Subscribe Twitter Twitter

31 Ocak 2010

Arsenal 1-3 Man. Utd.

Her şeyden önce İbrahim Altınsay'a değinmek gerek. Bu nasıl bir futbol sevgisidir? Zaten maç saatine doğru "hadi başlasın artık" modundayken bir de onun futbol aşkıyla dolu cümlelerini duyunca iyice gözlerimiz açılıyor ekran karşısında. Keşke bugünkü BJK kongresinde adaylardan biri olarak görebilseydik kendisini ama bu da başka bir konu olsun.

Maçın özellikle ilk 15 dakikası Arsenal'in sol, United'ın sağ kenarında geçti. Bu durum ilk devre boyunca sıklıkla devam etti. Arshavin ve Nasri şanssız günlerinde olmasa öne geçen taraf Arsenal olabilirdi ancak Nani bu bölgede Clichy'ye resmen fazla geldi. Attığı golü tekrarlarıyla birlikte en az 4 defa izledim ancak o vuruş tarzını halen anlayamadım. Islıklar eşliğinde atılan enfes bir gol oldu. United'ın takım oyununa önemli etkisi olan aktörlerden başrolü Carrick aldı. Orta sahada bir kale gibi durdu ve hem rakip ataklarını kesen, hem de takım ataklarını başlatan adam oldu.

Rooney için de söylenecek çok şey var aslında. Geçmişinde kısa bir boks kariyeri olan, çok hırslı ve yetenekli birinin neler yapabileceğini göstermekle kalmıyor; adeta ezberletiyor bize her maç. Kesinlikle yıkılmıyor çünkü gerçekten çok çok güçlü. Altınsay'ın maç içinde söylediği gibi ayağı kırılmadıkça oyundan çıkmayacak birisi o.

Bugün iki takım arasındaki farkı belirleyen etken defansif konsantrasyon oldu diyebiliriz. Arsenal ne zaman rakibin üstüne gitse, bol pas yapmasına rağmen defansı yıpratamadı. Daha doğrusu United mükemmel disiplini sayesinde neredeyse hiç izin vermedi. Buna bir de Arsenal ileri üçlüsünün hiç de gününde olmamasını ve orta sahayı rakibe kaptırmasını eklersek farkın açılmasını daha iyi anlayabiliriz. Manchester United ise kaptığı topları çok verimli kullandı ve hemen rakip yarı sahaya aktararak hızlı çıkmayı başardı. Böylece zaten mükemmel organize olamayan Arsenal defansını gafil avladı. 2. ve 3. gol tam olarak bu şekilde gerçekleşti. Hatta Emirates'te oynanan ve 3-0 kaybedilen Chelsea maçında da benzer golleri yemişti Topçular.

26 Ocak 2010

At(la)ma Ronaldo...

"İngiltere'deyken kendimi yere atmamak ve hile yapmamak üzere eğitildim". Bu sözleri söyleyen kim olursa olsun "vay be, helal" tarzı bir karşılık verir çoğu kişi. Ancak sözün sahibi C. Ronaldo olunca verilen tepki de 180 derece değişiyor. Kaynak The Sun olunca bir soru işareti takılıyor kafamıza ama bunu gerçekten söylemişse milleti avanak yerine koymuş Ronaldo. Yeteneği sadece futbol içinde sınırlı değil, atlama konusunda da doğuştan gelen becerisi var. Hatta bunun adına sağda solda bir sürü geyik video dönüyor, rastlamışsınızdır. Son olarak İngiltere'de müthiş öğrendiği atla(ma)ma dersleri için buna, şuna ve ona tıklayabilirsiniz.

25 Ocak 2010

Vefakar 11

Ütopik 11 serimizde bu sefer kulübünde altyapıdan beri halen düzenli forma giyen, tüm kulüp çevresi ve taraftarınca sevilen, nam-ı diğer "bayrak adam"ların ilk 11'ini kuralım. Tutarlı olması açısından yaş limitini en az 25'te tuttum ki minimum 5 yıl oynamış olsun. Kadro klasik 4-4-2 formatında dizildi ve pek de sağlam oldu açıkçası.

Iker Casillas (GK / 28): John Benjamin Toshack'ın Real Madrid'te kısa süren ikinci dönemindeki en olumlu şeydi Casillas. Bir röportajında değindiği üzere, topun onun üzerine basit bir şekilde bil olsa her gelişinde soğuk terler dökmüş Galli hoca.

Jamie Carragher (DR / 31): Liverpool'da taraftarın gözbebeği ve 13 yıldır defansın vazgeçilmezi durumunda. Kulübüyle kazanamadığı tek büyük kupa lig şampiyonluğu. Öyle de kalacak gibi görünüyor.


Philipp Lahm (DL / 26): Kadronun en genç isimlerinden biri ama onun bile kariyerinde Almanya ile Dünya 3.lüğü ve Avrupa 2.liği var. EURO 2004'teki genç ama tecrübesiz Almanların yıldızlarındandı. Yeteneğini ilerletmeyi başardı.

Carles Puyol (DC / 31): Yıllardır Barça'da, yıllardır dünyanın en iyilerinden, yıllardır da takım kaptanı, yıllardır istikrarlı biçimde sahada. Bu yaz İspanya ile dünya şampiyonu olursa tek eksiği UEFA Kupası olacak.

John Terry (DC /29): Tam bir lider. O da dünyanın en iyilerinden ve sanırım o da bunu kulüp ve saha içi performansına borçlu. Tabii ki karakterine de...

