanlarla olan mazisi ve oğlu yaşındaki Leonardo'ya karşı sınavı, iki yırtıcı Rooney ve Pato'nun çarpışması ve daha nice nokta yakalanabilir. Sonuçta futbol sadece 90 dakikada sahada olup biten bir olay değil. Her maçın ayrı bir hikayesi olabiliyor. Bunlar da hikayelerinden önce seyir zevki gayet üst seviyede olacak müsabakalar ama Star TV böyle düşünmüyor belli ki. Veya bu maçlardan hiçbirini çanlı yayınlamıyor çünkü Friends tadındaki (!) dizisi Papatyam'ı daha öncelikli görüyor. Aman, bir hafta saati şaşsa neler olur kim bilir... Futbolseverlerin nasılsa ertesi gün işi gücü yok, gece 12:30'daki özetlerle gayet idare edebilirler! Zaten aynı adamları her hafta sonu şifresiz izleyebiliyorlar, hafta arasında da biraz dizi izlesinler...

Sahi, ne istiyorsun bizden be Star?

9 Şubat 2010

Avram Grant the Na'vi

Kleberson

Brezilya'nın İrlanda ile yapacağı hazırlık maçının kadrosu açıklandı. Bütün medya Alex, Andre Santos ve Elano'nun ismine odaklanmıştı. Elano seçildi ama beklentilerimin tamamen dışında kalan bizim eski Beşiktaşlı Kleberson da kadroda yer alıyor. Beşiktaş'taki günlerinde takım kötü olmasına rağmen orta sahada gerçek anlamda iş yapan tek adamdı neredeyse. Fener'e 40 metreden salladığı füzeyle aklımda kaldı en çok. İstanbul'dan ayrılmasının ardından dahil olduğu Flamengo'da kendini Dunga'ya kabul ettirmiş sanki. Hoş, Felipe Melo'nun olduğu yerde o haydi haydi oynar denebilir belki ama adam Mayıs 2009'dan beri "back-up" olarak da olsa kadro içinde. Brezilya'nın şampiyon olarak tamamladığı 2002'de ise orta sahada Scolari'nin prensiydi adeta.

O değil de, her şeye rağmen Ronaldinho'suz dünya kupası olmaz. Tatlarından biri eksik kalır o turnuvanın. Duy sesimizi Dunga!

Goalkeepers: Julio Cesar (Inter Milan), Doni (Roma).

Defenders: Maicon (Inter Milan), Daniel Alves (Barcelona), Gilberto (Cruzeiro), Michel Bastos (Lyon), Juan (Roma), Lucio (Inter Milan), Luisao (Benfica), Thiago Silva (AC Milan).

Midfielders: Gilberto Silva (Panathinaikos), Josue (Wolfsburg), Felipe Melo (Juventus), Lucas (Liverpool), Kaka (Real Madrid), Ramires (Benfica), Elano (Galatasaray), Julio Baptista (Roma), Kleberson (Flamengo).

Forwards: Robinho (Santos), Adriano (Flamengo), Nilmar (Villarreal), Luis Fabiano (Seville).

7 Şubat 2010

Chelsea 2-0 Arsenal

İngiltere'de Premier League formatına geçildiğinden beri genel olarak 4 büyük takım izliyoruz. İsimlerini saymaya gerek yok artık. Bu süreçteki 18 sezonda "Big Four"u zorlayan birçok değişik ekip gördük. Son yıllarda yaptıkları çeşitli atılımlarla bu isimler Aston Villa, Tottenham ve Everton. Bu sezon lige çok kötü başlangıç yapan Everton, Arap sermayesi ile canlanan Manchester City'ye bu unvanını kaptırınca, ligin ilk 7 takımı hemen hemen tahmin edilebilir oldu. İşte bu 7 takım arasında oynanan maçlar şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi biletlerinin belirlenmesinde kilit rol oynuyor doğal olarak. Denk güçlerin oynadığı bu tip maçları kazanmanın öncelikli unsuru ise sağlam ve disiplinli bir defans kurgusuna sahip olmak. Bugün oynanan Chelsea - Arsenal maçına teknik analiz yerine bu açıdan bakmak daha doğru olacak.