Andres Iniesta (AMR / 25): Takımın en genci olan Iniesta masum suratı, mütevaziliği, sadakati ve tabii ki müthiş oyun zekasıyla Barcelona taraftarının sevgililerinden biri. Daha uzun yıllar kulübüne hizmet edecek olmaması düşünülemez gibi...


Ryan Giggs (AML / 36): Bir takımda 20. yılını geride bırakmak... Hiç de az sayıda olmayacak kadar takım arkadaşına "ben senin yaşın kadar bu takımda top oynadım" diyebilecek bir tecrübe... Ve halen sol kulvarda çok etkili.

Steven Gerrard (MC / 29): İlk adını duyurmaya başladığında Owen'ın gölgesinde kalmış olsa da, şu anda mevkiinin marka adamlarından biri resmen. "Çift yönlü orta saha" dendiğinde aklımıza ilk gelenlerden biri. Liverpool kaptanı, kulübün son 10 yıldaki tüm irili ufaklı başarısında baş roldeydi.

Xavi (MC / 30): Kusursuz Barcelona orta sahasında Guardiola'nın halefi, Iniseta'nın selefi oldu Xavi. Selefi ile beraber Barça'nın sempatik yüzü o. Fazla göze batıp popüler olmadan dünyanın en iyileri arasında giren ve bunu hep aynı takımda başaran nadir oyunculardan biri.

Francesco Totti (FC / 33): İşte Roma'nın ağası! Takımındaki en büyük başarısı 2001'deki tek lig şampiyonluğu olsa da hiç ayrılmayı düşünmedi. Tam bir Roma aşığı olduğunu yıllardır kanıtlıyor zaten.


Raul (ST / 32): "Bayrak adam" tabirini geçen sezona kadar en çok Maldini'ye yakıştırırdık. Bu sene o bayrağı Raul aldı işte. Real Madrid formasına o kadar alıştı ki, o taraftara bir gol hediye etmek belki de dünyada onu en mutlu eden şey durumunda. Beyazlar içinde 729 maçta attığı 321 gol bunun en büyük kanıtı.

Milan Jovanovic

Adı bizim buralarda uzun süre Fenerbahçe ile anılan Standard Liege'li Jovanovic'in Ada'dan talibi çıktı. İngiliz Daily Express gazetesine göre Liverpool, Sırp golcüyü sezon sonunda bedavadan kadroya katmak için 3+1 yıllık sözleşme önermiş bile. İngiliz ekibinin borç harç içinde olduğunu biliyoruz ama eğer amaç Torres'i iyi fiyata elden çıkarıp Jovanovic ile idare etmekse, seneye Anfield'ta kalite daha da düşmüş olacak. Tabii Torres satılmazsa arkasında iyi idare edebilecek bir yedek bulunmuş olacak.

Avrupa'da Gol Krallığı


Rooney (Man. Utd.) 19 gol
Messi (Barcelona) 15 gol
Di Natale (Udinese) 13 gol
Kiessling (Leverkusen) 12 gol
Nene (Monaco) 12 gol


24 Ocak 2010

Hürriyet.com

Kar Tatili

Bu ülkenin iç ve doğu kısımları kış mevsiminde çoğunlukla buz gibi ve kar altında. Ligin ikinci yarısının önemli kısmında hava durumu, bu bölgelerde sahayı ve maç kalitesini direk etkiliyor. Batıda ise, özellikle denize yakın olan şehirler yılda birkaç kez kar görüyor. Devlet Meteoroloji İşleri'nin sitesinden istatistiksel olarak görüldüğü üzere, buralarda yılın en soğuk ayları Ocak - Şubat civarı. En çok yağış alan üç aydan ikisi de onlar. Birkaç gün de olsa bu yağışlı ve soğuk hava birleşince yoğun kar yağıyor malum. Zor bir durum değil. Bu gerçekler ortadayken uzun zamandır yılın tam bu günlerinde kar yüzünden ertelenen maçlara şahit oluyoruz. 321 milyon $'lık "süper" ligimizde ne yazık ki pek bir önlem yok bu duruma karşı. Halen Ankara, Sivas ve Kayseri haricinde alttan ısıtmalı saha bulunmuyor (atladığım varsa düzeltin). Üç büyükler de sözde Avrupa kulübü olma yolunda pek gerek duymuyor buna herhalde. Oysaki her takım sadece eşit dağılımdan bile yılda 6,5 milyon $'a yakın para kazanıyor ve sahaya alttan ısıtma sistemi yaptırmanın maliyeti bunun yaklaşık 10'da biri.

Federasyonun görevi bu ülkede futbolu korumak ve geliştirmekse ortada büyük eksiklikler var. Altyapı sistemi ve finansal kontrol kısmına hiç değinmiyorum bile, şimdilik. Ancak bu ligin kalitesi korunacaksa ve 321 milyon $'ın altı gerçekten doldurulacaksa, en öncelikli unsur olmasa bile saha koşulları atlanmamalı. Seyirciler bozuk sahada ayağı takılan, gölcüklerde çırpınan, buzda sakatlanma riski geçiren futbolcuları izlemek zorunda bırakılmamalı.