Chelsea, bahsettiğimiz 7'li ile bu sezon ligde oynadığı 7 maçın 5'ini kazandı, diğerlerini kaybetti. Diğer bir deyişle %71'lik bir galibiyet oranı var. Daha çarpıcı olanı, ilk 4 sıradaki Big Four'un diğer üçü ile yaptığı 4 karşılaşmanın tamamını kazanmış olması. Arsenal cephesi ise ilk 7 ekip ile 9 maç oynamış ve galibiyet oranı Chelsea ile karşılaştırılamayacak kadar az; yalnızca %39. Hatta sadece ilk 4'ü hesaba alırsak bu oran %20'ye kadar düşüyor. Rakamlar yalan söylemez derler; kesin doğru bir çıkarım olmasa bile bu sefer de söylemiyor. Chelsea büyük maçlarda dahi defansif konsantrasyondan ve disiplinden kopmazken, Arsenal son 3 ayda oynadığı 3 büyük maçta birbirinin kopyası 4 gol yedi. Bir tanesi de bugünkü ikinci gol olmak üzere bu karşılaşmalarda kalesinde toplam 8 gol gördü. Böylece yeni yıla şampiyonluk ümidiyle giren Topçular, son üç maçtaki A. Villa - ManU - Chelsea üçgeninden yalnız 1 puan çıkararak Liverpool maçı öncesindeyken 3.lüğü hedefler hale geldi. Son durumda da ilk 7'nin ikisi herkesten birkaç adım önde yarıştan kopmuş oldu.

2012'de Milli Takım

Önceki birçok turnuvanın elemelerinde çok kolay ve çok zor gruplar görmüştük. Bu sefer öyle simsiyah veya bembeyaz bir tablo göremiyoruz. İspanya, Hırvatistan ve Fransa'nın olduğu gruplar bir adım öne çıkıyor o kadar ancak ölüm grubu olarak adlandırabileceğimiz bir durum yok ortada. Milli Takım'ın olduğu A grubuna bakarsak ilk gördüğümüz şey, deplasmanlardaki zorluğun nispeten az olacağı. Azerbaycan ve Kazakistan kardeş ülke gibiyken, diğerlerinde birçok gurbetçimiz olduğundan en azından tribünlerde taraftarsız olmayacağız. "Çıkabilir miyiz" sorusunu sormak yersiz geliyor çünkü 2000'lerin başındaki o müthiş özgüven artık iyice cılızlaştı Milli Takım'da. Kendini Goliath olarak gören, rakibi kim olursa olsun onu Davut yerine koyan medyamızın da kamuoyunu bu yönde etkileme gücü azaldı çünkü inandırıcı gelmiyor artık. "Çek bir Letonya" der evimize döneriz, o yetmez İsviçre'ye gayet nizami biçimde elenip adamları Saraçoğlu'nda tekme tokat döveriz, sonunda Djeko ve Misimovic parlar Bosna'nın altında kalırız. Futbol bu, her türlü sürprize açık ama 2002'den sonra hem kulüp hem de Milli Takım bazında yokuş aşağı gittiğimiz inkar edilemez. 4 aydır Milli Takım'ın teknik direktörsüz olması bu yokuşun dibidir, umarız ki daha da derinleşmez. Bu tabloda tek ümit kaynağımız ise belki tarihte hiç olmadığı kadar çekişmeli geçen Süper Lig. Ve bu rekabetin Milli Takım'a yansıma potansiyeli...