Kahraman Jo

Garip bir halkız gerçekten. Ülke olarak bir denge noktamız yok sanki. Ya çok seviyoruz, ya nefret ediyoruz. Birini / bir şeyi ya göklere çıkarıyoruz, ya da yerlere vuruyoruz çoğu zaman. Bunun en bariz örneklerinden biri, ülkemize gelen yabancı futbolcuyu her kim olursa olsun süper kahramanmış gibi karşılamak. Resimdeki Jo'nun surat ifadesi çok şey anlatıyor aslında. "Ben böyle karşılanıyorsam Henry, van Nistelrooy falan gelirse n'olur?" diye sormuş mudur acaba kendi kendine?

İngiltere'deki performansı bir forvet adına iç açıcı olmasa da kalitesi belli bir futbolcu Jo. Baros'un yokluğu ile Nonda'nın formsuzluğunda üzerinde büyük bir yük olacak ve tüm kamuoyu kendisinden az zamanda çok iş bekleyecek. Avrupa'da oynayamayacak ve bu durumda onun tek platformu olan ligdeki en ufak hatasında yoğun eleştiri alacak. Hava alanındaki karşılamadan sonra kim bilir egosu ne kadar tavan yaptı kaçınılmaz olarak. Şu anda kendini bu takımda ihtiyaç duyulan adam olarak da hissediyordur muhtemelen. Bu rüzgarı arkasına alabildiği takdirde, şansı da yaver giderse uyum sorunu yaşamadan başarılı olabilecek biri Jo. Tabii bunun için önce bulutlardan çimlere iniş yapması gerek...

21 Ocak 2010

Zico'nun Laneti

Zico, Fenerbahçe'den ayrıldıktan sonra başına geçtiği 3. takımı olan Olympiakos'tan da ayrıldı. Sadece 1,5 sezon içinde irili ufaklı üç kulübün eleğinden geçip ayağının tozuyla dönüş bileti almak biraz başarısızlık, biraz da şanssızlık içeriyor olsa gerek. Japonya gibi bir ülkeden gelip Fenerbahçe'ye lig şampiyonluğu ve Şampiyonlar Ligi çeyrek finalini yaşatan bir teknik adam için bir sonraki durak kalburüstü bir Avrupa kulübü olmalıydı. O ise Bunyodkor, CSKA ve Olympiakos üçgeninin dış açısı durumunda artık.

Fenerbahçe'deki ilk sezonu çoğunlukla alışma süreci olarak geçse de ertesi sezon gayet akılcı bir oyun oynatmıştı. Adına uğursuzluk mu denir bilinmez ama onunla beraber bu ekibe katılmış, onun döneminde parlamış veya ayrılmış oyuncuların önemli kısmı da lanetli gibi. Zico ile kulübeden sahaya geçiş yapan Semih, Kadıköy'den kopmak üzere. Edu ve R. Carlos ayrıldıkları gün kulüp yönetimine saydırdılar. Tümer ve Tuncay askerlikten yırtmak adına Larisa ve Stoke City'de. Kezman'ın kariyeri nereye gidiyor belli değil. Kazım twitter ve kelepçe manyağı oldu, Fransa yollarında. Ümit Özat sahada ölüm tehlikesi atlattı ve futbol hayatı beklenenden erken bitti. Maldonado yokları oynadı ve zil takılarak yollandı. Uğur Boral ve Deivid hızlı düşüşte. İlhan Parlak ise bir türlü parlayamadı...

Görünen o ki, hiç yere Fenerbahçe'den ayrılan Zico'nun ardından garip bir uğursuzluk dolanıyor Kadıköy'de.

20 Ocak 2010

2009'un 11'i

uefa.com'un oylamasındaki kazananlar belli oldu. Xavi, Iniesta, Messi ve Guardiola'yı seçmeyenin adeta sopayla kovalanacağı bir anketti. Gerisi tartışılır. Şahsi tahminimle tutmayan oyunculardan Casillas ve Dani Alves'in seçilmesinde popülaritelerinin fark yarattığını düşünüyorum. Julio Cesar ve Maicon artık giderek gözden (ve gönülden) uzaklaşan Serie A'da oynuyor olmanın kurbanı oldu. Performans açısından daha öndeydiler halbuki.

Kadroda Guardiola dahil olmak üzere 10 La Liga temsilcisinin yanında sadece 2 Premier League futbolcusu varlık gösterebilmiş. Bu liglerden de sadece Barcelona ve Real Madrid ile Man. United ve Chelsea var. İki "en üst seviye" ligin ikişer en iyi ekibi... Platini futbolda dengeli güç dağılımından mı bahsediyordu?

19 Ocak 2010

Yaz Transferleri

Bugün Daily Star gazetesinde yer alan "Rooney Barcelona yolunda" haberini okumuşsunuzdur. Doğrusu her iki kulüp için de kârlı bir anlaşma olabilir gerçekten. United'ın borç durumu, Barça'da da Henry'nin beklenti altı performansı ortada. Bu transfer gerçekleşirse tamamen hayal ürünü ve Fotomaçvari bir senaryo yazabiliriz:

Rooney Barcelona'ya giderse burada yeri zora giren Henry, eski kulübü Arsenal'in yolunu tutabilir. Manchester United ise transferden gelen yüklü miktarda parayı, ki 2,5 ay önceki bir haberde 85 milyon £ gibi bir rakam zikredildi, çoğunlukla borç ödemek adına kullanır. Yine de salt Owen ve Berbatov'un varlığıyla iyice verimsizleşen forvet hattına bir Villa olamasa da Dzeko alınabilir.

Olur mu, olur...