6 Şubat 2010

Liverpool 1-0 Everton

Maçın İlk 20 dakikasını izleyip sonra bir şekilde bırakmak zorunda kalan birisi, "tüh, kim bilir ne maç kaçırdım şimdi" diye hayıflanmıştır. Ama aynı zamanda yanılmıştır. Bu süre boyunca top bir Maviler'in, bir Kırmızılar'ın ayağındaydı. Hücum fırsatları yaratılıyor ama bir türlü net gol pozisyonu çıkmıyordu ortaya. Hatta bu durum maç geneline de yayıldı diyebiliriz. 20. dakikadan devre sonuna kadar gereksiz ve anlamsız bir sertlik vardı sahada. Bir oyuncu rakibine sert girdiyse hemen ardından rakip takımdan başka bir oyuncu tabir-i caizse öç almak adına "kontra faul" yaptı bir aralar. Hakem bu sertliği kontrol etmeye çalıştı ve bir yerde gidişe dur demek zorunda kaldı. Kyrgiakos'un atılması haklıydı bana göre ve maçın fazla tansiyonu orada düştü. Devre bitimine kadar iki takım da idareten oynadı diyebiliriz.

Henüz 35. dakikada 10 kişi Liverpool, galibiyetini takımca müthiş yaptığı defansa ve bireysel olarak Kuyt'a borçlu. Hollandalı takımını sadece hücumda canlandırmakla kalmadı. Kyrgiakos atıldıktan sonra stopere geçen ancak aynı anda sağ beki de kontrol etmeye çalışan Carragher'a defansta çok yardımları dokundu. Hatta golden birkaç dakika sonra defansından önemli bir pozisyonda top çıkardı.

Everton cephesinde ofansif anlamda sıkıntılar vardı. Bu durum katı ve disiplinli Liverpool savunmasıyla karşılaşınca Maviler maçı net bir pozisyon bulamadan bitirdi neredeyse. Donovan'ın da üstün bireysel çabaları olmasa ceza sahasına girmekte bile zorlanacaklardı. Fellaini son maçlarında olduğu üzere yine formda bir görüntü çizecek gibiydi ama sakatlanıp oyunu terk edince yerine giren Arteta çok verimli olamadı. Sakatlıktan yeni çıkan İspanyol henüz form tutamadı. Dolayısıyla Fellaini'nin atak başlatma ve rakip hücumlarını durdurmadaki becerisini, kısacası çift yünlü güzel oyununu aradı Everton.

Özetle, iki takımın hücumdaki hareketsizliği sonucu maç çoğunlukla orta sahada geçti. Bir şanssızlık olmadığı sürece iyi defans yapan tarafın en azından kaybetmeyeceği kısır bir maçtı ve gol büyük ihtimalle duran toptan gelecekti. Öyle de oldu.

5 Şubat 2010

Sakat Hargreaves

2008 Kasım'ında iki dizinden olduğu ameliyat sonrası halen sahalara dönemedi Hargreaves. 2006 Almanya'daki performansı sayesinde ülkesinin en iyi oyuncusu seçilmişti. Bunu da özellikle Gerrard ve Lampard'ın defansif yükünü hafifleterek onları ileri forse etmesiyle gerçekleştirmişti. Önümüzdeki yaz ise Güney Afrika'da olması çok zor. Zaten 1 yıldan uzun süredir oynayamıyor ve sezonun geri kalanında Manchester United'ın Şampiyonlar Ligi kadrosundan çıkarıldı. Haziran ayına kadar kendini kanıtlaması için maksimum 13-14 maç var önünde. O iki diz birden nasıl helak oldu bilinmez ama şanssızlık da böyle bir şey olsa gerek.

2 Şubat 2010

Pahalı Gedikliler

Ara transfer döneminin en ilgi çeken transferlerinden biri Robbie Keane idi. Kulübü Tottenham'dan İskoçya'ya, Celtic'e kiralandı. Kariyerinde Tottenham hariç hiçbir kulüpte uzun süreli kalamadı Keane. Hele Liverpool macerası evlere şenlik. Yine de her transferinde kulübüne para kazandırmayı başardı bir şekilde. Şu ana kadar Celtic'i saymazsak 6 kez kulüp değiştirdi ve bunlar sonucunda kendisine ödenen bonservis bedelleri toplamda 98 milyon €'yu buluyor. Ortalama 16 milyonu geçiyor yani. Bu rakam da bana Keane gibi bir oyuncu için her zaman fazla gelmiştir.