17 Ocak 2010

Sayılarla Messi

Son 3 lig maçında attığı 7 golle Messi, bu süreçte Barcelona'nın attığının %58'ini tek başına oluşturdu. Sezon başından itibaren lig, kupa ve Şampiyonlar Ligi'ne bakacak olursak Barcelona toplamda 28 maç oynadı ve bunlardan 23'ünde sahadaydı Messi. 11'inde ağları bulmayı başardı ve Barcelona bu 11 maçtan biri hariç (Dinamo Kyev deplasmanı) hepsini en az 2 farklı kazandı. Öte yandan Messi'nin oynayıp gol atamadığı 12 maçın sadece 2 tanesini 2 farkla önde bitirdi Katalanlar. Geriye kalan ve Messi'nin sahada hiç görev almadığı 5 maçta da sadece 2 defa (Nou Camp'taki Inter ve S. Gijon maçları) farkı 2'ye çıkarabildiler.

Sayılar yalan söylemez. Messi olmadan Barcelona'nın vasat bir takım olduğunu da söylemiyoruz. Gerçekten iyi işleyen ve tek başına hiçbir oyuncuya bağlı olmayan bir sistemi var Katalanların. Ancak yukarıdaki istatistiklerin ifade ettiği şudur ki, Messi olmadan da Barcelona kazanan bir takım. O sahada olduğunda ise halihazırda lezzetli olan bir pastanın üstündeki krema hüviyetine bürünüyor. Kısaca Barcelona'ya olağanüstü değer katan ve sistemini mükemmel biçimde tamamlayan bir oyuncu Messi.

16 Ocak 2010

Sponsor Arena


İngiltere'de Bolton'un Reebok ve Arsenal'in Emirates örneklerinin ardından Liverpool da yeni stadının isim hakkı için bir sponsorla anlaşılacağını açıkladı. Stat ismi için sponsorla anlaşmak ABD'de gayet yaygın bir durum. Buna ek olarak bir de şehir halkından vergi yoluyla toplanan para sayesinde kulüpler neredeyse bedavaya yeni ve modern bir stat yaptırabiliyor. Mesela George W. Bush, 90'ların başında siyaset arenasına çıkmadan evvel Texas Rangers adlı beyzbol kulübünün sahibiyken bu yola başvurmuştu. Hatta şehir halkını ikna etmek adına, referandumdan olumsuz yanıt alması durumunda kulübü başka bir şehre taşımakla tehdit etmişti! Kısacası Bush'un gittiği yere demokrasi götürme tarzı işte o günlere kadar uzanıyor.

Bush'unki çok uç bir örnek tabii ama ABD'de beyzbol, basketbol ve buz hokeyi sporlarında statlara sponsor ismi vermek çok genel bir durum. Avrupa'da ise Almanya, bu sayede belki de kıtanın en modern ve konforlu statlarını inşa etti. B. Dortmund'un Signal Iduna Park'ı, Bayern'in Allianz Arena'sı, B. Leverkusen'in BayArena'sı, Wolfsburg'un Volkswagen Arena'sı, Schalke'nin Veltins Arena'sı ve daha nicesi sayesinde Almanlar tribünlerini doldurmayı başardılar. İngiltere'de Arsenal, 60.000 kişilik yeni stadını yaparken isim hakkı için 15 sezonluğuna Emirates ile anlaştı. Üstüne bir de 8 yıllık forma reklamını ekleyerek toplamda 100 milyon pound'u cebine koydu. Bunun da katkısıyla Arsenal, geçtiğimiz yıl Premier League'in 4 büyüğü arasında kâr edebilen tek kulüp oldu.


Futbolun bir endüstri olması iyiden iyiye tartışılıyor son yıllarda. Stat sponsorlukları da bu konuda önemli bir nokta. Her şey para değil tabii ama endüstriyel futbola tamamen romantik bakmak da doğru değil. Mesela The Emirates veya Allianz Arena denince kaç futbolseverin aklına Arsenal veya Bayern'den önce ilk olarak o şirketin profili geliyor? Hadi çok uzağa gitmeyelim. Yıllarca Beşiktaş'ın formasında taşıdığı Beko'yu herhangi bir yerde görünce birçok taraftarın aklına o markadan ziyade Beşiktaş gelmiştir. Yine 4 büyük kulübümüzün Avea ile yaptıkları GSM operatörü anlaşmalarında sponsor markadan çok kendileri merkezde yer alır.

Durum şu ki, sponsor ismi verilmiş yeni bir stat yapıldığında sadece ilk birkaç ay, belki de bir sezon boyunca sponsor ismi ön plana çıkar. Alışma süresi geçene kadar yani. Sonrasında ibre yine kaçınılmaz biçimde bağlı olunan kulübe döner. Romantik bir bakış açısıyla sponsor bu sayede kulüp üzerinden birçok fayda sağlıyor olabilir. Kulüp taraftarının önemli kısmını müşterisi haline getiriyor da olabilir. Ama bunların hiçbiri o stadın mazisini silmeye ve ruhunu öldürmeye yetecek ögeler değil bana göre. Taraftar kulübüne bağlı olduğu sürece mazisi de hatırlanır, tribünün ruhu da yaşamaya devam eder. Kısacası kulüp halen taraftarın kulübüdür. Sadece akıllardaki önyargıları yıkmaktır önemli olan, gerisi fazla romantizme girer. Bush'un müthiş demokratik vergi toplama yoluna gidilmediği sürece tabii...

Wenger Stili

Arsene Wenger'in dünyanın her köşesinden yetenek transfer edebildiğini herkes biliyor. Bu konuda artık parmakla gösterilen bir guru oldu. Yalnız Wenger'in bu konuda canını sıkan nokta, İngiltere'de Avrupa Birliği dışından bir oyuncu transfer ederken FA'den çalışma izni almanın zorunlu olması. Bu doğrultuda, transfer edilecek oyuncunun son 2 yılda ülkesinin A milli takımının oynadığı maçların en az %75'inde sahada olması gerekiyor; tabii sakatlığı bulunmadığı sürece. Ayrıca futbolcunun ülkesi, son 2 yılın ortalaması baz alındığında FIFA Dünya Sıralaması'nda ilk 70'in içinde olmalı. Bu şartlara uymayan oyuncu haliyle reddediliyor. Bu durumda yeni kulübünün, oyuncunun yeteneği konusunda FA'i ikna edici bir itirazda bulunması gerekiyor.

Çalışma izni konusunda Wenger kendi tarzında bir çözüm yolunu buldu bile. FM'cilerin yakından tanıdığı resimdeki Carlos Vela, 2006 Ocak'ında Arsenal'e geldiği gibi Celta Vigo'nun yolunu tutmuştu. Sonraki 2 sezonu yine İspanya'nın Salamanca ve Osasuna takımlarında kiralık olarak geçiren Vela, geçen sezonun başında Arsenal'e geri döndü. 5 aylık Celta Vigo macerasını saymazsak, İspanya'da geçirdiği 2 tam sezonda toplam 64 maça çıktı Vela. Daha 20 yaşında olmamasına rağmen toplam 11 gol ve 19 asiste imzasını atıverdi. Bu istikrarlı performansı Meksika Milli Takımı'ndaki kariyerine de yansıdı ve o tarihten bu yana 22 maça çıktı. Tüm bunlar, Wenger'in FA'i ikna etmesine yeterli olmuş görünüyor ki Meksikalı oyuncu Arsenal'deki 1,5 sezonunda şimdiye dek toplamda 42 maça çıktı bile.

Carlos Vela konusunda uyguladığı stratejiyi yeni oyuncusu Galindo için de tekrarlayacak Wenger. Bolivyalının tekniği, zekası ve oyun vizyonundan zevkle bahsediyor; ki "o diyorsa doğrudur" diyebiliriz. 17 yaşındaki orta saha oyuncusu ile henüz sözleşme imzaladı ve İspanya'da kiralık oynayabileceği bir takım aradıklarını resmen açıkladı. Yabancı oyuncu konusunda bu örnekler ortadayken gel de buradaki Schildenfeld, Carrusca ve daha nicesine bakıp da dert yanma şimdi.

13 Ocak 2010

Yeter, Malcolm Glazer Yeter!


Bizim kulüplerimizin kötü yönetildiğini söyleyip duruyoruz her fırsatta ancak bu durum dünya devlerinin de başına gelebiliyor pekala. Toplamda 700 milyon £ borcu bulunan Manchester United'ta kalkıp Alex Ferguson'a dil uzatacak halimiz yok ama Glazerlar 2005'te kulübü satın aldığından bu yana idari anlamda iyileşen pek bir şey yok. TV gelirleri, maç günü gelirleri ve ticari gelirler artmasına rağmen oyunculara ödenen ücretler de %32 artarak 121 milyon £ oldu geçtiğimiz yıl. Buna yılda milyonlarda £'u bulan faiz ödemelerini ve yanlış finansal tahminlerden doğan zararları da eklersek durum pek de iç açıcı görünmüyor.

Yakın zamanda bir bildiri yayınladı Glazer Ailesi ve bu borcun bir kısmını finanse etmek adına piyasaya 500 milyon £'luk tahvil süreceğini açıkladı. Aynı bildiride bahsedilen ve daha tepki çekici olan ise, United'ın Carrington idman sahasını elden çıkarabileceği durumu. Buna göre Glazerlar Carrington'ı bir şirketleri adına satın alabilecek ve onu United'a kiralama hakkına sahip olacak. Amerikalı iş adamları adına, kulübe para enjekte etmenin daha teminatlı bir yolu diyebiliriz bunun için.


Kısacası yakın vadede kulübü zora sokacak ne varsa yapıyor neredeyse Amerikalılar. Ferguson'dan sonra kulübü devralacak olan menajer, 100 milyonlarca £ borç giyotininin ve ödenmesi gereken 500 milyon £ tahvil karşılığının altında bulacak bir anda kendini. Glazerların (bildiride yazdığı üzere) iyice çekindiği Manchester City'nin büyük finansal gücü sayesinde büyüme potansiyelinin iyice arması, bunun karşılığında United'ın sahip olduğu bir idman sahasının bile olmaması ihtimali de durumu hepten vahim hale getiriyor. Tüm bunlar göz önündeyken bir de Glazer Ailesi'nin geçtiğimiz yılın yönetim masrafı olarak kulüpten 20 milyon £'u cebe indirmesi, taraftarı iyice çileden çıkarıyor haliyle.