Robbie Keane'in toplam 98 milyonluk bonservis bedeli rekor değil. Bu konuda ilk akıllara gelen isim tabii ki Nicolas Anelka. Fransız, Liverpool'a gelirken ödenen kiralama bedelini çıkardığımızda bile 7 transferinde 113 milyon €'yu piyasada dolaştırdı. Bu arada bu rakamın sadece 5,5 milyonluk kısmı Fenerbahçe'den çıktı ki bu bir başarı sayılabilir.

Anelka'nın ardından Hernan Crespo geliyor. Çiçeği burnunda Parmalı, bugüne dek 121 milyon €'yu ceplerden çıkartmayı başardı. Üstelik bonservis bedeli ödenmeyenleri saymazsak bu meblağa sadece 4 transferde ulaştı. Aklımıza gelenler gediklilerden devam edersek Ronaldo'nun 100, Vieri'ninse 88 milyon €'luk vukuatı var. Tabii bir de 2. Galacticos'un yıldızları Cristiano Ronaldo ve Kaka var ki çok ayrı alemdeler. Ronaldo'nun sadece son transferi 94 milyon € bildiğiniz gibi! Öncekini de sayarsak toplam 112 milyona geliyor. Ekürisi Kaka ise 73 milyonluk masraf yarattı.

1 Şubat 2010

Glazer Kriterleri

Manchester United'ın muazzam rakamlara varan borçlarını ödemek adına 500 milyon £ değerinde tahvili piyasaya sürdüğünü yazmıştım. Buna dayanak olması açısından 322 sayfalık ikna edici bir döküman kulüp tarafından yayımlanmıştı. İçeriği gayet açıksözlü bir biçimde ele alınmış. İşte öne çıkan birkaç madde:
  • Alex Ferguson: Ardından takımı devralacak menajer onun kadar başarılı olmayabilir. Bu durum takım performansında direk yansıyacaktır.
  • Manchester City: Finansal açıdan çok daha güçlü durumdalar. Paranın bolluğu kurumsal bir yapı doğrultusunda verimlilik arz ederse çok daha iyi durumda olabilirler. Bu durum, kısa süre içinde saha içi performansa da yansıyacaktır.
  • UEFA Kriterleri: Yüksek oyuncu ve transfer ücretler, kriterlere uyumu zor hale getiriyor.
  • Ekonomik Çevreler: Kulübün piyasaya sürdüğü kurumsal biletlerin %16'sı satılamadı. Halen tam olarak düzelemeyen ekonomik göstergeler, gelir azalmasına sebebiyet verebilir.
  • Terörizm: Kulübün yüksek popülaritesi ve Old Trafford'un bir ikon olarak görülmesi sebebiyle terör riski de söz konusu olabilir.
Evet, sonuncu madde biraz ütopik olmuş sanki ancak ikinci madde tartışmaya çok açık. Doğruluğuna laf yok tabii ama her kulüp yöneticisinin diyebileceği bir söz de değil. Misal; Celtic'in çıkıp "Rangers'ın ekonomik ve sportif potansiyelinden çekiniyoruz" dediğini düşünebilir misiniz? Bizim memlekette hiç düşünemiyorum hele. Adamla dalga geçerler "rakibinden tırsıyorsun diye 500 milyon £ da aranılmaz ki" diye! Şaka bir yana, keşke Demirören en azından şu kadarcık kurumsal düşünebilseydi BJK hakkında...

Yetiş Gandalf

Beşiktaş Başkanı Sauron'un karşısında onunla adamakıllı mücadele eden bir Gandalf yoktu. O da güç yüzüğünü kolayca parmağında taşımaya devam etti. 3 yıl daha tüm Beşiktaşlı renktaşlarıma sonsuz sabır dilerim. 3 yıl sonra da bir Gandalf'ın yetişmesini isterim, kulüp daha fazla rezil olmadan evvel.

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...