Delikanlı Terry

Desailly'nin Chelsea'den ayrılmasının ardından henüz 24 yaşındayken takım kaptanı olmuştu John Terry. Tesadüfen olan bir durum değil tabii ki bu. İnsan lider olarak doğarsa doğar, yok öyle değilse biraz daha zordur o iş. Terry de lider doğanlardan; zira 20'li yaşlara yeni adım atmışken oynanan bir Reserve League maçında top kaybeden Gianfranco Zola'ya saha ortasında bağırmış. Küçük bir örnek olabilir bu ama Zola'nın halen Chelsea taraftarları tarafından tüm zamanların en sevilen yabancı oyuncusu olduğunu düşünürsek, 21-22 yaşındaki bir gencin bu cesareti bulabilmesi sıradan bir durum değil. Bunu gören o zamanın Chelsea menajeri Vialli de maçtan sonra cesaretinden dolayı tebrik etmiş genç Terry'yi. Tamamen benzer bir durum olmasa da, bizim buralarda böyle vakaların sonucu terlik kavgasına dönüşüveriyor!

11 Ocak 2010

Sivas'ta Bir Güney Afrikalı

3 Büyükler transfer yapmıyor konuşamıyoruz, bari Anadolu'dan göze batanlara bakalım. Sivasspor Teknik Direktörü Muhsin Ertuğral, ikinci memleketi sayılan Güney Afrika'dan ilk transferini gerçekleştirdi. Blackburn'de bu sezon sadece iki Reserve League maçına çıkan orta saha oyuncusu Elrio van Heerden Sivas'ta. 26 yaşındaki arkadaşın daha önce Club Brugge ve Kopenhagen'da da oynamışlığı, daha doğrusu takılmışlığı var. Aynı zamanda Güney Afrika Milli Takımı'nın da oyuncusu ancak istatistikleri pek parlak görünmüyor; son 5 sezonda hepsi dahil toplam 80 maç diyelim, adını siz koyun. Yine de ligimizin mantıklı, deneyimli ve öyle ya da böyle kariyerli adamları arasından öne çıkan Ertuğral'ın bir bildiği vardır diyoruz.

10 Ocak 2010

Urs Mayer

Prof. Mario Zagallo


Brezilya, bugüne kadar düzenlenen 18 Dünya Kupası'nın hepsine katılan tek ülke konumunda halen. Bunların tam yedi tanesinde resimdeki "Profesör" lakaplı Mario Zagallo'nun payı var. 1958 ve 62'de kupayı kaldıran kadronun önemli bir parçasıydı. 1970'te bu sefer şampiyon Brezilya'nın teknik direktörüydü. Aynı sıfatla ülkesini 74'te dördüncü, 98'de ikinci sıraya yerleştirdi. Ayrıca 1994 ve 2006 yıllarındaki kupada Parreira'nın yardımcılığını üstlendi. Tüm bunlardan önce, Maracana'daki 1950 Dünya Kupası finalinde stat görevlisi olarak bile rol aldı! Kısacası bir futbol adamının geçebileceği tüm yolları adım adım dolaştı.

Taktik anlamda Zagallo, elindeki kadroyu adeta bir satranç ustası gibi en iyi şekilde değerlendirme yeteneğiyle bilinir. 1970 Dünya Kupası'nda oyuncularının da görüşleri doğrultusunda yarattığı anlayış ile rüya gibi bir oyun izletti. Hücumcu beklere hiç olmadığı kadar önem vermiş ve bu sayede 5-3-2 ile 3-5-2 arasında rahatça esneyebilen bir taktik geliştirdi. Böylece gelecekte Cafu, Leonardo ve R. Carlos gibilerinin önünü açmış oldu.


Halen her Brezilyalı futbolcunun kulübeye bakıp gördüğünde ilham aldığı bir adam Zagallo. Geçmişle bugün arasında bir tecrübe köprüsü adeta. O kadar parlak bir kariyerin ardından 1994 ve 2006'da Parreira'nın yardımcı teknik direktörü olabilecek kadar mütevazi aynı zamanda. İşte bizim buralarda örnek alınması gereken nokta tam da bu. 2 aydan uzun süredir milli takıma teknik direktör arıyoruz. Tam bir sistemsizlik içinde... Kaç kişi düşünüyor ki gelen kişinin neyi ne şekilde değiştireceğini? Futbolumuzu yönetenlerden kaçı kalıcı bir ekol peşinde? Tamam, futbol tarihimiz Zagallo gibi bir tecrübeyi yaratacak kadar derin ve eski olmayabilir. Yine de teknik kadro içinde onunkine yakın bir tecrübeyi genç ve dinamik bir ekiple harmanlamaktır doğru olan. Aynı zamanda geleceğimizi kurtaracak olan... Mesela birinci adam olarak Rıdvan veya şu yazının son paragrafında belirttiğimiz bir isim gelse, yanına da derin tecrübeli bir teknik direktör eskisi otursa fena mı olurdu? Ama Türkiye'de ikinci adam olma tevazusunu zevkle gösterecek böyle biri çıkar mı ki?

9 Ocak 2010

Jesus Navas

Son 5 sezonda İspanya'nın dev takımlarına kafa tutan ve bunu istikrarlı bir şekilde sürdüren bir ekip Sevilla. Juande Ramos ile kazanılan iki UEFA Kupası ve bir Süper Kupa, buz dağının sadece görünen yüzüydü. Bu kupaların yanına oturmuş bir oyun anlayışını ve mükemmel işleyen bir altyapı sistemini eklemeyi başardılar. Üstelik bu felsefeyi Juande Ramos ayrıldıktan sonra da devam ettirebildiler. Teknik direktöre bağlı bir ekip olmaktan ziyade sisteme değer veren bir kulüp olmayı tercih ettiler kısaca. Bu sistemin önemli bir parçası olan altyapı, bahsettiğimiz 5 yılda gayet başarılı isimler yetiştirdi ve daha büyük takımlara iyi paraya satabildi. Sergio Ramos, Julio Baptista, Daniel Alves, Seydou Keita gibi oyuncuların satışından toplam 100 milyon Euro'ya yakın gelir elde etti Sevilla. Bu futbolcuların yanına bir isim daha eklenebilirdi ancak transfer spekülasyonlarında şimdiye kadar hiç duymadığımız bir sebepten ötürü kulübünde kalmaya devam ediyor: Jesus Navas.

2004/05 yılında 19 yaşındayken takımda görev almaya başladı Navas. Hemen ertesi sezon Sevilla'nın sağ kanadında değişmez isim haline geldi ve iki sezon üst üste kazanılan UEFA Kupası'nda önemli rol oynadı. Bugüne kadar takımıyla (lig, kupa ve Avrupa dahil) 221 maça çıkan Navas'ın 20 golü ve 37 asisti bulunuyor. İspanya Milli Takımı ile genç takımlar seviyesinde mücadele etse de, rahatsızlığı yüzünden 2 ay öncesine kadar A Milli olamadı. İşte büyük kulüplerin onu transfer etmesine engel olan sebep, Navas'ın panik atak hastası olmasıydı. Evinin çevresinden uzaklaştığı zaman rahatsızlığı iyice ön plana çıkıyordu üstelik. Böylece ilk yıllarda uzak deplasmanlara gitmekte zorlandı. Bu sezon başında Sevilla ile ABD'deki hazırlık kampına gitmekte de tereddüt etti. Artık canına tak etmiş olmalı ki rahatsızlığıyla mücadele etmeye başladı Navas. Takımıyla ABD'deki kampa katıldı ve milli takımı ile Avusturya ve Arjantin karşısına çıktı.

Jesus Navas şu anda 24 yaşında. İstikrarlı ve etkileyici performansını bu sezon da sürdürüyor. Önümüzdeki yaz büyük ihtimalle İspanya'nın Dünya Kupası kadrosunda yer alacak. Üstelik panik atağını yenmeye başladıkça kendine güveni de iyice artacak şüphesiz. Dolayısıyla kısa süre içinde onu artık çoktan hak ettiği sıçramayı yaparken izleyebiliriz.

Futbolun Adaleti

Bugün yenilediği sözleşmesiyle Danimarka Milli Takımı'nın başında 2012 yazına kadar kalacak Morten Olsen. 2000 yılında devraldığı görevinin 10. yılında şu anda. Bu süre boyunca ekibini 2002 Dünya Kupası ile EURO 2004'e götürdü. İkisinde de gruptan çıkmasına rağmen sonrasındaki ilk maçta pek direnç gösteremeden elendi. Ekim ayında da grubunu lider tamamlayarak Güney Afrika biletini kaptı.

10 yıldır aynı teknik adamla çalışan Danimarka, her turnuvada fırtına gibi esmese de istikrarlı ve disiplinli bir ekip görüntüsü çizmekte. Elindeki kaynakları gayet iyi değerlendiren bir yönetim anlayışı var ortada. Bu süreç boyunca Türkiye Milli Takımı 3 teknik direktör değiştirdi. İlk anda her insanın aklına Türkiye'nin daha istikrarsız olduğu geliyor; ki sahadaki oyun açısından da doğrudur haliyle. Sonuca bakacak olursak durum farklı; 2002 Dünya Kupası ve EURO 2008'de yarı final... Halbuki ne verimli kullanılabilen bir jenerasyon, ne oturmuş bir oyun konsepti, ne de halihazırda bir teknik direktörümüz var! Futbolun adaletsizliğine bir örnek daha işte...

6 Ocak 2010

Freddy Adu

Çok genç yaşta yeteneğini gösterme fırsatı bulup bir anda medyanın ve tüm kamuoyunun ilgi odağı haline gelen, sonrasında daha olgunlaşamadan aynı hızla dibe vuran futbolcular vardır. Freddy Adu bunların en güncel olanı işte. 6 yıl önce daha 14 yaşındayken maç videoları internette dolaşır olmuş, adı "Yeni Pele"ye çıkmıştı. Hatta 2006'da iki hafta boyunca Manchester United ile deneme idmanlarına katılmıştı. DC United'tan ne zaman Avrupa'ya geleceği şiddetle sorgulanırken 2007 yazında Benfica'ya transfer oldu Adu. O sezon ligde yalnız 11 maçta 138 dakika görev aldı. Çok abartılan yeteneğinin altını henüz dolduramamışken ertesi sezon kendini kiralık olarak Monaco'da buldu. Buradaki performansı öncekini de arattı; 9 maçta sadece 97 dakika. Adı yeteneğinden önce gelen Adu'nun şöhreti, kısır futboluyla beraber iyice gerilemişti artık. Bu sezon başında Benfica'ya geri döndü ve ayağının tozuyla Belenenses'e kiralandı. Aralık ayına kadar yalnızca 3 maçta part-time görev aldı ve asıl kulübünün kapısına tekrar geldi. Bu istikrarsızlık Benfica'nın da canına tak etmiş olacak ki onu şimdi de Yunan ekibi Aris'e, hem de 18 aylığına kiraladılar. Adu'ya yeni kulübünde başarılar diliyor, Ramiz Dayı'yla karşılıklı bir rakı içmesini tavsiye ediyoruz.

5 Ocak 2010

Patrick Vieira

30'undan sonra para ve başarıyı bir arada gören futbolculardan biridir bu arkadaş. Bir kere Arsenal'den ayrıldığından beri her yıl takımı ligde zirveyi görüyor; tabii 2006'daki şaibeli Juventus şampiyonluğunu da sayarsak. O sezon sonunda Inter'e geçti ama Torino ekibindeki performansına pek de yaklaşamadı. Inter'deki dördüncü yılının içerisinde ama bugüne kadar ligde çıktığı maç sayısı sezon başına ortalama 20'nin altında. Şampiyonlar Ligi ve İtalya Kupası'nı da kattığımızda bu rakam 25'i bulmuyor. İtalya sert bir lig ve bu sayılar bize rotasyon kavramını hatırlatabilir. Vieira da çağdaş futbolun en önemli noktalarından biri olan defansif orta saha kavramının öncülerindendir. Ancak yine de her sezon 60'a yakın resmi maç oynayan üst düzey bir takım futbolcusu için 25 maça çıkmak sanki biraz az. Gelin görün ki 33 yaşındaki Vieira'nın yılık kazancı, vergiler düşüldüğünde tam 5,8 milyon Euro. Şu sıralar adı Manchester City ile çokça anılıyor ve oradaki ücreti de bu rakamdan çok aşağı kalmaz. Kalite topçudur, dünya futbolunun bir dönemine iz bırakmıştır ama görülen o ki aynı zamanda biraz da ballı adam Vieira.

3 Ocak 2010

Değerli Futbolcumuz

Süleyman Hurma'nın başkanlığındaki Kayserispor yönetiminin dış dünyaya kendi çapında bir otorite kanıtlamaya çalıştığını düşünüyorum. Yıllar önce İstanbul'un muhtelif yerlerine "Gökhan Ünal ile Mehmet Topuz'u satmıyoruz" diye afiş asmakla başladı bu önce. Anladık, büyük kulüp olma hedefleri var ve bu yolda bir sürü doğru adım da atıyorlar ancak onları takımda tutmak yerine iyi paraya satıp yerlerine yenilerini yetiştirmek değil midir büyük takım işi? Neyse ki bu inattan vazgeçtiler ve aynı mevkilere en az Ünal ve Topuz kadar iyi isimler buldular. Yalnız Topuz'un elden çıkarılması yine bu gereksiz egoyu kamuoyuna yansıttı. Beşiktaş'la anlaşan oyuncularının kararı karşısında eli kolu bağlı kalmamış olmak adına Fenerbahçe ile masaya oturdular. Şimdi de Galatasaray'a gitmek isteyen Ali Turan'ı zorla Ankaragücü'ne göndermeye çalışıyorlar. Bir öncekinde olduğu gibi futbolcunun fikrine değer vermeden, sadece paraya ve prestije (!) bakarak... Hatta önce Galatasaray'la her konuda anlaşıldığını açıklayıp ardından "yok yok dalga geçtik" diye kendilerini küçültmek de neyin nesiyse...

Örnekleri çoğaltmak zor değil. Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe, Semih'in sözleşmesindeki uzatma opsiyonunu futbolcuya sormadan kullandı. Geçen sezon başlangıcında Beşiktaş kadrosunda yer alan Fahri Tatan, o yaz Konyaspor'a transfer olduğunu cep telefonuna gelen bilgi mesajından öğrenmişti. Konuyu genişletirsek, Galatasaray'ın efsanevi döneminin başrol oyuncuları Hagi ve Bülent Korkmaz'ın jübileye layık görülmeden sessizce futbola veda ettiklerini de hatırlayabiliriz.

Liste uzayıp gidebilir. Çoğu kulübümüz oyuncusuna gereken değeri göstermiyor. Enteresan olan şu ki futbolcular da duruma tepkilerini yeterince, hatta neredeyse hiç koyamıyor (Semih örneği hariç). Sonuçta sahnedekiler, ipini koparıp yukarıdakilere yaptırım uygulama cesaretini içinde bulamıyor. Ne bireysel, ne de topluca...

1 Ocak 2010

Guardiola'nın Yolu

6 kupayla biten rüya gibi bir yıl geçiren Barcelona'nın teknik direktörü Guardiola, 2010 Haziran'ında bitecek olan sözleşmesini henüz uzatmaya yanaşmadı bilindiği üzere. Kariyerinin ilk yılında alabileceği tüm kupaları almak elbette su götürmeyecek kadar büyük bir başarı. Takımın iskeleti ne kadar iyi olursa olsun... Bundan sonrası onun için daha zor çünkü; "zirveden sonraki tek yol aşağı inmektir.". Barcelona'da kaldığı süre boyunca irili ufaklı her hatası 2009 yılındaki performansı ile karşılaştırılacak artık. Dünyanın en büyük takımlarından birinin başındaysanız bu baskının kaldırılması da zorlaşır haliyle. Ayrıca Guardiola geçtiğimiz seneki başarının tekrarlanmasının çok zor olduğunun kendisi de farkında; tıpkı ağustos ayındaki basın toplantısında belirttiği gibi.

Kulüp takımı kariyerinde zirveye ulaşmış olmak, Guardiola'nın önüne iki yol çıkarıyor. Birincisi, Barcelona'da kalıp çok daha güçlü bir Real Madrid'le daha baskılı bir ortamda yarış içine girmek. İkincisi ve daha radikali ise; nispeten daha zayıf, hatta orta seviyeli bir kulüple anlaşıp uzun vadede devrim yapmak. Yani başarısının tesadüf olmadığını kanıtlayıp efsane adayı olmak...

Dede

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...